Kaybedenler Kulübü Yolda, devam filmlerinin makus talihini ne yazık ki yenemedi ve bence ilk film ile oluşturduğu kendine özgü hayran kitlesinin büyük bir kısmını hayal kırıklığına uğrattı. Çevremde gördüğüm hiç kimseye benzemeyen, edebiyat tutkunu iki radyocunun hikayesinin anlatıldığı ilk filme beklentisiz gitmiş ve sinema salonundan memnun ayrılmıştım. 90’lı yıllarda Kent Fm’de yaptıkları radyo programı ile efsaneleşen Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk’un yalnızlıkla örülü gerçek hikayelerini ilk film sayesinde öğrenmiş ve ikiliden bu şekilde haberim olmuştu. İlk filmi de bir sinema şaheseri olarak görmesem de senaryosunun sağlamlığı ve iki radyocu arasındaki diyalogların ilgi çekici ve doyurucu oluşu filmi beğenmeme neden olmuştu. Ancak devam filminde, aynı unsurların varlığından bahsetmek olanaksız. Belki de asıl hata iki filmi birbiriyle kıyaslamaktır. Zira yukarıda bahsettiğim üzere ilk film gerçek unsurlara dayanırken, ikincisi kurmaca bir hikâyeye sahip. Bu da bize, standardın dışında yaşayan iki adamın gerçek hikayesinin ve radyo programlarındaki gerçek diyalogların yer aldığı ilk filmden sonra bu iki adam üstünden kurguya dayalı film çekmenin ne kadar riskli bir iş olduğunu gösteriyor. İlkini bir kenara bırakıp, ikincisinin yaptıklarına gelirsek, filmde birbirlerine bağlanmak için hiçbir çaba göstermeyen iki ayrı konunun döndüğünü görüyoruz. İlkinde Kaan ve Mete Olimpos’tan Istanbul’a doğru motorlarıyla gelmeye çalışırken; ikincisinde 6:45 Yayınevi’ne gidiyor ve iki çalışan olan Alper ve Murat’ın hikâyeye hizmet etmeyen, skeç tadındaki tuhaf ve komik diyaloglarına tanık oluyoruz. Burada belirtmemde fayda var ki bence filmin Akdeniz ve Ege görüntüleri dışındaki tek keyif veren sahneleri 6:45’te geçen sahnelerdi. Hatta büyük olasılıkla filmin üçüncüsü çekileceği için benim önerim sıradaki filmin tamamen Murat ve Alper üzerine kurgulanması.
Filmin konusuna gelirsek, yaz bitmek üzeredir, Kaan ve Mete Olimpos’tadırlar ve tatillerini sahil şeridinden motorla Istanbul’a dönerek sonlandıracaklardır. Olimpos’ta geçirilen son gece Kaan Sevda’yı fark eder, ertesi gün Sevda’dan Istanbul’a dönüş yolunda Mete ile çıkacakları motor yolculuğunda onlara katılmasını ister. Sevda da bu teklifi kabul eder ve bu ikili birbirlerine sanırım o an deliler gibi âşık olurlar. Sanırım o an âşık olurlar çünkü Kaan ve Sevda birbirlerine çılgıncasına âşık olduklarını söylerler ancak biz bu aşka hiçbir zaman tanık olmayız. Ne zaman, nerede bu kadar âşık olmuşlardır anlaşılmaz. Bir ara Mete’nin alkolik olduğundan bahsedilir, arada sırada Mete kameranın önünden geçirtilir, birkaç da cümle sarf ettirilir. Evet bu filmde yönetmen Mete’yi, Mete de sevgilisi olduğunu reddettiği kadını harcar. Fırsat buldukça sırf 6:45 Yayınevi’nden bahsetmek için kamera buraya çevrilir, Murat nedensizce Alper’i, Tuna Kiremitçi’yi ve Murat Menteş’i çileden çıkarır.
Benim gibi aşka ve hayata dair bir iki güzel diyalog duyarım diye bu filme gidenleri bekleyen kötü sürprizler de yok değil. Senaryo o kadar aceleye gelmiş ve diyaloglar o kadar özensiz yazılmış ki kimi zaman Nihat Doğan söylemlerinin Nejat İşler’e söyletildiği zannına kapıldım. Bir örnekle açıklamak gerekirse Sevda, Kaan’a çok sigara içtiğini söyler, Kaan’dan gelen yanıt, “O kadar güzel bakıyorsun ki başka seçenek bırakmıyorsun.” şeklinde olur. Yeni türeyen kötü edebiyat dergilerindeki solcu arabeski gibi bir cümle. Şimdi bu cümleyi duyan kulakları biz ne yapalım? Sırf bununla kalsa iyi, Kaan saçma sapan bir Mustafa Nusa hikayesi anlattıktan sonra şöyle bir cümle de sarf eder, “Bir erkeği en masum olduğu an vurabilirsin.” Osman Sınav’ın dizilerine çok güzel slogan olur bundan.
Filmde anlam veremediğim (hiçbir konunun neden-sonuç ilişkisi içinde işlenmemesinden olsa gerek) bir diğer husus ise Sevda’nın nişanlısının yüzünün neden gösterilmediği oldu. Yani bar tuvaletindeki kadının poposunu bile gördük ama Sevda’nın nişanlısının yüzünü göremedik. Nişanlının yüzünü göstermemek için seçilen komik planlar filmin geneline hâkim olan cinsiyetçi anlayışın tezahürü olsa gerek. Aldatılan kişi kadın olsaydı büyük ihtimalle biz o yüzü görürdük ancak erkek olunca sanırım erkeklik gururu incinmesin diye erkeğin yüzünü göstermek istemediler. Anonim bir hattat olarak zihinlerimizdeki yerini aldı garip nişanlı. Bir de adamcağız Sevda’nın yediği haltları sineye çekince kim bilir ne tür hakarete maruz kalacaktı ama ortada bir yüz olmadığı için seyirci bu nişanlıyı kale bile almadı. Böylelikle boynuzlanan adam hikâyede kaybolup gitti. Geriye sözlüklerde yazılan yorumlara bakılırsa kahpe bir Sevda kaldı.
Filmde hiç mi güzel bir şey olmadı diye soracak olursanız, olmadı gibi bir şey. Yola, yolculuğa, Akdeniz’e ve Ege’ye âşık olan biri olarak açık söylemek gerekirse filmden o kadar sıkıldım ki bu sahneler bile beni cezbetmedi. Zaten kurguyu yapan arkadaşı da cezbetmemiş olacak ki filmi çok manidar bir şekilde, MFÖ’nün “Sen ve Ben” adlı şarkısının “Sonunda bitti.” sözleriyle sonlandırmıştır.
Filmin yönetmen koltuğunda ilk filmin de senaryosunu yazan Mehmet Ada Öztekin otururken, başrollerde olan Nejat İşler ve Yiğit Özşener’e Hande Doğandemir, Merve Çağıran, Rıza Kocaoğlu ve Sarp Akkaya eşlik ediyor.
Hattatci?
Bayağı taraflı yorumlandığını düşünüyorum. Hatta cinsiyetçilik konusuna gülüyorum ?