Caché (Yön. Michael Haneke, 2005)
Gözetleyen mekanizma için gözetim toplumu içerisinde; hem gözetlenen, hem de izlediği dehşet görüntülerinden sıkıldığında umursamaz bir tavırla kanal değiştiren seyirciler konumundayızdır. İzleniyor oluşumuz gerçeği pek çok somut ifade aracılığı ile karşımızda dikilen taştan bir surete dönüşse de; modernitenin getirdiği yabancılaşma sayesinde bu rahatsız edici denetimin bir parçası haline gelir, onu içselleştiririz. Fütursuzca seyretmek ise bencil kimliklerimizin sorgulamasına girişmeksizin, parçası olduğumuz bir üç maymunu oynama süreci getirir beraberinde. Bu oluş içerisinde intihar; fiziksel bir teşebbüs olmaktan çıkıp tarihsel bir gerçekliğe büründüğünde payımıza düşeni almak yerine suçlayıcı bakışlar yöneltiriz maktulün bedenine. Çünkü böyle bir toplumda intiharlar, acımasızca işlenen cinayetlerdir aynı zamanda. Ve ancak böyle bir toplum intihar süsü verebilir cinayetlerine, üzerine bulaşan kanı soğukkanlılıkla siler, rahatça koltuğuna uzanır ve tüm gece kanalları arasında gezindiği televizyonu karşısında derin bir uykuya gömülür; karanlık geçmişinin yanıtsız çığlıklarına kulaklarını sımsıkı kapayarak.
Kaç Para Kaç (Yön. Reha Erdem, 1999)
Havada süzülen yeşil bir kâğıt parçası: gittikçe daha hızlı, daha aceleci; yere doğru alçalan ve en nihayetinde insanoğlunun avuçları içerisinde tüm uysallığıyla uzanan… Reha Erdem’den açgözlülük, hırs, öfke, düzen, çaresizlik, kapana kısılmışlık, tükenmişlik ve acımasız tahakkümler üzerine trajik bir portre. Beyoğlu’nda esnaflık yapan, kendi hâlinde, monoton sayılabilecek yaşantısının mütevazı gölgesinde ilkeli duruşuyla var olma çabasını sürdüren sessiz bir adamdır Selim (Taner Birsel). Ne var ki yağmurdan kaçarken bindiği takside ansızın karşısına çıkan bir çanta içerisindeki yüklü miktar para; Selim’in bu tekdüze hayatını kökünden sarsacak, gittikçe daha da içine kapanmasına sebep olacak felaketlerlerle bezeli geri dönülmez değişiminin en birincil tanığı olacaktır. Şans dolu tesadüfler gerçekten de böyle midir sihirli dokunuşlarıyla değiştirdikleri hayatlar için? Peki insan savaşırken nefsiyle, üzerine çöken karabasanın sorduğu bunaltıcı sorulara yanıt verecek gücü nereden bulacaktır kendinde? Ezberlenmiş yenilgilerin yarenliğinde dur durak bilmeksizin kapıldığımız girdaplara karanlık bir bakış Kaç Para Kaç. (1999). Bir intihar dairesi çevresinde el ele tutuşup kurbanlarını ağırlayan insanlığın çaresizlik ikilemi.
Kader (Yön. Zeki Demirkubuz, 2006)
‘’Sonra gözümü bir açtım karşıdan karlı dağlar geçiyor. Bir daha açtım başımda bir çocuk: ‘’Kalk abi.’’ diyor, ‘’Kars’a geldik’’. Otobüsten indim yürümeye başladım, dedim Allah’ım neredeyim ben, burası neresi? Sonra güç bela burayı buldum. Kapının önünde durup düşündüm, dedim Bekir: bu kapı âhiret kapısı, burası sırat köprüsü. Bu sefer de geçersen bir daha dönemezsin, iyi düşün dedim. Düşündüm, düşündüm. Ama olmadı, dönemedim. Sonra bak oğlum dedim kendi kendime; yolu yok çekeceksin, isyan etmenin faydası yok kaderim böyle; yol belli, eğ başını usul usul yürü şimdi.’’
Uğur’la (Vildan Atasever) dükkânda karşılaştığı ilk gün, Bekir’in (Ufuk Bayraktar) kendine ait geçmişinin de son günüdür. Karşılıksız bir aşkın ıstırap verici yangınında çaresizlik içinde kıvranan, ruhunun kırık dökük parçalarını memleketin en ücra köşelerine bıkıp usanmaksızın yanında taşıyan, makus talihinin çilesine razı bir sürgündür artık Bekir. Mutlu sonun uğramadığı bu arabesk hikâye; gelecek günlerin Masumiyet’inde, hiçliğin sonsuzluğuna karışıp yok olacak bir intiharın ilk teşebbüsü olacaktır.
Güzel bir seçki, basrilinbir degerlendirme. Tebrik ederim