Karanlık bir gecede dalgaların kıyıya vurma sesleri eşliğinde, deniz kenarında beyazlar içinde bir kadın belirir. Yaralıdır, denizin üzerinden gecenin içine bakmaktadır. Suya yaklaşır ve aniden nazik bir şekilde yere yığılır.
Gerilim ve şüphe dolu bu açılış sahnesinin ardından Leda Caruso (Olivia Colman) ile tanışırız. Leda, karşılaştırmalı edebiyat alanında akademisyen, orta yaşlı bir kadındır ve iki kızı vardır. Yaz tatili yapmak üzere bir Yunan adasına tek başına gelmiştir. Geldiği yerde göründüğü kadarıyla her şey bir kartpostaldaki gibidir; berrak ve davetkar bir deniz, sakin sayılabilecek bir kumsal, mavi-beyaz bir tatil evi ve güleryüzlü yardımsever insanlar… Öte yandan her şeyde bir yanıyla beliren bir huzursuzluk hissi vardır, kelimeler ile tanımlanamayan ancak her an ortaya çıkabilecek, can sıkıntısına dair izleyiciyi uyaran, gerçek bir his. Öyle ki Leda’nın kalacağı evde masada duran kâseden eline aldığı portakalın görünmeyen tarafının çürük çıkması bu hisse dair olacaklar açısından bize ipucu verir.
İtalyan yazar Elena Ferrante’nin aynı isimli romanından uyarlanan psikolojik drama türündeki The Lost Daughter (2021), Maggie Gyllenhaal’in ilk yönetmenlik deneyimidir. Dünyada ilk gösterimini 78. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde yapan ve En İyi Senaryo dalında Altın Osella kazanan film, Gotham Bağımsız Film Ödülleri’nde En İyi Film başta olmak üzere En İyi Yeni Yönetmen, En İyi Senaryo ve En İyi Oyuncu ödüllerine layık görülmüştür. Pek çok festivalde gösterimi yapılan ve ödül adaylıkları bulunan film, aynı zamanda New York Film Eleştirmenleri Birliği tarafından En İyi Film seçilmiştir.
Son derece sıradan görünümlü kumsalda küçük bir kız çocuğunun kaybolması, filmde keskin bir geçiş etkisi yaratır. Bu küçük kız ve onun hayli genç annesi Nina (Dakota Johnson), Leda’nın dikkatini tatilinin en başından beri çekmektedir. Küçük kızın kaybolması geniş ve gizemli -öyle ki kumsalda çalışan görevli genç onları “kötü insanlar” olarak tanımlamıştır- ailesinde büyük bir endişe yaratır. Leda onlara yardım eder ve küçük kızı kumsalın iç kesimlerindeki bir ağaçlık alanda suyla oynarken bulur. Böylelikle Nina ile Leda arasında oluşacak tuhaf bağın ilk tohumları atılır. Fırtınaları sevdiğinden bahseden Leda için bu olay bir dönüm noktası, bir çeşit fırtına etkisi oluşturur. Bu ana dek ufak tereddütlerin ve pek de önemsenmeyebilecek sürtüşmelerin bozamadığı o sakin tatil atmosferinin tamamen değiştiğine tanık oluruz. Leda’nın düşüncelerine hızlıca girerken, sık sık geçmişinden gelen ve yeniden yaşantıladığı sahnelere göz atar ve aslında bilmediğimiz, anlamadığımız buğulu bakışlarının ardındakileri onunla aynı anda yaşantılarız.
Leda genç yaşta anne olmuş bir kadındır. Bir yandan sevdiği işi, karşılaştırmalı İtalyan edebiyatı üzerine akademik çalışmalarını yürütmeye çabalamış, bir yandan da henüz küçük yaşlardaki kızları için yüzde yüze yakın bir dikkat ve ilgiyle mevcut olmaya uğraşmıştır. Bu noktada film anne olma rolünün bir kadın için kolaylıkla sözü edilmeyen zorluklarına değinirken, yönetmenin bu bağlamdaki eleştirel duruşu kadınlara çoğunlukla romantik ve bir hayli özgeci bir perdeden addedilen annelik misyon ve kavramını sorgular, bunu ön planda bir tür cömertlik olarak tanımlar. Ne tesadüftür ki herhangi bir tatil kasabasında karşılaşan bu iki kadın -Leda ve Nina- kendilik algıları ve rollerine dair benzer çatışmaları yaşamışlardır. Nina, Leda’nın gençliğinden bir iz gibidir; yaşama ve kendiliğine dair tasarımları içinde bulunduğu durum ile yeterince uzlaşamamaktadır. Bir yandan da hangi kadın benzer tereddütleri, endişeleri, hüzünleri yaşamaz? Hayalden öte tasarlanan bir yaşamdan, beklentilerden vazgeçmeksizin yaşam vermek ve bunun hazzını yaşamayı istemek son derece doğal değil midir? Leda “Ben doğal bir anne değilim” derken yönetmen tüm bu sorulara dâir var olan ön kabullerimizi sorgulamamızı ister gibidir.
Küçük kız kaybolduğu sırada kumsalda yaşanan telaş içinde, oyuncak bebeği de kaybolmuştur. Çok geçmeden fark ederiz ki oyuncak bebeği Leda almıştır ve ona evinde bakmaya başlamıştır. İlk başta anlam veremediğimiz bu eylemin bir tür yerine koyma, oyuncak bebeğin ise bir tür sembol nesne olabileceğini düşünebiliriz ancak Leda’nın oyuncak bebekle kurduğu ilişki, ona karşı gösterdiği çelişkili duygu ve davranışları işin içinde daha farklı bir dinamiğin var olduğunu anlatır gibidir. Leda oyuncak bebeği kızı için ısrarla aramayı sürdüren Nina’ya bir türlü geri vermez, kimi zaman bebeğe kötü davranır ve ondan kurtulmaya çabalar ancak yine de ondan ayrılamaz. Oyuncak bebek Leda’nın genç Leda’yla, Nina üzerinden kurduğu bir bağdır adeta. Kendisinin içselleştirip doğal kılamadığı, kabul edemediği yönleriyle Nina üzerinden yüzleştiği, ona öfke ve belki de hasetle yaklaştığı, onunla rekabete girdiği sahnelerden çıkarsarız bunu. Nina, oyuncak bebeğin bunca zamandır onda olduğunu öğrendiğinde Leda’ya karşı çok öfkelenir. Öyle ki öfkesine hâkim olamayarak Leda’ya zarar verdiğinde Leda’nın bir anlamda rahatladığına şaşkınlık içinde tanık oluruz. Leda artık gençliğindeki öfkesiyle yüzleşmiş, depresyonun geçmeyeceğini kabullenmiştir.
Leda’nın kendisiyle bir nevi yeniden bağ kurduğu mekân olarak seçilen bu sahil kasabası; bir insanın, bir kadının, yaşamöyküsü travmalarla dolu her kimse gibi iç dünyasının nereye giderse gitsin onunla birlikte olduğu gerçeğini perçinlerken, varsayılanın aksine romantize edilmekten çok uzaktır. Pek çok farklı yapıtta bir çeşit fantazma olarak sunulabilecek bu mekân, izleyiciyi hipnotize etmek ve edilgen kılmak yerine karaktere yabancılaştırma ve hatta onu ağır şekilde yargılatma pahasına da olsa, onu kabullenmeyen bir yer olarak gözler önüne serilmiştir. Aslında bu bağlamda tam da beklendiği gibi, Leda’yı kucaklamayan bir coğrafya vardır karşımızda.
The Lost Daughter’da, filmin neredeyse tamamına hâkim bir yakın plan çekim tercihi göze çarpmaktadır. Ferrante romanlarında sıklıkla dikkati çeken bir düşünceyi ısrarlı şekilde ele alma ve deyim yerindeyse “bir akış içindeki düşüncelere yakın plandan bakma” filmde kendini özellikle yüz ifadelerinin, kimi zaman yalnızca gözlerin, duruşların yakın planıyla göstermektedir. Bu sayede başta Leda olmak üzere tüm karakterlerin sessiz monologlarını duyar gibi oluruz. Bununla birlikte bu yakınlığın verdiği gerginlik ve huzursuzluk hissi, en başta gösterilen, yaralanmış baş karakter imgesiyle birlikte film boyunca artarak devam eder. Hatta kimi zaman yakın çekimler bunaltı hissi uyandıracak denli peş peşe dizilerek filmin genel duygusuna önemli katkıda bulunur.
Filmde ana karaktere ismini veren “Leda ve Kuğu” şiirine pek çok atıf bulunmaktadır. William Butler Yeats’in Yunan mitolojisindeki hikâyeden yola çıkarak betimlediği sahne, filmin söylemi hakkında izleyiciye fikir verir. Buna göre Leda, bir kuğu kılığına girmiş olan Zeus tarafından cinsel saldırıya uğrar ve gebe kalır. Hikâyenin farklı adaptasyonları özellikle kadınların toplumdaki rolü ve toplumun kadınlardan beklentileriyle ilgili eleştirel metinlerde sıklıkla kullanılagelmiştir. Buradan hareketle tercih ve zorundalık kavramları arasındaki belirsiz geçiş alanına vurgusuyla The Lost Daughter, bir yönüyle özgürleştirici bir anlatı gibi dursa da daha çok bir kabulleniş ve teslimiyet hikâyesi olarak zihinlerde yer etmektedir.