Son Sürat Çarpışmaya Doğru: Yolculuğun Başlangıcı
Ev bize düşlemenin kapısını açan ve dünyaya kök salmamızı sağlayan büyülü bir evrendir. “Tüm hayallerimiz bir tür çekim gücüyle, evin çevresinde toplanır. Ev bizim ilk yuvamız, dünyadaki köşemizdir; ev gerçek bir kozmostur.” der filozof Bachelard. Şüphesiz ev düşüncelerimizi ve dağınık hayallerimizi barındıran, anılarımızın ve geçmişimizin en büyük bütünleştirici gücü ve tanığıdır. “İnsan, dünyaya fırlatılmış bir varlık olmaktan önce, evin beşiğine yatırılmış bir varlıktır.” [1]
Usta yönetmen Charlie Kaufman, büyük yankı uyandıran son filmi I’m Thinking of Ending Things’te (2020), seyirciyi hayatının son günlerini yaşayan ve korku içerisinde ölümü bekleyen yaşlı bir adamın sırlar, pişmanlıklar ve kabullenişlerle örülü zihninde, geçmişin tozlu sayfalarını karıştıran şiirsel bir yolculuğa çıkarıyor. Unutmanın sivri pençeleri altında cebelleşmenin insan ruhunu tarumar eden koyu ağırlığı gün be gün tüm yalnızlığıyla doğanın kalbine mıhlanmış eski bir çiftlik evine çökerken, zaman doğrusal akmayı bırakıyor ve çocukluğa dair anılar giderek birbirine karışan silik hayaletlere dönüşüyor.
Filmin açılış sahnesinde gözlerimizi iki katlı bir taşra evinin çiçek desenli kâğıtlarla kaplı duvarlarına, güneş ışığının hüzmeler hâlinde yayıldığı tozlu merdivenlere ve seyirciye daha ilk andan nostaljik bir hikâyeye tanıklık edeceğini hissettiren eski püskü eşyalarla dolu bir salona açıyoruz. Kaufman, I’m Thinking of Ending Things’te ev imgesinin sıcaklığı çağrıştıran kucaklayıcı doğasını bir çırpıda alaşağı ediyor ve gerçek mutlulukların geçmişi konumundaki ev, acı verici deneyimlerin suç ortağı hâline geliyor. İlk bakışta genç Lucy’nin (Jessie Buckley) altı aydır birlikte olduğu erkek arkadaşı Jake’in (Jesse Plemons) ailesiyle tanışmak için çıktıkları bir yolculuk öyküsü gibi görünen film, gerçeğin aslında öyle olmadığını, muhtelif ayrıntılarıyla betimlediğimiz çiftlik evinin mutfağında ufak bir televizyon ekranından çizgi film izleyen yaşlı bir adam görmemizle birlikte gözler önüne sermiş oluyor. Filmde genç kadın ve Jake’in büyüleyici bir kış günü başlayan yolculukları aslında bir bahar günü evinden çıkarak işe gitmek için kamyonetine binen yaşlı adamın yolculuğundan başkası değil. Öyle ki, mevsimlerin insan yaşamının zıt evrelerini temsil ettiği metaforik anlatımdan yola çıkan Kaufman, çarpışacakları büyük ana doğru son sürat ilerlemekte olan gençlik ve yaşlılığı ortak bir anılar geçidinde buluşturuyor ve seyirciye çekingen bir genç adam suretinde tanıttığı Jake’in, yaşlı adamın zihninde canlandırdığı kendi gençlik hayali olduğunu çok geçmeden itiraf etmiş oluyor. Bu noktada Jake’in sevgilisi olarak anılan genç kadının kim olduğu hususuna açıklık getirmek büyük önem kazanıyor. Filmin ilerleyen sahnelerinde pek çok farklı isim, suret ve meslekte karşımıza çıkacak ve en nihayetinde adı “genç kadın” olarak kalacak Lucy’ye kesin bir anlam atfetmek mümkün değil. Zira Lucy film boyunca bir yandan yaşlı Jake’in bilinçdışı itkilerini ve korkularını ortaya çıkaran bir savunma mekanizması işlevi üstlenirken diğer yandan Jake’in dışlanmış ve yalnız çocukluğunu, annesiyle kurduğu hastalıklı ilişkiyi, kısacası pişmanlıklarla dolu vasat geçmişini aklamaya ve suçluluk duygusunun omuzlarına çöken ağırlığını ortadan kaldırmaya çalışan bir “ego” aygıtına dönüşüyor. Bu ego aygıtı yer yer Jake’i suçlamaya yeltense de yol boyunca geçen hararetli tartışmaların finalinde ona hak verecek ufak bir empati pırıltısı yakalamayı başarıyor, tıpkı “ego”nun üstlendiği işleve yakışır şekilde onunla uzlaşıyor.
Sorunlu yetişkinliğimizin faturasını çocukluk travmalarımıza kesen Freud, insan zihninin çok küçük bir kısmının bilinçli olarak işlediğini savunur. Freud’un açtığı yolda ilerleyen psikanalistlere göre zihin çok katmanlı bir yapıdır ve kararlarımızı yönlendiren esas unsur bilinçdışımızdır. Bilinçdışı bir bakıma zihnin karanlık odasıdır ve buraya erişim ancak rüyalar, çağrışımlar ve dil sürçmeleri vasıtasıyla gerçekleşir. Bu aşamada yönetmenin Lucy karakterini yaratmadaki temel motivasyonunu daha iyi anlayabiliyoruz. Jake’in bilincinin karanlık odasındaki milyonlarca bilinmezden sadece biri olan Lucy, kâh gençlikte hiçbir zaman elde edilememiş genç bir sevgiliye kâh sorgulayıcı bakışlarıyla yaşlı adamı suçluluktan kıvrandıran bir yargıca kâh başarısızlıklarla dolu geçmişi tüm şefkatiyle kabullenen bir iyilik meleğine dönüşüyor. Lucy ne bir şair, ne bir ressam ne de bir fizikçi; filmin ilerleyen sahnelerinde de göreceğimiz gibi Jake’in çocukluğunu oluşturan, ailesi tarafından hiçbir zaman takdir görmemiş yeteneklerini ve ilgi alanlarını temsil eden bir arzular bütünü belki de; hiçbir zaman ete kemiğe bürünmeyen, düşsel dünyanın ürünü “genç bir kadın” yalnızca…
Yol boyunca terk edilmiş bir evin bahçesinde görülen salıncak, çocukluğun reklam filmlerini süsleyen Tulsey Süt Evi tabelası ve Lucy’nin zihninde yankılanan “yolculuk sonunda ulaşacakları evin Jake’in kökenine açılan bir pencere olduğu” fikri bir arada düşünüldüğünde yapbozun parçalarını teker teker birleştirmeye başlarız. Zihnin karanlık odasını aydınlatan bu detaylar, çocukluğun kayıp imgelerinden başkası değildir. Kar beyaz örtüsüyle her yeri kaplamaya başladığında, dönüş yolunun tamamen kapanma ihtimali akla gelir ve genç kadın tedirgin bakışlarla ilk çekincesini dile getirir: “Acaba geri mi dönsek?” Bu korku çocukluğunun sarsıcı travmalarıyla yüzleşmeye hazır olmayan Jake’in korkusudur, yaşlı adam için yaka paça içine çekildiği dağınık hayaller diyarından, rüyaların şimdiyi bulanıklaştıran alaycı oyunlarından kurtulmak mümkün olacak mıdır?
I’m Thinking of Ending Things’te aile evine yapılan yolculuğun geçmişe ve çocukluğa yapılan yolculuğu temsil ettiğini söylemek zor değil. Kaufman’ın bunu yaparken atmosfer kurma noktasındaki başarısını da es geçmemek gerekiyor. Bachelard Mekânın Poetikası isimli eserinde ev ile ilgili anılara hülya değerleri kattığımızı söyler, yani hatırladığımız şey hiçbir zaman gerçekliğin kendisiyle birebir örtüşmez. “Çocukluğumuzu, doğduğumuz o ilk evi hatırlarken asla gerçek bir tarihçi değilizdir, şair bir yanımız vardır hep, heyecanımız da yalnızca yitik bir şiiri dışavurur belki de.” der. Yol, geçmişi hatırlamayı şiirsel bir deneyime dönüştürür; yolculuk boyunca gördüğümüz kuşlar, ağaçlar ve büyüleyici kar manzarası bize düşlemenin kapısını aralayan dinamik nesnelerdir artık. Şair Thoreau “Ruhuna kaydedilmiş tarlaların planlarına sahip olduğunu” söyler. Herkesin kendi yollarını, kendi kavşaklarını anlatması gerekir. Herkesin yitirdiği kırların kadastrosunu çıkarması gerekir. [2]
Tüm bu referanslardan yola çıkarak yolculuk için karlı bir günün seçilmesinin bilinçli bir tercih olduğunu söyleyebiliriz. Jake’in deyimiyle kasvetli ve kırgın bir güzelliğe sahip kış manzarası, şiirselliği çağrıştıran bir büyüleyiciliğe sahiptir. Genç bir şair olan sevgilisinin henüz tamamladığı son şiirini okuması yönündeki çocuksu ısrarları tam da burada gizlidir. Lucy’nin dudakları arasından gözyaşları eşliğinde dökülen dizeler ise huzuru çağrıştırmasının tam aksine eve dönüşün ıstırap verici acısıyla ilgilidir. Filmin ilerleyen sahnelerinde Jake’in çocukluk yıllarında okuduğu bir kitapta yer aldığını göreceğimiz Bonedog isimli şiir, Eve dönmek korkunç/ Köpekler yüzünü yalasa da yalamasa da/ Seni bekleyen şey eşin olsa da eşini andıran yalnızlığın olsa da/ dizeleriyle başlar. Yönetmen filmde tıpkı huzurlu ev imgesini alaşağı ettiği gibi “eve dönüşün konforlu sıcağını çağrıştıran kış yolculuğu” mitiyle de alay eder ve izleyiciye istediğini vermemek için adeta bir oyunbozana dönüşür. Bu noktadan sonra Jake için çocukluğun pişmanlık dolu günlerini anımsamak, yılların acımasızca yıprattığı ruhuna işkence etmekten başka bir işe yaramayacaktır. Şiirin eve dönmeyi ölümle eş değer tutan çarpıcı dizeleri, mutluluk verici deneyimlerden yoksun kötü bir çocukluğun habercisi ve otobiyografik vesikasıdır.
Yüzleşmenin İlk Adımı: Ev Gerçekten Sığınılan Sıcak Bir Liman Mıdır?
Nihayet yolculuk bittiğinde ve iki katlı çiftlik evinin bahçesine vardıklarında gün çoktan batmış, gece karanlık yüzünü göstermeye başlamıştır. Evin içine dair görünen ilk şey, annenin üst kattaki loş ışıklı pencerelerden birinde gülümseyerek el sallaması olur. Dışarıda şiddetini giderek artıran fırtınadan kaçmanın tek yolu evin bağışlayıcı sıcaklığına sığınmaktır. Pencerelerden sızan ışık evi dış dünyanın kötülüklerine karşı korur, onu kozmik bir yalnızlığın başat ögesi yapar. Lamba büyük bir bekleyişin ve kavuşmanın, aynı zamanda sığınağın yoğunlaşmış içselliğinin en vurucu tezahürüdür. [3]
İngiliz yazar Henri Bachelin, baba evinde yaşadığı dramatik kış gecelerini anımsarken şunları yazar: “Gece oturmasına gelen komşularımız, ayakları karlara gömülerek deli gibi esen rüzgârda evlerine dönerken sanki çok uzaklara, kimsenin bilmediği baykuşlar ve kurtlar ülkesine gidiyorlar gibi gelirdi bana. Okuduğum ilk hikâye kitaplarındaki gibi arkalarından “Tanrı yardımcınız olsun!” diye bağırmak istiyordum.”
Bachelin’in satırları, çocuk zihninin; kışın tekinsizliği ve bilinmeyen tehlikelerine karşı geliştirdiği korunma güdüsünün merkezine “sıcak ev” düşünü yerleştirdiğini açıkça gözler önüne serer. Kar tüm beyazlığı ile dış dünyayı hiçleştirir ve evreni tek bir tonda evrenselleştirir. Kış, evi içsellikle, içselliğin incelikleriyle doldurur. [4]
Peki ya I’m Thinking of Ending Things’te bastıran fırtına ve çöken gecenin ayazına rağmen yuvaya girmek istemeyen Jake bize ne anlatır? Cevabı tahmin etmek zor olmayacaktır. İçeri girme noktasında yaşanan tereddüt, yaşlı Jake’in korkularıyla yüzleşmesini geciktiren savunma mekanizmasından başka bir şey değildir. Evin eşiğinden içeri atılan her adım çocukluğun tekrar ve tekrar yaşanmasına ve aynı hayal kırıklıklarının hatırlanmasına sebep olacaktır. Durum böyleyken Freud’un ürküntü deneyimleri olarak açıkladığı böylesine bir tecrübe yaşanmak istenmeyecek ve inkâr ya da erteleme yoluna başvurularak zihnin merkezine yerleşmiş olan tehlike kovuşturulacaktır. Nitekim Jake, genç kadını ikna ederek eve girişlerini geciktirir ancak bu kaçış pek de uzun soluklu olmayacaktır.
Anılara Açılan İlk Kapı: Salonun Nostaljik Kokusu
Filmi analiz ederken yararlandığımız Mekânın Poetikası isimli eserinde Bachelard, “Hareketsiz olan anılar mekânsallaştırıldıkları ölçüde sağlamlaşırlar.” der. Filmde Lucy’nin salona girdiği ilk andan itibaren eve ait vintage bibloları incelemesi, duvarlardaki aile fotoğraflarına bakması ve eski bir plakta çalmaya başlayan müzik anıların mekânsallaştırılma amacına hizmet eder. Jake defalarca anne- babasına seslenir, yani zihin bilincinin en karanlık odasına kapattığı hayaletleri kilitlediği yerden çıkarmaya çalışır. Nihayet şöminenin de yakılmasıyla birlikte çocukluğa dair hatırlanan imgeler yeniden birleştirilmiş olur ve “mutlu aile tablosu” eksiksiz şekilde tamamlanarak Jake’in ebeveynleri genç çifti selamlamaya gelirler.
Bu noktada Jake tarafından açıkça itiraf edilen mutsuz bir çocukluk geçirdiği gerçeğinin üstünde fazlaca durmaya gerek yok. Zira Tolstoy’un edebi dehasına sığınılarak söylenen “Her aile mutlu, her yuva sıcak değildir.” cümlesi, ebeveynlere karşı duyulan soğukluk ve üst katta kavga eden anne-babanın evi inleten sesleri filmde geçmişe dair gerçeklerin tüm çıplaklığıyla ortaya dökülmesine sebep oluyor.
Ziyafet Başlasın!: Yemek Masasının Birleştirici Gücü
Lucy ve Jake sofraya davet edildiklerinde tehlike çanları çalmaya başlıyor ve ziyafet, yaşlı adam ile annesinin sorunlu ilişkisini merkeze alan bir yüzleşmeler şölenine dönüşüyor. Yemek boyunca annesinin okuduğu bölümden, okuldaki ilk anılarına, oynadığı oyundan, ilgi alanlarına kadar hakkındaki pek çok detayı hatırlamıyor ya da yanlış hatırlıyor oluşu, Jake’in önüne geçemediği bir öfke patlaması yaşamasına sebep oluyor. Anne figürünün ilgisizliği, babanın genç kadının gösterdiği resimler hakkındaki umursamaz eleştirileri yaşlı Jake’in niçin bu denli yalnız ve içine kapanık bir adam olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Sırf masada yabancı bir misafir olduğu için anne tarafından gösterilen ikiyüzlü ilgi, Jake’in yaşadığı ödipal karmaşayı özetleyen en vurucu detaylardan biri oluyor.
Filmde yemek sahnesi az sonra başlayacak olan büyük karmaşanın habercisi olması açısından önemlidir. Bütün akşam boyunca ailesinin karakteri ve çocukluğu üzerinde açtığı derin yaralarla yüzleşmek zorunda kalan Jake, sohbetlerinin ilerleyen aşamasında, annesinin yaşlılıkla ilgili yakınmalarını işitmeye başladığında hastalıklı bir empati geliştirerek ebeveynlerine karşı şefkat dolu bir acıma duygusu hissetmeye başlayacaktır. Bu ani ruhsal değişim ve acıma şüphesiz yaşlı anne babanın yakınmalarının aslında Jake’in kendi şikâyetlerinden ibaret olmasından kaynaklanır. Hayatının son günlerini yaşayan ve geçmişini pişmanlıklarla hatırlayan yaşlı adam için ölüm hiç olmadığı kadar yakındır.
Zihnin karanlık odalarını tetikleyen travmatik anılar art arda hatırlandıkça hayal ve gerçek birbirine daha fazla karışmaya başlar. Salondaki hayaletler birden kaybolup belirir, küçüklük fotoğraflarındaki çehreler birbirine karışır, çoktan ölmüş olan tatlı bir köpek tüylerini savurarak salonda gezinmeye devam eder. Dışarıdaki fırtına giderek şiddetlenir ve çiftlik evi düşler diyarının çaresiz tutsağı hâline gelir, bu noktadan sonra çocukluğun acı verici hayali daha canlı belirmeye başlar.
Her Şeyin Başladığı Yer: Çocuk Odası
Jake’in arkadaş edinme konusunda başarısız ve başkalarını her zaman dışarıdan izleyen, yalnız kalmaya mahkûm bir üçüncü göz olduğu konusuna daha önce değinmiştik. Takdir ve onaylanma hissini pek tatmayan bir çocukluk geçirmiş olan yaşlı adamın, geçmişine giden merdivenleri tereddüt dolu adımlarla tırmanması aynı yalnızlığı yeniden yaşayacağından emin olmasıyla ilintilidir. Çocuk odasından içeri girildiğinde adeta uçsuz bucaksız bir evrenle karşılaşırız. Kitaplar, posterler, dergiler, oyuncaklar önümüze dipsiz bir okyanus gibi serilmiştir. Tüm hayaller, fanteziler bu odada kurulmuş, ilk gençlik tohumlarını bu odaya serpmiştir. Çocukluğa dönüş bugünü bizden daha çok uzaklaştırır, şimdinin buğusu silikleşir. Evin odaları zihnin odalarına dönüşür ve aydınlanan her mekân hatırlanan anıları temsil eder. Zaman artık doğrusal ilerlemeyi tamamen bırakmıştır; anne ve babayı bazen çok daha yaşlı, bazense gençliklerinin ilk yıllarındaki hâlleriyle görmeye başlarız. Ev, kendi tarihimizin anlatısında yaşanmaktan çıkar, yaşanmış anıların yerlerini değiştirerek onları hayal gücümüzün anıları kılar. [5]
Bu sahnedeki en önemli detay babanın genç kadın karşısındaki sözünü sakınmayan cinsellik vurgularıdır. Jake’in yatağının iki yetişkin için fazla küçük ve sevişmeye elverişli olmadığının altını ısrarla çizer. Şüphesiz bu ayrıntı Jake’in bastırılmış cinselliği ile ilgili ipuçları vermesi açısından dikkat çekicidir. Lucy’nin odaları dolaşırken Jake’in annesine bir bebek gibi yemek yedirdiği, onu uyutarak başında beklediği anlara tanıklık ettiğimizde anne-çocuk rollerinin değiştiğini görürüz. Bu aşamadan sonra geçmişiyle yüzleşmenin son demlerini yaşamakta olan Jake için benliğiyle barışma ve teskin evresi başlar. O aslında ölmekte olan annesinin dudaklarından döküldüğü gibi “Her zaman çok gayretli, uslu, zeki ve gurur duyulacak bir çocuk olmuştur.” Geçmişini nefretle hatırlaması için hiçbir sebebi yoktur, hayatında ilk defa annesi –yani kendisi- tarafından onaylanmıştır. Takdir edilmenin derin hazzı evi ilk defa sıcak bir yuvaya dönüştürmüştür.
Çocukluğun Gizemli Canavarı: Bodrum Katı
Elbette bu sıcak aile tablosu kalıcı olmayacaktır, yüzleşmenin en törensel kısmı, “bodrumun tekinsiz karanlığına iniş” henüz gerçekleşmemiştir. Eve ilk geldiklerinde genç kadına “henüz tamamlanmamış olan yerdeki bir delikten ibaret” şeklinde tasvir edilen bodrum katı her zaman yarım bırakılmaya mahkûm, bakir bir karanlıklar diyarıdır. Bodrumun bilinçdışımızda temsil ettiği bilinmezi daha iyi anlayabilmek için evi dikey bir varlık olarak hayal etmemiz gerekir. Dikeylik bilincimize yapılan çağrılardan biridir ve ev zihnimizde dikeyliği yönünde farklılaşır [6]. Kaufman’ın seçtiği çiftlik evinin çok katlı yapısı ve bünyesinde yeraltına inen gizemli bir bodrum barındırması tesadüfi değildir. Burada bahsettiğimiz dikeylik, üst katlar ve bodrum arasındaki kutupsallığı ifade eder. Hayal gücünün fenomenolojisi açısından aydınlık olan üst kat ve çatının akılsallığı, bodrumun akıldışılığıyla karşıtlık içerisindedir. [7] Bu kutupsallığı psikanalist C. Jung kusursuz bir şekilde açıklar. “Bilinç, bodrumdan kuşkulu bir ses geldiğini duyduğunda tavan arasına koşup orada hırsız olmadığını dolayısıyla gürültünün hayal ürünü olduğunu saptayan biri gibi davranır. Aslında bu tedbirli kişi, bodruma inip bakmaya cesaret edememiştir.” der.
Jung’a göre bodrum, bilinçdışı korkularla yüzleşmenin yeridir. Bu yüzleşmeden kaçınan insan hiçbir zaman yeraltına inmek istemeyecektir. I’m Thinking of Ending Things’te Jake’in bodrum kapısını sıkı sıkıya bantlaması, oraya inmemesi için Lucy’yi engellemeye çalışması ve annesinin “Daha fazla bodrumda kalmak istemiyorum.” yakarışları tam da bu yüzdendir. Nitekim bodruma inildiğinde karşılaşılan tabloların aslında başka bir ressama ait olduğu anlaşılır, çamaşır makinesinden art arda çıkan hademe üniformaları Jake’in hayal ettiği ışıltılı geleceğe kavuşamamış olduğunun yegâne ispatıdır.
Fırtına Şiddetlendiğinde: Dönüş Yolu ve Her Şeyin Sonu
Dönüş yolunda yapılan hararetli tartışmalar ve Jake’in entelektüel birikimini aktarma çabaları, küçük çocuğun annesinin sevgisine ve ilgisine mazhar olma, kendisini ispatlama ve gerçekliğini reddetme refleksinden başka bir şey değildir. Yaşlı adam bu yolda zaman zaman kendisini affedecek ve yetişkin olmanın sorumluluğundan kurtulacak olsa bile rahatlamanın tesiri uzun sürmez, kemikleşmiş bir şüphe zihni içten içe kemirmeye devam eder. Elde edilemeyen başarıların, yalnız geçirilen koca bir hayatın, aşkı hiçbir zaman tatmamış yorgun bir kalbin suçlusu kimdir?
Yönetmenin kurduğu mizansenin en başarılı tarafı milyonlarca ikilemin bir an olsun sonlanmaması, bu yolla seyircinin aklının çorba gibi karıştırılmaya devam edilmesidir. Filmin sonunda gençlik ve yaşlılık nihayet bir lise bahçesinde buluşmuştur. Çocukluk imgeleri, çizgi filmler, müzikaller birbirine karışmış; hatırlamak isimli canavar kendi elleriyle geri dönülmesi imkânsız bir delilik inşa etmiştir.
Yaşlı Jake çırılçıplak şekilde arabasından iner, bembeyaz karın altında yürür. Filmin başından beri yaşadığı saçmalıklara bir son vermeye çalışan adam belki de hayatının tek zaferine ulaşmış, anne rahmine geri dönüşü ve günahlardan arınmayı sembolize eden masalsı bir tablo içerisinde “Her Şeyi Bitirmiştir.”
[1],[2],[3],[4],[5],[6],[7] Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, İthaki Yayınları, İstanbul, 2018