Sinema yazarı ve Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Kaya Özkaracalar ile korku sineması, çizgi romanlar ve gündemdeki Nymphomaniac yasağı hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sinema yazarlığına nasıl başladınız?
Sinema yazarlığına yanlış hatırlamıyorsam 1997 yılında Antrakt Dergisi’ne yazarak başladım. Antrakt da o zamanlar aylık çıkan matbu bir dergiydi. Fakat ben yazmaya başladıktan bir müddet sonra Antrakt kapandı. Son birkaç sayısına yazdım. O vakit Radikal gazetesinin haftasonu ekleri kültür-sanata çok geniş yer veriyordu. İşte ben de biraz cesaret edip telefon ettim, şansıma telefona Tuğrul Eryılmaz çıktı. Dedim böyle böyle; “Ben Antrakt’ta yazmıştım. Size yazmak isterim. İlgilenir misiniz?” dedim, “Tabii neden olmasın?” dedi, sonra oraya yazımı göndermeye başladım. Sanırım memnun da oldular. Birkaç yıl boyunca Radikal’in haftasonu eklerine düzenli biçimde yazdım. Eş zamanlı olarak Ankara’daki arkadaşlarımla birlikte “Geceyarısı Sineması” diye korku sineması üzerine yoğunlaşan bir dergi çıkarttık. O da şöyle oldu; Radikal’e neredeyse her hafta düzenli olarak yazıyordum fakat Radikal günlük bir gazete olduğundan yazacağımız şeyin gündemle bir bağlantısı olması lazımdı. Sevdiğin bir yönetmen hakkında yazı yazmak istiyorsan o yönetmenin yeni bir filminin vizyona girmesini beklemek zorundasın. Böyle bir sınırlayıcılık olmadan istediğim konuda yazabileceğim bir mecraya da ihtiyacım vardı. Baktım, Ankara’da da benimle benzer ilgilere sahip arkadaşlarım vardı. Kendi mecramızı kendimiz yaratalım dedik ve Geceyarısı Sineması’nı çıkartmaya başladık. Birkaç yıl da sürdü. Benim İstanbul’a dönmem ve birlikte çıkarttığımız arkadaşların da dağılmasıyla derginin yayınına fiilen son vermek durumunda kaldık. Onun dışında Altyazı Dergisi 2000’lerin başında çıkmaya başladığında o arkadaşlara katkıda bulundum. Hatta ilk sayısı çıkmadan evvelki sıfır numaralı piyasaya çıkmayan deneme sayısından bu zamana kadar bazen çok, bazen az olmak üzere hâlâ katkıda bulunuyorum. Tabii çeşitli gazetelerde yazdım. Şu anda da Sol Gazetesi’nde yazıyorum.
Geceyarısı Sineması, bugün bile kendine ait kitlesini koruyan kült bir dergiydi. Bugüne baktığınızda alt türe adanmış böyle bir derginin eksikliğini hissediyor musunuz?
Bir anlamda hissediyorum tabii ki. Öncelikle kendi adıma aynı Radikal sürecinde bu dergiyi çıkartmak istememe sebep olan, böyle bir dergiye duyduğum ihtiyacı hissediyorum. Ama bugün o yıllardaki kadar çok da yakıcı bir ihtiyaç olmayabilir. Çünkü o dönem internet bu kadar yaygın değildi. Şimdi herkesin yoğun ve etkin biçimde kullandığı bir mecraya dönüşmüş durumda internet. Aslında internette şu anda Geceyarısı’nın misyonunu şu ya da bu ölçüde sürdüren bir takım siteler var. En başta İyi Kötü Film sitesi, tam da bizim Geceyarısı’nın ilgi alanlarına denk düşen bir yelpazeyi kapsıyor. Korku Sitesi var. Buna benzer başka siteler de var. Yani bu ihtiyacın matbu bir karşılığı olmasa da internet üzerinden karşılanabiliyor.
En beğendiğiniz korku filmleri neler?
En beğendiğim korku filmi olarak tereddütsüz biçimde Dario Argento’nun Suspiria’sını (1977) söylerim. En iyi yapılmış olduğunu düşündüğüm korku filmi odur. Ama onun dışında benim için özel yeri olan dersek, Jean Rollin’in kimi vampir filmlerini çok seviyorum. Onlar böyle çok sıra dışı, ticari olmayan ve neredeyse kendi çapında avangart denilebilecek filmler. Jesús Franco’nun da bazı filmlerini seviyorum.
En beğendiğim film Suspiria dedim ama tabii Suspiria klasik dönem sonrasına giriyor. Klasik dönemin, yani siyah-beyaz dönemin ve daha da geriye gittiğimizde sessiz sinema diye adlandırılan dönemin filmlerini klasik dönem sonrası sinemasıyla karşılaştırmak çok da doğru değil. Siyah-beyaz ve sessiz dönemden de beğendiğim çok film var tabii ki.
Korku ve istismar sineması da tıpkı diğer türler gibi geçirdikleri birçok dönem boyunca gelişti ve evrildi. Günümüz korku sinemasını nasıl görüyorsunuz?
Eskisi gibi bir istismar sineması bugün çok fazla yok. Daha doğrusu nasıl var? Yalnızca DVD piyasası için ve bildiğim kadarıyla bazı Amerika’daki özel televizyon kanalları için üretilen istismar filmleri var gibi görünüyor. Onlarla çok da yakından ilgilenmiyorum doğrusunu söylemek gerekirse. Ama korku sineması diye baktığımızda –benim de kendi çocukluğumdan hatırladığım kadarıyla 70’lerin sonu 80’lerin başında daha iyi filmler vardı. Ama bunu bir yandan da her zaman sorgulamaya çalışırım. Acaba bu benim kendi özelliğimle ilgili bir nostalji mi? Esas itibarıyla çocukluğunda o sinemaya gitme ve bu filmlerle ilk tanışma heyecanının bıraktığı öznel bir algı mı? Yoksa hakikaten korku sineması o zaman daha mı iyiydi diye kendi kendime tartıyorum ama cevabını kolay verebildiğim bir soru değil. Fakat günümüzdeki korku sineması açısından şöyle bir memnuniyetim var; bolca üretiliyor. En azından Türkiye’ye bolca geliyor. Bu bahsettiğim 1970’lerin sonu 1980’lerin başını kapsayan dönemlerde ben çok izlerdim. Sonra bir dönem Türkiye’ye çokça korku filmi gelmez olmuştu. 80’lerin ortalarından 90’ların ortalarına kadarki döneme denk düşüyor. 90’ların ortasında Wes Craven’ın Scream’inden (1996) sonra yavaş yavaş tekrardan yoğun biçimde gelmeye başladı. Özellikle son üç yıldır Altyazı Dergisi’ne Korku Yıllığı hazırladığımızdan tam sayısını biliyorum; şu anda türün tanımını geniş kabul edip alt türlerini de sayarsak, her yıl neredeyse 40 civarı korku filmi gösterime giriyor. Bu korku-komedi, gerilim gibi alt türleri hesaba katmasak bile 20 – 30 tane saf korku filmi vizyona giriyor. Dolayısıyla nicelik olarak bir sorun yok. Tabii bu nicelik içerisinde zaman zaman beğendiğimiz işler de çıkıyor.
Günümüzde birçok genç yönetmen içerisinde yer aldıkları türe saygı duruşunda bulunup üzerine kendi filmlerini inşa ediyorlar. 2009 yapımı Amer ile adlarını duyuran Belçikalı ikili Hélène Cattet ve Bruno Forzani de giallo türünü kendilerince dirilttiler. Onları nasıl buluyorsunuz?
Onların ikinci filmi L’Étrange couleur des Larmes de ton Corps (Bedenindeki Gözyaşlarının Garip Rengi, 2013) bu seneki !f Film Festivali’nde gece yarısı gösteriminde izledim. Film net bir şekilde giallo türünü çok iyi bilen ve çok seven insanlar tarafından yapılmış. Her yanından bunu belli ediyor. Filmin ismi bile birkaç giallo filminin ismine gönderme yapıyor gibi. En baştan, 1971 yapımı “Jennifer’ın Bedenindeki O Tuhaf Kan Damlalarının Sebebi Nedir?” olarak çevirebileceğimiz İtalyan giallo filmine (Perché Quelle Strane Gocce di Sangue sul Corpo di Jenifer?) gönderme yapıyor besbelli. Filmi izlediğiniz vakit çeşitli mizansenlerde bunun gibi birçok gönderme yakalayabiliyorsunuz. Mesela filmde kaybolan kadın karakterin adı giallo filmlerinin unutulmaz oyuncusu Edwige Fenech’ten almış olduğu belli. Dolayısıyla o türe biraz aşina olan insanların bu göndermeleri yakalamaya çalışarak filmden ekstra bir zevk alması da söz konusu. Bunun ötesinde de kesinlikle ilginç bir film. Cattet ve Forzani bu türe bir yandan selam ve saygı göndermişler ama bunu yaparken de çok özgün bir iş yapmışlar. Hatta o kadar özgün ki adeta deneysel ve avangart bir film gibi. Seyretmesi oldukça zorlayıcı. Perdede çok kan revan olduğundan dolayı değil, anlatım biçiminin konvansiyonel olmaması açısından hayli zorlayıcı bir deneyim. Bu türe çok büyük bir sevgi ve ilgi duymama karşın ben dahi izlerken zaman zaman zorlandım. Alışkın olmadığımız bir anlatımı var. Ama filmin o muhteşem görsel ve işitsel yapısını özellikle sinema perdesinde izlemek gerçekten unutulmayacak ve neredeyse tek seferlik bir deneyimdi. Hatta şunu net olarak söyleyebilirim ki; !f’in, bir bağımsız film festivalinin, hatta bırakın bağımsız film festivalini herhangi bir festivalin, vizyonda göremeyeceğimiz tatları sunması açısından baktığımızda bu sene kendimi en şanslı hissettiğim an, bu filmi izlediğim andı.
Şu sıralar sinema gündemini en çok meşgul eden konu malumunuz Lars von Trier’in son filmi Nymphomaniac’ın (2013) Türkiye’de yasaklanması. Bu süreç hakkında neler düşünüyorsunuz?
Valla ne diyeyim? Hiç iyi şeyler düşünmüyorum. Öncelikle iki noktaya özellikle değinmek lazım. Birincisi, Nymphomaniac’ın Türkiye dağıtımcıları bu filmin yasaklanacağından büyük endişe duyuyorlardı zaten. Bu yasaklanma ihtimalini bertaraf etmek için filmin katmerli biçimde otosansürlenmiş bir versiyonunu vizyona sokma yoluna gittiler. Bu arada bir şeyi açıklığa kavuşturmak lazım; filmin kaç versiyonu olduğu hakkında bir kafa karışıklığı söz konusu. Bizim !f Film Festivali’nde izlediğimiz versiyon da kısmen otosansürlü bir sürümdü. Yönetmenin gönlünde yatan kurgusundan farklı olarak birazcık kısaltılmış bir versiyonu izledik festivalde. Fakat Türkiye’deki dağıtımcıların vizyona sokacağı, bunun bir miktar daha otosansürlü versiyonuydu. Penetrasyon ve ereksiyon sahnelerinde buzlama vardı. Bunu da dediğim gibi filmin yasaklanacağı endişesiyle kendilerini güvenceye almak için böyle bir şey yapmışlardı. Ancak bunun bile nafile olduğu ortaya çıktı. Bundan çıkarılacak ders nedir? Ben dağıtımcıları çok da özel olarak suçlamak istemem. Netice itibarıyla ‘kabahat hırsızındır’. Böyle bir yasak tehdidi yapandadır. Amma velakin böyle bir sansür tehdidine de otosansür ile taviz vermenin çıkar yolu olmadığı net biçimde ortaya çıkmış oldu. Bu böyle otosansürle falan savuşturulacak bir şey değil. Dolayısıyla sansüre karşı ciddi bir seferberlik ihtiyacını ortaya koydu.
İkinci özellikle belirtmek istediğim noktaya gelecek olursak; uzun zamandır Türkiye’de kimi çevreler tarafından ya kasten ve kötü niyetle ya da iyi niyetle ama cahilce şöyle bir retorik yaratılmaya çalışılıyordu: “Türkiye’de sansür kalktı, bunun yerine yaş sınırlaması getirildi. Film denetimi denilen şey de film haklarının tescil edilmesinden ibarettir. Türkiye’de sansürden söz edilemez. Mevcut uygulamalar gayet makul ve Batı ülkelerinde de uygulanan uygulamalardır.” Bunun gibi bir söylem yaygınlaştırılmaya çalışılıyordu. Bu son derece yanıltıcı bir söylemdi. Evet, 2004 yılında getirilen yeni yasayla Türkiye’de ilk defa yaş sınırlandırması uygulaması gündeme sokulmuştu. Fakat bu uygulama filmlerin yasaklanma ihtimalinin tamamen ortadan kalkması ve onun yerine yaş sınırlandırmasının getirildiği anlamına gelmiyordu. Bir filmin yasaklanma yetkisi o kurulun ukdesinde olmaya devam ediyordu. Yalnızca, yasaklanmasına ek olarak yaş sınırlandırması yapma opsiyonu getirilmişti. Yani 2004 yılında bu uygulama gündeme getirildiği andan itibaren kurulun mevzuatında isterse yasaklayabileceği, isterse yaş sınırlandırması uygulayabileceği yer alıyordu. Dolayısıyla o sansür hakkı mevzuatta bu şekilde korunuyordu. Bu böyle göz ardı edilmeye çalışılıyordu. Tabii fiilen de çok sık uygulanmaması bu tehdidin her daim ithalatçıların ve yapımcıların tepesinde olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Çok sık olmasa da arada kullanılıyordu. Mesela 2005 yılında Ett hål i mitt hjärta (Yüreğimde Bir Delik) filmi yine yasaklanmıştı. Bu kurul yalnızca sinema vizyonuna giren filmleri değil, DVD ve VCD piyasasına çıkacak filmleri de denetler. Geçen yıl Tinto Brass’ın bir dizi filminin DVD piyasasına çıkması doğrudan yasaklanmıştı. Yani bu uygulama böyle seyrek de uygulansa mevzuatta vardı. Şimdi böyle Nymphomaniac gibi ünlü bir filme uygulanınca herkes farkına vardı. Aslında Türkiye’de sansür falan hiçbir zaman kalkmamıştı. Bu teşhir edilmiş oldu.
Bir de şunu söylemek lazım; yetişkin bir insanın hangi filmi izleyeceğine o insandan başka kimse karar veremez. Bunun lamı cimi yok. Ve şu tarz söylemleri de –belki iyi niyetli olmalarına karşın, çok tehlikeli ve uzak durulması gereken söylemler olarak gördüğümü vurgulamak isterim: “Nymphomaniac aslında sanatsal bir filmdir, o yüzden yasaklanmamalı. Nymphomaniac aslında pornografik değildir, cinsellikten soğutur, o yüzden yasaklanması haksız.” Yani ne olursa olsun. Diyelim ki tamamen pornografik bir film söz konusu, o zaman “E tabii yasaklanması haklıydı” mı diyeceğiz? Diyelim ki sanatsal bir değeri yok, o zaman biz bunun yasaklanmasını onaylayacak mıyız? Dolayısıyla Nymphomaniac’ın yasaklanmasına karşı çıkarken bu tarz argümanlardan bütünüyle uzak durmak gerekir diye düşünüyorum.
Peki bu uygulamada bir filmin alabileceği en yüksek yaş sınırı olan +18 ile sınırlandırılması ile tamamen gösterime sokulmaması arasında karar verilirken hangi kriterler göz önünde bulunduruluyor?
Son derece muğlak bir şey. Ne deniliyordu gerekçede: kamu düzeni, genel ahlak ve şimdi kelimesi kelimesine hatırlayamasam da birkaç başka bir şeylere daha aykırı olduğu görülmüş. Ama haklısın; hangi durumda +18 yaş sınırı konulacak, hangi durumda yasaklayacak o konuda net bir kriter yok.
Antichrist (2009) bundan birkaç yıl önce 18 yaş sınırı alıp gösterime girmişti. Nymphomaniac’ın, henüz film gelmeden çok konuşulmasının ve bu yönüyle ünlenmesinin yasaklanma kararında etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Evet, çok konuşuldu. Bunun dışında, genel olarak Türkiye’deki iktidarın zaten demokrat olduğuna dair hiçbir beklentim yoktu. Fakat fiili durumlar son iki yılda daha da otoriterleşmeye doğru gidiyor. Belki bu sürecin parçası ve yansıması olarak da görebiliriz.
Bir film olarak Nymphomaniac’ı nasıl buldunuz?
Nymphomaniac’ın birinci bölümünü iki kez izledim. Bir buzlamalı, katmerli otosansürlü basın gösterimindeki versiyonuyla, bir de festivaldeki buzlamasız versiyonuyla izledim. İkinci bölümünü ise yalnızca bir kez izleyebildim. Trier’in en beğendiğim filmlerinden değil doğrusunu söylemek gerekirse. Hatta Trier’in önceki filmlerine oranla içi boş bir film gibi geldi. Fakat aslen bu film iki bölüm ve iki bölüm de çok farklı. İlk bölüm ile ilişkin iki şey söylemek lazım. Birincisi, ilk bölüm bence son derece eğlenceli. Çok zeki mizah içeren bir film. Herkes özellikle Uma Thurman’ın yer aldığı sahneden bahsediyor tabii ki. Ama sırf o sahne değil. Başkarakterin birlikte olduğu tüm erkeklere ilk orgazmı olduğunu söyleyip farklı farklı tepkiler aldığı sahne falan da çok komik ve zeki bir mizah içeriyor. İlk bölüm adeta bir Woody Allen filminin biraz daha cüretkâr bir versiyonu gibi. Ve biraz didaktik biçimde de olsa, ortaya bir tartışma atıyor; bir insanın başkalarını düşünmeden haz peşinde koşması ve bu uğurda başkalarını feda etmesi kabul edilebilir bir şey midir? Kaçınılmaz bir şey midir? Etik midir? Bu sorunsal üzerinden bir tartışma başlatıyor. Bu hakikaten ciddi bir şekilde üzerinde durulabilecek bir tartışma. Fakat ilk bölümde bunu tartışmayı bağlamıyor. İkinci bölümde bu tartışmayı nereye götürecek diye bekliyordum ama ikinci filmde bu tartışmanın daha derinleşmesi ve netleşmesi söz konusu olmak bir yana bu tartışma büyük ölçüde gündemden düşüyor ve ikinci bölümde film dağılıyor. Ayrıca ilk bölümdeki o mizahi hava kendisini kasvetli bir hâle bırakıyor. Evet, bu bilinçli bir tercih ama bütüne baktığımızda filmin derdinin ne olduğu çok net düşünülüp tasarlanmış bir film gibi gelmedi. Ama tabii meraklısı tarafından dikkatle izlenmesi gereken bir film.
Çizgi roman ve çizgi filmlere özel bir merakınız olduğunu biliyoruz. En beğendiğiniz çizgi roman uyarlamaları nelerdir?
Ah, şimdi biraz bunu düşünmem lazım. Amerikan çizgi romanlarını düşünürsek, mevcut seriden bir önceki Sam Raimi’nin Örümcek Adam serisinin ilk filmi Spider-Man’i (2002) çok beğenmiştim. Örümcek Adam’ın ruhunu çok iyi bir biçimde yansıtıyor. Çünkü Örümcek Adam’ın yalnızca bir aksiyon filmi olmanın getirdiği iyi ile kötünün mücadelesini değil, onun etrafındaki romantik ilişkiler ve aile ilişkilerinin önemini de çok güzel yansıtmıştı. Aksiyon zaten olur. Bir de uyarlama olarak değil de çizgi roman kökenli bir kahramanı içeren filmlerden birinci Blade (1998) filmini severim. Blade’i çok okumuş değilim. Romanını ne kadar iyi yansıtıyor falan bilemem ama bir film olarak onu çok seviyorum.
Türkiye’dekileri düşünürsek tabii Tarkan filmlerini söylemek lazım. Tarkan filmleri hakikaten Tarkan’ı Tarkan yapan özellikleri iyi biçimde yansıtan filmlerdir. Nedir bu özellikler? Birincisi, fantastik unsurlar içermesi. İkincisi, çok garip bir biçimde sadist veya mazoşist hazlara hitap eden bir erotizm içermesi. Bu iki unsur da Tarkan filmlerinin bazılarında çok başarılı biçimde verilir. Özellikle,Tarkan: Altın Madalyon (1972). Eğer bu filmin sansürsüz bir versiyonunu bulabilirseniz şahane bir fantastik sinema örneğidir. Ancak televizyonlarda gösterildiğinde kesiliyor ve çocuk filmi gibi oluyor. Vakti zamanında Almanya’daki göçmen işçiler için Almanya’da videosu sansürsüz olarak piyasaya çıkmış. Onun kopyasının kopyasını bulup izleyebilmiştim. Akıl almaz bir şey açıkçası. Bugün olsa onu bile yasaklarlardı herhalde. Ciddi söylüyorum, çok sert bir film.
Son olarak genç sinema yazarlarına neler söylemek istersiniz?
Herkes kendi yolunu kendisi bulur. Her koyun kendi bacağından asılır. Fakat yeni nesil sinema yazarlarının kendinden evvelki kuşakta öne çıkmış ve başarılı kabul edilen modelleri tekrarlayıp onların genç bir versiyonu olmak yerine farklı arayışlara yönelmelerini arzu ederim.
Söyleşi: Kaan Denk / Fotoğraf: Deniz Buse Kargın