Bal arayan annesinin kafasına büyük bir kaya düşünce avcıların kol gezdiği vahşi doğada bir başına kalan yavru ayı Youk, annesinin yokluğunda onu bekleyen tehlikelerden habersizdir. Yalnız kalmasının üzerinden çok zaman geçmeden yolu erkek ayı Kaar ile kesişir. Ancak Youk’un, ayı avcılarının peşinde olduğu bu devasa yaratığa kendini kabul ettirmesi pek de kolay olmayacaktır. Annesinden boşalan korunma ve sevilme ihtiyaçlarını Kaar’la kapatmaya kararlı olan Youk ısrarla Kaar’ın peşinden gidedursun, bir süre sonra bu ilişkiye ihtiyaç duyan tek kişinin o olmadığı ortaya çıkacaktır.
1987’de Jean-Jacgues Annaud, İtalya’nın Dolomites bölgesinde, ününe ün katacak L’ours isimli bir filmin çekimlerine başlar. Filmin başrolünde 2 metre 90 santimetrelik Bart isminde bir ayının olacak olması herkesi meraklandırır, zira Annaud sanılanın aksine bir belgesel değil tamamen kurmaca bir film yaratma çabasındadır. O zamanlar 10 yaşında olan Bart o güne dek yarım düzineden fazla sinema projesinde yer almış olsa da, erkek ayıların yavru ayıları öldürebildiği gerçeğinden hareketle yapımcılar Bart’ı uzun bir süre, filmdeki yavru ayı Youk’la aynı renkte ve boyutta bir oyuncak ayı ile role hazırlarlar. Sonuçta, onca endişenin ve zahmetli çekimlerin ardından izleyen kimsenin kayıtsız kalamayacağı bir sinema klasiği ortaya çıkacak ve bu film John Cassavates’in Gloria’sıyla birlikte, Luc Besson’un fenomen filmi Leon’un en önemli esin kaynaklarından biri olacaktır.
Bir proje olarak önemli riskler barındıran L’ours’un elde ettiği başarıda, yaratılan gerçeklik hissinin yadsınamaz bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Annaud’un, avcılardan kaçış sürecinde ayıları salt kurban olarak sunmayıp onların da bu ekosistemde birer avcı hüviyetinde var olduklarının altını çizmesi, ayılar ve insanlar arasında güçlü özdeşimler kurduğu sahnelerde bile her şeyi kendi doğallığında sunmayı tercih edişi gibi meseleler yönetmeni başarısızlığa karşı koruyan sağlam bir set işlevi görür. Zaten bugün L’ours’u izleyen birçok kişinin onu bir belgesel olarak değerlendiriyor olması yönetmenin ve hikâyenin bu yönünün açık bir kanıtı olsa gerek.
Bu gerçeklik ve özdeşimin ulaştığı boyutu en iyi açıklayan bölümlerden biri sanıyorum ki filmin sonundaki kovalamaca sahnesidir. Dersini alan avcılar tarafından serbest bırakılınca yeniden doğanın acımasız kollarına düşen Youk’u artık öyle benimsemişizdir ki, onu avlamak isteyen vaşaktan kaçış serüveni bize adeta yavru aynının Lynch filmlerine yaraşır kabuslarından birindeymişiz gibi hissettirir. Ve hemen ardından, onu köşeye sıkıştıran vaşağa tüm gücüyle haykırıp karşı koymaya çalışan canlının artık Youk değil, ta kendimiz olduğumuzu idrak edişimiz gelir. Sinema tarihinin belki de izlenmesi en zor kovalamaca sahnesinin sonlanışına sahnenin görsel şahaneliğini de eklenince Youk ve Kaar’ın kavuşması, kelimelerin tarif edemediği bir duygu boşalmasına sebebiyet verir.
Film biterken, film boyunca öldüğünü, yaralandığını izlediğimiz hiçbir hayvanın zarar görmediği bilgisinin verilmesi ise L’ours’un, sevginin ve doğanın bağışlayıcılığının hırstan da, çıkardan da, öfkeden de üstün geleceğine yönelik söylemlerini tamamlayan önemli bir anekdot olarak göze çarpar. Zira filmin uyarlandığı romanın yazarı James Oliver Curwood’un da dediği gibi:
“Öldürmekten daha coşku verici bir şey varsa, o da yaşamaya izin vermektir.”