“It’s not where you take things from, it’s where you take them to.”
Godard
Manifesto‘yu anlamak için kelimeleri çok iyi bilmek, anlatabilmek için ise aynı kelimeleri çok iyi kullanabilmek gerekir. Hiçbirimizin nesnel bir şekilde bu yeteneğe tam olarak sahip olduğunu düşünemiyorum. Ama öznel olarak anlamlandırmaya çalışmamız mümkün. İlk önce şunu belirtmemiz gerek: Cate Blanchett, Manifesto‘da yalnızca oyunculuğunu değil, kendini ortaya koyuyor. Tüm bilincini ve bedenini Manifesto‘ya göre şekillendiriyor, hatta belki de biz farkında olmadan Manifesto Cate Blanchett’e göre şekilleniyor. Yani Manifesto, Blanchett’in imzalı, damgalı, mühürlü sanat eseri hâline geliyor.
Birbirinden tamamen farklı, ama birbiriyle tamamen aynı 13 karakterin aynı zamansızlıkta yer aldığı Manifesto‘da, sanata ve sanatçıya dair farklı görüşlerin aynı noktada birleşmesine tanık oluyoruz: İsyan. İnsanlığa karşı gelmek, ama insanlığa karşı gelirken bir yandan o insanlardan biri olmak. Kabuğunu beğenmeme, ama kabuğundan çıkamama durumunu biraz mizah ve ironiyle anlatmayı deneyen Manifesto, bunu başarıyor. Kuralları yeni baştan yaratmak istiyorsanız, ilk önce var olan kuralları yıkmanız gerekir. Manifesto o yıkılamayan kuralların üzerine yenilerini getirmeye çalışanlara eleştiri getirmeyi deniyor. Her ne kadar asıl mesele manifestolar gibi görünse de, asıl mesele insanlardan başka bir şey değil. Neye karşı olunduğundan çok, nasıl karşı olunduğu ele alınıyor. Yani ister istemez bir süre sonra karakterlere tek tek bakmayı bırakıp kendinizi bir adım geriye çekip biçimsel ve tüm tabloyu görmeye çalışan bir bakış açısıyla filmi izlemeyi sürdürüyorsunuz. Mekanlarla karakterler birlikte hareket ediyor. Hatta birlikte hareket etmenin ötesinde, mekanlar karakterleri çemberine alıp bütünleşmeyi sağlıyor.
Manifestoların kendi kuralını kendi yaratma derdi dışında ortak bir noktaları bulunmuyor. Kendilerinden önceki kurallara laf ederken onlardan beslenmeleri de filmde sezdirilen noktalardan biri. Sanatın artık özgün olmadığından, taklit olduğundan bahseden manifesto da, o taklit sanattan besleniyor; sanatın artık özgün olmadığından, bu nedenle özgün olması için uğraşmamamız gerektiğinden bahseden manifesto da yine o taklit sanattan besleniyor. Ama bu durum filmdeki protesto havasını yok etmiyor. Bir olayın protesto sayılması için olayı gerçekleştiren kişinin kendinden kesinlikle emin olması gerekir. Karakterler kendinden emin; senaryo değil ve senaryonun karakterlere nasıl baktığı ya da nasıl bir konuma sürüklediği, hitabetin seviyesini ve etkisini değiştirmiyor. Cate Blanchett’in dünyayı yakabilecek derecede kameraya ve izleyiciye hakim olması, sizin de sinema salonundan kalkıp sokağa çıkarak bağırıp çağırma isteğinizi körüklüyor. Her karakterle göz göze gelmeniz ve size direkt olarak hitap etmesi, bir yandan korkutucu olabiliyorken diğer yandan sizi tesiri altına almasında kolaylık sağlıyor. Metinler o kadar dolu ki, izleyicinin bazen altyazıyı okumaktan filmi izleyememesi muhtemel. Diğer bir seçenek olarak benim gibi Cate Blanchett’in performansını izlemek için altyazıları da kaçırabilirsiniz. Ama Julian Rosefeldt & Cate Blanchett ortak eserine sanki bir Van Gogh resmiymiş gibi hayranlıkla bakacağınıza ve tekrar tekrar izlemek isteyeceğinize eminim.