White Zombie (1932) ile başlayan ve yakın bir zamanda kaybettiğimiz George A. Romero’nun karakterleriyle iyice ete kemiğe bürünen zombi filmleri, klasik anlamda gelişimini tamamladıktan sonra tıpkı vampir filmlerinde olduğu gibi zamanla değişerek dönüşür. George A. Romero ustanın üçlemesini oluşturan Night of the Living Dead (1968), Dawn of the Dead (1978), Day of the Dead (1985) filmleriyle ise tür, tam olarak kimliğini bulur. O günden bu yana, gerek bu filmlerin parodileri gerek yeniden çevrimleri olmak üzere birçok zombi filmi çekilir, tür adeta bir kesimin vazgeçilmezi olur. Zombilik bir filmin tek başına amacı olmaktan çıkıp bir araca da dönüşür zamanla. Dominique Rocher’ın ilk uzun metrajı La Nuit a Dévoré Le Monde (2018) tam da böyle bir filmdir işte. Her an korkudan nefesimizi tutacağımız ya da kana bunalıp çığlık atacağımız, gözlerimizi kapatıp sahnenin son bulmasını bekleyeceğimiz bir zombi filmi yoktur karşımızda. La Nuit a Dévoré Le Monde bir yalnızlık filmidir aslında tam anlamıyla. Tıpkı isminde olduğu gibi gece dünyayı yutar ve Sam (Anders Danielsen Lie – Oslo, 31. August’daki başrolüyle hatırladığımız) bir başına kalır. Peki, yalnızlığı seven, fazlasıyla asosyal olan Sam, zombilerle dolu bir hayat ile daha mı kolay başa çıkacaktır?
Sam’in bir ev partisine gelmesiyle başlayan filmde kısacık bir sürede Sam’in kaybeden bir karakter olduğunu anlamak pek de güç değil. Zira eski kız arkadaşının evinde kalan müzik kasetlerini almaya gelen Sam’in bir türlü kalabalığa karışmayıp tek kalması, fazlasıyla mutsuz olması ve kaybettiği düzenli hayatın (ev, sevgili, yuva…) yeni temsilini (Sevgilisinin yeni bir hayatı vardır artık.) biraz da öfkeli bir şekilde izlemesi her şeyi özetler. Kalabalık içerisinde bile yalnız kalmayı başaran Sam’in bu hâllerini izlediğimiz prolog sahnesi, filmin devamında izleyeceklerimizin bir fragmanı gibidir adeta. Evdeki dans edip eğlenen güruh, insan avlamayı bekleyen zombilerin ileri geri sallanmalarını andırırken, kapılar ardında sevişen insanların kapı ile çıkardıkları ses ise dışarıdan içeriye girmeye çalışan zombileri akla getirmektedir. Bu kalabalıktan sıyrılıp boş bir odaya geçen Sam ise tam da bu karakter yapısından dolayı ölmekten ya da bir zombi olmaktan kurtulacaktır.
Zombi İle Paylaşılan Bir Yalnızlık
La Nuit a Dévoré Le Monde, neden ve nasıl olduğunu asla bilmeyeceğimiz bir zombi salgını sonucu Paris’in bir binasında yaşananları anlatıyor. Neden böyle bir salgının yaşandığını bilmediğimiz gibi bu apartmanın ve sokağın durumu haricinde diğer sokaklarda, şehirde, ülkede ya da dünyada ne yaşanıyor hiç bilemiyoruz. Filmin dış dünyada neler olduğunu belli eden tek işareti belki enerjinin (su, elektrik, doğal gaz) kesilmesi ve büyük sessizlik gibi şeyler olabilir. Enerjinin kesilmesi modern yaşamı bir anda geriye taşıyor. Ama yine de ne Romero filmlerindeki ne de 28 Days Later (2002), I Am Legend (2007) gibi filmlerdeki büyük yıkımı hissetmek pek mümkün olmuyor. Aslında film, tüm dış dünyayı tek bir apartmana sığdırarak büyük ölçekli bir filme harcayacağı bütçeyi ve emeği sadece yalnızlık duygusuna vermek istiyor. Kısıtlı bir alana hapsettiği karakteri ile baş başa kalan kamera, Sam’in yaşadığı büyük yalnızlığa, kendi kendisiyle kaldığında çocukluğuna kadar uzandığı geçmişine götürüyor bizi.
Zombi külliyatına baktığımızda kapalı bir mekâna kısılma durumu çok tercih edilen bir yoldur. Romero’nun zombi üçlemesinin her filminde bu durum tekrarlanır. Night of the Living Dead’de bir eve, Dawn of the Dead’de bir alışveriş merkezine, Day of the Dead’de bir askeri üsse tıkılıp kalan karakterleri izleriz. Fakat illaki bir dışarıya çıkma hâli vardır yine de. Ki televizyon ve radyo her daim dışarıda neler olduğunun haberini verir. La Nuit a Dévoré Le Monde’de ise Sam sadece bir kez pencereden gördüğü kediyi almak için birkaç adım uzaklaşır ve çok da çabalamadan eli kolu boş bir şekilde tekrar inine döner. Böylece yalnızlık filmleri denilince ilk akla gelecek Inside Llewyn Davis’deki Llewyn Davis’in yalnızlığını paylaşan bir kedisi bile olamaz Sam’in. Daha doğrusu Sam’in yalnızlığını giderecek yaşayan hiçbir canlı türü yoktur. Sam, yalnızlığını bir zombi ile paylaşır. Apartman sakinlerinden zombi olan Alfred (Denis Lavant – Holy Motors’daki olağanüstü performansına çok benzeyen bir performans sergiliyor) Sam’e arkadaşlık yapmaya mecbur bırakılır bir nevi. Zira asansör parmaklıklarına bağlı bir şekilde tutsak bir hayat yaşar Alfred. Tabii nabzı atmayan, konuşmayan, düşünmeyen, yargılamayan bir canlı tam da insanlarla hiçbir zaman arası iyi olamamış Sam için biçilmiş kaftandır adeta. Sam konuşur o dinler; Sam Alfred’e şiddet uygular o tepki vermez. Sam ile Alfred’in bu yol arkadaşlığı yine teması yalnızlık olan birçok filmdeki benzer durumları akla getirmektedir. Cast Away’deki Chuck Noland ile toptan yapılan Wilson’ın, The Eyes of the My Mother’daki Francisca ile esir aldığı Charlie’nin ve Fido’daki çocuklar ile zombi olan Fido’nun beraberlikleri ilk akla gelen örneklerdendir. Chuck Noland cansız bir varlığı kendine koşulsuz arkadaş eylemiş, Francisca ise zorla hapsettiği birine işkence yaparak kendine arkadaş bellemiş ve insanlık bu kez de Fido’da olduğu gibi zombileri sahiplenip esiri yapmıştır. Tıpkı Sam’in Alfred’i esir aldığı gibi. Film, bu noktada insanlığın her koşulda üstün olduğunu anladığı an yapabileceklerini çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer. Aslında insanın sadece zevk almak ya da üstün olduğunu kendine ispatlamak için yuvasından vahşice koparıp demir parmaklıklar arasına hapsettiği birçok hayvana yaptığı şey de tam olarak buradan beslenir. Hayvanat bahçelerindeki, sirklerdeki, akvaryumlardaki, kafeslerdeki, fanuslardaki ya da ölmüş bedenleri ile bile insanlığa hizmet etmek zorunda bırakılan doğa tarihi müzelerindeki hayvanların düştükleri durumla Alfred’in, Charlie’nin, Fido’nun paylaştıkları kader hep aynı değil midir?
Her Daim İçimizdeki Zombilik
Sam, bu efendi köle ilişkisi dışında belki de tüm bu çılgınlığa üreterek göğüs gerer. Bir müzisyen olan Sam, bulduğu her eşyayı bir müzik aletine çevirerek ve apartmanda bulduğu müzik aletleri sistemi ile müziğini icra etmeye devam eder. Hatta filmin en can alıcı sahnelerinden biri Sam’in zombilere konser verdiği an olabilir. Zombilerin Sam’a ulaşıp yemek için verdikleri çaba üzerinden hayranı oldukları müzisyenin konserine gidip kendinden geçen insanları da tiye alır film.
Sam’in içine düştüğü bu büyük yalnızlığa Alfred ve icra ettiği müzik ile göğüs germesi elbette yine de çok zor. Belki evden biraz uzaklaşsa ya da biraz daha ciddi gözlem yapsa birilerine ulaşacak. Fakat asla böyle bir çabanın içine girmez. Sam’in böylesine bir atmosferde bile içten içe yine yalnız kalmak istediğini düşünmek mümkün. Çünkü gece kapısının önündeki sesleri işitip de gelenin insan mı zombi mi olduğuna emin olmadan kapıyı kurşunlaması başka nasıl açıklanabilir? Sam, elbette bu gerçeği kendine bile itiraf edemez. Ama bilinçaltında asla yaşamında birini istemediği apaçık bellidir. İşte bu yanıyla Sam, zombi filmlerinin hatta tüm sinema tarihinin en kararlı yalnızıdır diyebiliriz. Her ne kadar defalarca apartmandan ayrılmayı düşleyip gerçekleştirememiş olmasına rağmen finalde zincirlerinden kurtulsa da düşünmeden edemez insan: Sam zorunlu kalmasa acaba bu girişimi sonuna kadar götürür müydü? Sam, gerçekten gözlemlenip, incelenmesi ve anlaşılmaya çalışılması gereken ilginç bir karakter. Zaten filmin bir sahnesinde çatıda oradan oraya koşturup duran Sam’i tanrısal bir bakış açısından izlettirir yönetmen. Filmin başlarında karşımıza çıkan bu sahnede yönetmen bize sinyali verir. Burada bir deney kobayı var. Ve ben sizden onu gözlemlemenizi ve bir sonuca varmanızı istiyorum der sanki. Bu sonuç peki nedir? Elbette yönetmen sonucu herkesin kendi kararına bırakır. Siz hangisini tercih edersiniz? Yaşadığımız dünyanın içinden çıkılmaz hâlinden uzaklaşıp kabuğuna çekilmek mi yoksa her şeye rağmen insanlığa karışıp mücadele ederek yaşamak mı?
Yazar arkadaşa eger bulabilirse I Zombie: The Chronicles of Pain
1998
öneririm.. gerçek yalniz adamı orada görebilir yillar once 1 kez vcdden izleyip cdsini attigim hayattan sogutan bi filmdir.