Oslo, August 31st (Yön. Joachim Trier, 2011)
Bir rehabilitasyon merkezinde uyuşturucu ve alkol bağımlılığı tedavisi gören Anders, (Anders Danielsen Lie) tedavisinin tamamlanacağı günün yaklaşmasıyla birlikte kendisini bekleyen yeni hayata merhaba demek için isteksiz de olsa harekete geçer. Ancak; hayal kırıklıklarıyla sonlanan eski arkadaş buluşmalarının, sessizliğin elinden tutup; dört bir yanı duvarlarla çevrili boşluklara sürüklediği karamsar monologların bunaltıcı ağlarla ördüğü geçmek bilmeyen bir yirmi dört saat sonrası varılan tüm yolların, benzer başlangıçlara gebe olduğunu geç de olsa anlar. Buzlaşmış ruhunun yıkıcı yanılsamalarıyla aynadaki aksine küskün; sıradan sorunların hayatını zehirli sarmaşıklar misali kuşattığı modern insan, tüm varlığıyla çırpınmaktadır katı bir hâkimiyetin paslı zincirleri altında. Joachim Trier, karanlık bulutların göğünü çepeçevre sarmaladığı Oslo sokakları arasından günümüz toplumlarının gerçekliğine nüfuz etmiş bir histeriyi tüm berraklığıyla yansıtmayı başarıyor beyaz perdeye. İnsanın kendi kendini yok etme savaşında geriye kalan son bir umudu çaresizce arayışını anlatıyor.
Anayurt Oteli (Yön. Ömer Kavur, 1987)
Âdeta dilsiz bir adamdır Zebercet (Macit Koper). Kâtibi olduğu otelde, kendisini dış dünyanın tüm tehlikelerinden soyutlayarak yalnızlığını güvenli bir limana demirlemiştir. Fakat bir gece gecikmeli Ankara Treni ile otele gelen esrarengiz bir kadın bu güvenli limanda büyük fırtınaların kopmasına sebep olacak; Zebercet’in zihninde hastalıklı bir tutkuya dönüşecektir. Kadının otelden ayrılışı Zebercet için yıkımın başlangıcıdır; günler günleri kovalar, haftalar haftaları. Bu sabırsız bekleyiş gittikçe artan bir yabancılaşma getirir beraberinde. Peşi sıra cinayetler işlenir sessizleşen otelin karanlık odalarında, aynalar delici bakışların tehditkâr fısıltıları altında gittikçe daha çok puslanır, insansız boşluklar toz tutar öbek öbek, gıcırtılı koridorlarda sonuna adım adım yaklaşan bitik bir ruh volta atar. Adını her seferinde daha inatçı tekrarlamaya başlar Zebercet, unutmaktan korkan küçük bir çocuk gibi. Ve bekleyişin tükettiği yorgun bir beden kalır geriye; deliliğin ayakuçlarında melankolik bir son yükselir, kapılı kapılar ardına saklı Anayurt Oteli’nde.
Bir Zamanlar Anadolu’da (Yön. Nuri Bilge Ceylan, 2011)
Nusret: Ya doktor, bir insan bir başkasını cezalandırmak için hakikaten kendini öldürebilir mi? Olabilir mi böyle bir şey?
Cemal: E zaten intiharların çoğu başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu Savcı Bey?
Doktorun söyledikleri Savcı Nusret’in (Taner Birsel) zihninde yankılanır; yankılanır ve acı verici bir keşfediş ile sarsılır Nusret. Bu keşfedişin yarattığı derin yıkımla gittikçe suskunlaşır, dilinden dökülen boğuk kelimeler geriye suçlu bir kabulleniş bırakır. Kadınlar bazen çok acımasız olabilirler. Hele ölümünü bir başkasını cezalandırmak için tasarlayıp, gidişini evvelden selamlayan bir kadının silik hayaleti, hiç umulmadık sürprizlerle ansızın gelip misafir olduğunda taşranın soğuk yalnızlığına; hakikatin unutulmaya yüz tutmuş fısıltılarını bir rüzgâr gibi sürükleyebilir beraberinde. Ve bir kadın cevaplanmış sorularla gömülü büyük boşluklar bırakır gerisinde. Hazzın keskin soluğunu içine çekerek derin bir nefesle, acizliğine düşkün bir kurban yaratır kendi elleriyle. Kendi elleriyle çağırır intiharını; zaten intiharların çoğu, başka birini cezalandırmak için yapılır.
Güzel bir seçki, basrilinbir degerlendirme. Tebrik ederim