Bu yıl Berlinale’de “En İyi İlk Film” ödülünü alarak dikkatleri üzerine çeken genç yönetmen Mehmet Akif Büyükatalay, kendi içinde sorguladıklarından ve etrafında tanık olduğu hikayelerden yola çıkarak samimi bir arayış hikayesi anlatıyor “Oray” ile.
Geçmişinde yasa dışı olaylara karışmış, hapse girmiş ancak İslam’a tutunarak yeni bir hayat kurmuş ve huzuru bulmuş olduğunu söyleyen bir Türk genci Oray. Almanya’da yaşıyor, azınlık psikolojisinin de etkisiyle sığınacak bir şeyler arıyor ve İslam’ın “gurbet elde” onu koruyacak tek ilahi güç olduğuna inanıyor. Bu nedenle dahil olduğu cemaate inancın da yanı sıra ayrı bir gönül bağı ile bağlı. Yeni hayatında tutunduğu bir diğer şey ise karısı Burcu. Oray şakanın dozunu kaçırdığı bir gecenin ardından Burcu ile tartışıp öfkesine yenik düşerek ona “Boş ol” diyor. Çok pişman oluyor ama laf ağızdan çıkmış oluyor. Hem de bir kere de değil, üç kere…Bu noktadan sonra da Oray’ın inanç krizi ile birlikte aralarda bir yerlerde sıkışıp kalmasını izliyoruz. Çünkü İslam kurallarına göre karısına üç kez “boş ol” dedikten sonra artık onunla aynı çatı altında yaşaması zina anlamına geliyor. Danıştığı cemaat lideri, Burcu ile üç ay ayrı kalmasının yeterli olacağını, sonrasında tekrar bir araya gelebileceğini söylerken gittiği başka şehirdeki bir cemaat lideri artık boşanmış olduğunu ve bunun geri dönüşünün olmadığını söylüyor. Burcu’dan ayrı geçirdiği günlerde yanında kaldığı yakın bir arkadaşı ise bu açmaza “ Sen karını seviyorsun, o da seni seviyor. Allah sevenleri ayırır mı hiç?” cümlesi ile çok naif bir yorum getirerek yardımcı olmaya çalışıyor kendince ama Oray’ın kafası iyice karışıyor, neye inanacağını, nereye sığınacağını şaşırıyor. Burcu’dan ayrı kalmak istemiyor, ama vicdanı da bir türlü rahat etmiyor. İçinde bulunduğu cemaatin kurallarını işine geldiği gibi yontmayı deneyerek bir çıkış yolu arıyor, her şeyi temize çekmek istiyor. Fakat bu, tıpkı onun da isyan ederken içerisinde kaybolmak istediği şarkı gibi, “kolay değildir”. Aslında sadece iyi bir insan olmak isterken, hata üzerine hata yapmaya başlıyor ve en sonunda kendi iradesini yok sayarak başına gelen tüm aksilikleri “ilahi bir işaret” olarak görme çaresizliğine düşüyor. Her şeyin üzerinde durduğuna inandığı bu maneviyat karşısında aciz olduğunu kabul ediyor artık ve çözümü yine cemaatine sığınmakta buluyor.
Film Almanya’da yaşayan Türk-Müslüman azınlığı gibi spesifik bir grup üzerinden ve onların sosyokültürel ögeleri kullanılarak anlatılmış olsa da, hikayeyi doğru okuyabilmek için bunun sadece bir İslam filmi olmadığını kabul etmemiz ve aslında her toplulukta ve bireyde var olan bu kendini bir yere ve bir gruba ait hissetme ihtiyacının kişinin bir azınlık olarak içinde bulunduğu yabancı kültürlerde daha yoğun hissedildiğini anlayabilmemiz gerekiyor öncelikle. Ki zaten başarılı oyunculuklar ve filmin gerçekçi atmosferi sayesinde izlerken bu empatiyi kurabiliyoruz.
İster bir su altı dalış kulübü olsun, ister bir sinema topluluğu, veya yeni bir şehir, ya da küçük bir parti; kabul gördüğümüzü bilmek ve hissetmek isteriz. Girdiğimiz her yeni ortamda belki de içgüdüsel bir şekilde kendimizle benzerlik kurabildiğimiz bir şeyler ararız ve bulduğumuzda sıkıca sarılmak isteriz ya hani, işte Oray’ın hikayesi de keskin uçlara dokunmayan sade bir dil ile bu arayışı içtenlikle anlatıyor ve hissettiriyor. İçimizdeki inanç olgusunun aslında ne olduğunu veya ne olmadığını sorgulatıyor. Film, finali ile karışık mesajlara yol açıyor gibi görünse de, herhangi bir didaktik mesaj vermeyi amaçlamıyor. Bilakis, ben olsaydım ne yapardım sorusunu düşünmeye itiyor.