Adını ilk önce Başka Dilde Aşk (2009) isimli filmiyle duyduğumuz İlksen Başarır, yeni filmi Erkek Tarafı’yla tekrar izleyicilerin karşısında. Başarır’la yeni projesini ve duyarlı, içten sinemasını konuştuk.
Size “sinema yapmalıyım” dedirten şey ne idi?
Sektöre girmem tamamen tesadüf. Gezetecilik okurken 2. sınıfta beni staja gönderdiler, çok sıkıldım ve depresyona girdim. Çünkü çok isteyerek girmiştim gazeteciliğe, öyle tesadüfen değil yani. Ama o staj döneminde “Ben bunu yapamayacağım, allahım ne yapacağım ben!” diyerek hayli uzun bir zaman geçirdim. Bir arkadaşım vardı, yapım şirketinde çalışıyordu, o bana birisini arıyorlar dedi, sinema setinde çalışacak. Ve olaylar gelişti…
Son filminiz Erkek Tarafı (2013)’nı çok izlenen ve beğenilen ‘Testosteron’ adlı bir tiyatro oyunundan uyarladınız. Filmi bir tiyatro metninden beyaz perdeye taşımanın zorlukları nelerdi?
Öyküdeki yedi oyuncu her sahnede var ve her sahnede konuşuyorlar. Bütün senaryolar bir matematiğin üstüne kuruludur ama komedinin çok daha zor bir yanı var. Hem bir hikaye anlatmaya çalışıyorsun, hem komik olmaya çalışıyorsun ve hem de oyunculuğu tutturmaya çalışıyorsun… Testosteron’u sahnelenirken çok seyrettim ve çok güldüm. Oyuncuları da çok istiyorlardı bunun bir film olmasını. Ben bu projede biraz aracı gibiyim aslında. Bir hayalin gerçek olmasını sağlayan insan konumundayım. ‘Erkek dünyasını’, ‘erkeklik’ meselesini çok ironik bir yerden ve çok güldürerek anlatıyor metin. Çok da zekice yazılmış. Çünkü ilk sahnedeki bir cümle filmin sonuna bağlanıyor ve yazarın epeyce emek harcadığını anlıyorsunuz. Zaten 50 ülkede kapalı gişe oynanan bir oyun bu. Burada da 5 yıl kapalı gişe oynadı. Dolayısıyla etkili bir oyun; Adem ile Havva’dan Evrim Teorisi’ne her şey var içinde.
Oyuncu seçimlerinde özellikle dikkat ettiğiniz noktalar neler?
İyi oyuncu olması (gülüşmeler). Projeye göre değişebiliyor. Mesela ne kadar ünlü bir oyuncu olursa olsun ben izlerken kim olduğunu unutabiliyorsam o benim için iyi bir oyuncudur. Erkek Tarafı bir komedi filmi olduğundan en başta biz de endişeliydik oyunculuk konusunda; acaba teatral mı oluyor, acaba oyunculukları biraz küçültmek mi gerekiyor diye. Ama provaları gördüken sonra anladık ki hayır öyle değil. Oyuncunun izleyiciye geçirdiği his önemli.
Filmlerinizin senaryosunu da siz yazıyorsunuz. Peki hikâyelerinizi görselleştirme aşamasında hayalini kurduğunuz görüntülere ulaşabiliyor musunuz?
Ulaşmak için maksimum çabayı sarf ediyoruz. Bizim gibi hem senaryoyu yazıp hem de yöneten insanlar için kafada kurulan dünyaya ulaşmak zor. Bunu yaptırmak gerekiyor. Daha şanslı olmayı umuyoruz. Mesela Atlıkarınca (2010) için Mudanya’ya götürdüler bizi, oradaki köy evi senaryoyu yazarken hayal ettiğim evin aynısıydı. Görünce “Galiba bu filmi çekebileceğiz!” dedim. İkinci evi bulamadık ama. Yazarken bambaşka hayal etmiştim, daha eski bir evdi. Artık eskileri yıkıp yenilerini yaptığımız için o nitelikte bir ev bulmak çok zor. Biraz şans, biraz da zorlu olmanız gerek.
Henüz üç film çekmiş olmanıza karşın bir ‘İlksen Başarır üslubu’ oluştu bile. Sinema diliniz bu şekilde mi devam edecek?
Onları demek için henüz erken diye düşünüyorum, üç filmle bunlardan bahsetmek benim için biraz zor. Senin kim olduğun, yaptığın şey ile ilgili. Hangi sanat dalıyla uğraştığın önemli değil, bu resim de olabilir, yaptığın şeye illa ki senden bir şeyler geçiyor. 1 tane de yapsan, 12 tane de yapsan senden geçen şeyler aynı olacaktır. Ben bunu bilerek yapmıyorum açıkçası. Ama düşündürtebilmek güzel. Başka Dilde Aşk’ın son sahnesi ile Atlıkarınca’nın son sahnesi birbirine benziyor ama bilerek yapılan bir şey değil. Yazarken öyle geliyor içimden. İlerde bir 15 film sonra bir ‘İlksen Başarır üslubu’ olur inşallah. Ama benim için daha çok erken.
‘Sineması beni çok etkiliyor’ dediğiniz yönetmenler kimler?
“Bu yönetmense biz neyiz acaba!” dediğim yönetmenler çok var. En sevdiğim diyemem belki ama Michael Haneke’yi çok severim. İlk filminden son filmine kadar hepsini çok seviyorum. Bir de Woody Allen var; bakarım bakarım, bir şey seçemem, dönüp bir Woody Allen filmi izlerim. 2 – 3 ayda bir mutlaka izlerim. Birbiriyle alakasız iki yönetmen oldu örneklerim ama öyle yani (gülüşmeler).
Peki filmlerini merakla takip ettiğiniz yönetmenler var mı?
Mesela şimdi Asghar Farhadi’nin filmini çok merak ediyorum. Gidemedim ne yazık Filmekimi’ndeki gösterimine. Diğer iki filminin çok büyük hayranıyım ve bu son filmini de hemen izlemek istiyorum.
“Bu film şimdi değilse de yıllar sonra hak ettiği değeri bulacak” dediğiniz bir film var mı?
Bence çoğu film öyle şu anda. Ülkemizde filmler izlenemediği için birçok film hak ettiği değeri bulamıyor. 2011 yılında biz Atlıkarınca’yı vizyona soktuk, hemen 1-2 hafta önce Çoğunluk (2011) vizyona girmişti. İki filmin de seyircisi aşağı yukarı aynı, yani 25 bin civarında bir seyirciden söz edebiliriz. Ben daha az seyirci bekliyordum açıkçası. Ama şimdi o iki film de vizyona girse öyle bir seyirci rakamına ulaşamaz sanırım. 25 bin herhangi bağımsız bir film için çok yüksek bir rakam. Reha Erdem Jin (2013)’i çekti, kaç kişi izledi peki? Yaklaşık 7 bin civarı bir gişesi oldu filmin. Seyirci ile mi değer ölçülür, o da ayrı bir soru. Ama biz sektör olarak gereken değeri vermeyince filmler hiç izlenemiyor. Girdiği sinema salonu sayısı, vizyonda kaldığı hafta süresi gibi etmenler çok etkili tabii. Türk halkı olarak biz biraz tembeliz de zaten. Hemen gidecek bu, koşa koşa gidip izleyelim gibi bir heyecanda da olmadığımız için dolayısıyla filmler izlenemeden kaybolabiliyor. Bir sinematekimiz de olmadığ için, bir daha kim gidecek de, bulacak da, izleyecek de… (Gülüşmeler)
Türk Sineması’nın farklı dönemlerde farklı olgularla karşılaşıyoruz. Örneğin; 80’lerde Arabesk füryası çıktı, 90’larda 80 Darbesi’nin eleştirileri, 2000’lerde ise minimalizmin yükselmesi gibi. İçinde bulunduğumuz döneme dair öne çıkan, diğerlerinden ayrışan olgular sizce neler?
Şimdi daha kişisel hikayeler ön plana çıkıyor. Bunu illa ki otobiyografik hikayeler anlamında söylemiyorum. Küçük hikayelerle daha büyük şeyler anlatmak var şu anda gündemde ve benim çok sevdiğim bir şey o. Çoğunluk gibi mesela; bir aile üzerinden bir toplumu anlatabilmek ya da Tepenin Ardı (2012) gibi. Buna bir akım diyemem ama şu anda Türkiye sinemasındaki yönetmenler genelde bu tip filmler yapıyorlar. Daha kişisel ve daha küçük hikayeler… Öte yandan Kürt sineması yükselişte, çok değerli ve de önemli buluyorum bunu. 2009 Antalya Film Festivali’nde Min Dit gösterilmişti ve olaylar çıkmıştı. Artık öyle olmaz diye umut ediyorum. Biz o filmin vizyona girmesi için uğraşmıştık ve başaramamıştık. Tek kopyasını bile göstermedi hiçbir dağıtım şirketi. Şimdi Min Dit yeniden gösterilse çok güzel olurdu çünkü kimse izleyemedi o filmi.
Değerlendirmeniz için size senaryosunu gönderenler var mı?
Çok geliyor. Okuyorum hepsini. İyi senaryolar çıkıyor arada. Yani Türkiye’de çok senarist olabilecek kalem var ama alt yapısı sağlam bir sektörümüz yok. Bizim mesela şirketimiz var, kendi filmlerimizi yapıyoruz. Fakat bir senaryoya kaynak yaratabilmek çok zor. Bana gönderdikleri zaman bunu ben yazdım siz çeker misiniz diye bir durum oluşuyor. Hiç karşı değilim tabii, çekerim ama onu çekmem için bana duygusunu geçirebilmesi, benim de bunu filme aktarabilmem gerek. O yüzden başkasının senaryosunu çekmek gerçekten çok zor.
Fil’m Hafızası hakkkında ne düşünüyorsunuz?
Biz genelde bir şey okumuyoruz. O yüzden bunu azimle ve sürekil yapan herkesi takdirle karşılıyorum. Film çekmek de bununla aynı şey aslında. 10 bin kişi seyrediyor ama sen yapmaya devam ediyorsun. Atlıkarınca’da ben öyle diyordum; bana neden ensestle ilgili bir film yaptınız diyorlardı, ben de dedim ki; “Ne bileyim, benim dert edindiğim bir şey sonuçta bu.” Şimdi şuraya çıkıp bağırıp konuşsam kim dinleyecek beni? Kimse dinlemez. Ama bir film yaptım, onu 25 bin kişi seyretti. Özetle, sizi takdir ediyor ve azimle devam etmenizi diliyorum.