Gaspar Noe’nun yönetmenliğini yapmış olduğu Lux Aeterna (2019) (Bu terim Latince’de “sonsuz ışık” ya da “ebedi nur” anlamına geliyor.) adlı 50 dakikalık deneysel filminde yönetmen, cadı avı ile ilgili bir filmin setine götürür izleyiciyi. Film, Dostoyevski’den bir alıntıyla açılır: “Hepiniz sağlıklısınız, ancak bir epilepsi hastasının nöbet öncesi anlarda hissettiği yüce mutluluğu hayal bile edemezsiniz. Bu mutluluğun birkaç saniyesi karşılığında belki de tüm hayatımı verirdim.” Bu iddialı alıntıyla başlayan film, birkaç sahne sonra Charlotte Gainsbourg ve Beatrice Dalle’nin film setinde bulunan bir odada karşılıklı sohbetleriyle devam eder.İki karakterin yer yer cadı avına ve çekecekleri filme de dokunan konuşmalarını çoğunlukla ikiye bölünmüş ekranla veren Noe, oyunculara filmde gerçek adlarıyla yer vermiştir. Bu bilinçli bir tercihtir elbette. Lux Aeterna, tarihte cadılıkla suçlanan ve katledilen binlerce kadının acılarını, günümüz sinema endüstrisinde -taciz başta olmak üzere- çeşitli ayrımcılıklara ve baskılara maruz kalan kadınların acılarıyla paralel okuyan ve bu okumayı da Hristiyanlık karşıtı bir yerde konumlandıran bir filmdir. Noe’nin 2015 yapımı filmi Love 3D (2015)’de başrol oynayan Karl Glusman da bu filmde yer alıyor. Bir noktada Charlotte’a bir film projesinden bahseden Karl, kabaca Gaspar Noe’yi temsil ediyor gibi filmde. Çünkü tarif ettiği film projesi izlediğimiz filme çok yakın. Tabii bu temsil filmdeki bazı diğer şeyler gibi çok üstünkörü durmuş denebilir. Özellikle ışıkların sürekli yanıp söndüğü ve izleyiciyi koltuklarına hapseden bir ses eşliğinde film setinin kaosa sürüklendiği sahnelerde sembolik anlatım çok başarılı. Charlotte bu sahneler boyunca, film için hazırlanan çarmıha bağlı bir şekilde içinde bulunduğu kaostan kurtulmaya çalışırken, kameramanın ve ekipten hiç kimsenin onu ve iki yanındaki kadınları umursamaması, sadece çekime odaklanması günümüz sinemasında kadınların maruz kaldıklarına dair belki abartılı, ama yerinde bir anlatım olmuş. Bu sahneler; zaten Noe sineması da zaman zaman abartılı ve rahatsızlık verici ögelerden beslendiği için hiç sırıtmamış, aksine yönetmenin film için düşündüğü vizyonu tam anlamıyla yansıtan parçalara dönüşmüş. Charlotte çarmıhtan kurtulmaya çalışırken kameranın ona yaklaşıp uzaklaştığı sahneler ise, ışık ve ses efektleriyle birlikte sinemada daha önce görülmemiş çarpıcılıkta bir sekans oluşturuyor diyebiliriz. Bu sırada Dalle’nin bu kaosa verdiği tepkiler biraz sırıtsa da tolere edilebilir seviyede olduğu söylenebilir.Filme dair asıl nokta ise Noe’nin cadı avı temasını kullanarak Hristiyanlığı ve muhtemelen genel olarak dini yermesi. Bu hiciv özellikle filmin sonunda yer alan “Tanrı’ya şükür ateistim.” yazısıyla daha da anlaşılır oluyor. Film, cadı avı metaforuyla gizlenen ve tarih boyunca dönem dönem süregelmiş bir kadın düşmanlığı ifşası olarak ele alınabilir. Noe’nun filmde vermek istediği mesaj bahsi geçen cadı avı ve kadın düşmanlığı aracılığıyla İsa’ya inanan insanların iki yüzlülüğünü ortaya koymak ve bunu da bir Hristiyanlık eleştirisi olarak yükseltmek olabilir. Filmde kullanılan çarmıhlar ise, İsa’nın acılarının kadınların acılarıyla hem paralel hem de karşıt bir şekilde okunmasını sağladığı gibi, sinema sanatının da dinle paralel ve karşıt, hatta daha yüksek bir yerde konumlandırılmasını sembolize ediyor.
Film boyunca sinema ve yönetmenlik üzerine çeşitli görüşlerini de dile getiren Noe, bu anlamda, göstermek istediğini gerçekten etkileyici bir şekilde gerçekleştirmiş. Kendimi filmin yer aldığı din karşıtı konumda kesinlikle rahat hissetmesem de, filmin, insanların iki yüzlülüğünü ve hem gerçek hem de sembolik anlamda cadı avına kurban giden kadınların acılarını yansıtmasını gerçekten başarılı buldum diyebilirim. Son olarak, sinemanın ucuz bir endüstriyel araç olarak görülmemesi ve yönetmenlerin birer sanatçı olduklarını unutmaması gerektiğinin altını bu filmde direkt olarak çizen Noe, bu filmiyle sinemasını yeni bir yere taşımış diyebiliriz.
Emre Erol