Korkularımızı bastırıp içimizdeki Anima ‘yı bulabilecek miyiz? Bir gün hep aynı duraktan bindiğimiz metronun içinde bizi tamamlayan parçamızı bulup puzzle’ı birleştirebilecek miyiz? Hayatın içinde sıkışıp kaldığımız noktalar içinde bir taraftan monotonlukla savaşırken aynı zamanda varoluşsal sıkıntılar yaşıyoruz. Hep aynı duraktan farklı insanlarla birlikte bıkmışlığa doğru ilerlerken ruhumuzdaki dengeyi sağlamaya çalışıyoruz. Gerçek ‘ben’le bize dayatılan ‘ben’ arasında yaşadığımız duygular ise aslında bilinçaltımızın bir ürünü olan rüyalarda gerçeğini buluyor. Bastıramadığımız duygularımızla birlikte savaşırken aslında hepimizin ortak bir kaygısı var. Gölgesinde yaşadığımız gerçek benliğimizi destekleyip bu monotonluğun içinden sıyrılabilmek…
Phantom Thread (2017), There Will Be Blood (2007) gibi filmlerin yönetmenliğini yapmış olan Paul Thomas Anderson’un video klip estetiği altında çekmiş olduğu 15 dakikalık Anima (2019), aslında tam da bu yolculuğu anlatıyor. Londra metrosunda; ‘’Rüyalarınızı hatırlamakta zorluk çekiyor musunuz?’’ yazılı bir afişle birlikte viral bir klip reklam tanıtımıyla başlayan bu yolculuk, bizi Radiohead grubunun solisti olan Thom Yorke’un varoluşsal kaygıları içerisine sürüklüyor.
Her ne kadar albüm tanıtımıymış gibi görünse de yönetmenliğini Anderson’un yapmış olduğu Anima bana kalırsa üç farklı yolculuk altında değerlendirilmeyi hak ediyor. Anderson’u film yönetmeni olarak değerlendirdiğimizde Anima için farklı yorumlar, klip yönetmeni olarak değerlendirdiğimizde ise bambaşka yorumlar ortaya çıkarabiliriz çünkü. Her ne kadar kısa film kategorisinde geçse bile Anima, aslında Radiohead grubunun solisti olan ve filmde de oyuncu olarak gördüğümüz Yorke’un albümünün tanıtımı.
Roncione’nin metro istasyonunda başlayan film, Yorke eşliğinde bizi distopik bir dünyaya götürüyor. Dansın her filmde kendini gösterdiği, karakterlerin kendilerini ifade edemedikleri her anda kurtarıcı gibi yetiştiği bir dünya burası. Küçücük bir çocuk gibi davranan bir kraliçe de, beyni yıkanmış bir robot gibi davranan genç bir kız da bu metroda buluşuyor. Hepsi farklı yaşamlarda aynı sistemlerin kurbanı olan bu topluluk müthiş bir performans sanatı sergiliyor.
Yorke’un bilinçaltına geçiş yaptığımızda aslında hikâye, çantasını metro istasyonunda unutan bir kadının peşine takılan karakterin romantik yolculuğundan çok daha ötesi. Yorke bir röportajında şöyle söylüyor; ‘’Kaygıyı en yaratıcı şekilde ifade etmenin yolunun distopik bir ortamdan geçeceğini düşündüm.’’ Aynı zamanda Yorke, ‘’Albüm başlığının ANIMA olmasının sebebi, benim kısmen Jung’un bir rüya konseptiyle takıntılı olmamdan kaynaklanıyor. Aynı zamanda insanlar olarak teknolojiyi taklit etmeye başladık ve bu taklidi davranışlarımıza da yansıtmaya başladık.’’ diyor. Peki bu sözler neyi ifade ediyor?
Nedir Bu Anima?
Anima kelime anlamı olarak bizi Carl Jung felsefesine götürüyor. Erkek ruhunun rüyalarında karşılık geldiğine inandığı bilinçdışı kadınsı yönü Anima’ya karşılık geliyor. Jung felsefesine göre her insan ruhen iki cinsiyeti de içinde barındırmakta. Kolektif bilinçaltında insan, dişil ve eril saflarıyla birlikte hareket ediyor. Anima ise erkek bedeninin bilinçdışı alanında yaşadığı varsayılan derin gölgesi, erkeğin içindeki kadının gölgesini temsil ediyor. Animayı bulmak ise kaygıyı en aza indirgemekten geçiyor.
Bu noktada filme döndüğümüzde, 15 dakikalık bu kısa filmi yalnızca kelime anlamından dahi birçok şeyi çözebilmemiz mümkün. Zira filmin afişinde karakterin bir kadının gölgesinde durmasından, bilinçdışı rüyaya geçiş yaptığında aslında dişil tarafını bulmak için yola çıkması Anima’yı temsil ediyor.
Anima’yı bulma yolculuğunu benim çok sevdiğim şarkıcı ve söz yazarı olan Stromae’nin Tous Les Memes (2013), adlı klibinde de görebiliyoruz. Klipte kompozisyon üzerinden farklılıklar ve zıtlıklar üzerinden bireyin dişil ve eril yönü de ortaya koyuluyor. Tıpkı Yorke gibi bu klipte de Stromae, uykuya daldığı sırada kendisini eril ve dişil yönleriyle birlikte bir yolculuğa çıkarıyor. Her iki yanında yatan ve kendisini iki tarafa da bağlı hisseden Strommae’nin anima yolculuğunda tıpkı bu kısa filmde olduğu gibi gölgesinde yaşadığı dişil karakterle dansına tanık oluyoruz.
Anima’ya dönecek olursak biyolojik olarak erkeği temsil eden Yorke’un dişil karakterde kendi animasını bulma yolculuğu üç farklı parça eşliğinde izleyenlerle buluşuyor. Belki de Anima’yı bu denli değerli kılan şey video sanatıyla sinemanın buluştuğu görsel şölen oluyor.
Video sanatı ve sinema
Hikâyeyi geleneksel bir sinema kurgusu mantığıyla izlediğinizde bu seyrin sizde hayal kırıklığı yaratması olası. Çünkü kısa filmden öte video sanatında, gelmesi olası bir sahnenin öngörülememesi ve bir önceki sahne ile anlam bağı içinde düşünülmemesi gerektiği aşikar. Bu anlamda Anima’yı değerlendirdiğimizde seyircinin izlediği görüntüler karşısında ‘’agresif’’ tavır takınması da böyle gerçekleşiyor. Zira Yorke’un metro istasyonunda bilinçaltı evrenine geçiş yapıp bir çantanın peşine düşmesi, diğer insanların aksine kendisini ters yöne çevirmesi gibi seyirci de düğmeyi çevirip cihazı kapatabilir, kendisini panikle video odasından dışarı atabilir.
Tabiri caizse Yorke’un metroda Not The News parçasıyla başlayan yolculuğu, tavşan deliğine çekildiği Traffic parçası eşliğinde başlıyor. Animası’na ulaştığında ise Dawn Chorus parçası eşliğinde Yorke’un gerçek hayatta da eşi olan oyuncu Dajana Roncione ile olan romantik dansını müthiş bir performans sanatı eşliğinde izliyoruz.
Yorke’un müziği ve Anderson’un sinema estetiğiyle birleşmiş olduğu Anima, tıpkı kelime anlamından geldiği gibi dişil ve eril saflarıyla birlikte tek bir filmde ya da ruhta birleşimini armoninin ve filmin estetiğiyle kusursuz bir şekilde tamamlıyor. Yönetmen, video sanatının yanı sıra performans sanatını da etkili bir şekilde yöneterek zengin açılar ve kontrastlarla güzel bir video, performans sanatıyla kısa filmin birleştiği iş ortaya çıkarıyor.