Sizi ODTÜ’de felsefe okumayı bıraktırıp, Hacettepe’de tiyatro okumaya teşvik eden neden neydi?
Buna iki ayrı cevap verebilirim: Pratik nedenler ve daha teorik diyebileceğim nedenler var. Pratik olarak, on beş yaşımdan beri hep oyunculukla uğraştım. İlk olarak lisede drama dersleriyle başladı bu hikâye ve sonra hiç bırakmadım. Her zaman da konvansiyonel olan tiyatronun dışında bir tiyatroya ilgi duydum. O yüzden de Türkiye’den ne kadar yapabilirsem alternatif ekipleri takip etmeye çalışıyordum. O dönemde bunların arasında ODTÜ oyuncuları çok iyiydi. Efsane oyunlar, çok iyi yönetmen ve oyuncular çıkarmıştır bünyesinden. Ben de genç biri olarak çok heyecanlanıyordum onların oyunlarına. Bütün üniversite tercihlerimi de ODTÜ üzerine yaptım. Çünkü, konservatuara girmek yerine ODTÜ oyuncularının arasına katılmak istiyordum. Fakat orada istediğim gibi bir yapı bulamadım. Ortam ve işleyişi çok da dışarıdan gördüğüm gibi değildi. İkinci olarak da bir yandan üniversite okuyup diğer yandan tiyatro yapmaya çalışmamın beni sonunda felakete sürükleyeceğini düşündüm, çünkü okulu bitirmem mümkün olmayacaktı. Bunlar pratik nedenlerdi. Daha sonra da ODTÜ’yü bırakıp onun yerine konservatuarı tercih ettim. Teorik kısma gelirsek; bence o yaşlar felsefe okumak için çok iyi yaşlar değil. Üstelik benim gibi çok enerjik olan ve sürekli hareket peşinde koşan biri için felsefe okumak çok mümkün değildi. Felsefeyi çok sevmeme rağmen dersleri de takip edemiyordum. Felsefe okumak şu anki yaşlarımın mevzusu olabilir, ama o zamanlar öyle değildi.
Yakın dönemlerde Ankara’da tiyatro ile uğraşmak daha siyasi bir iş olarak algılanıyordu, hatta tiyatroculuk devrimcilikle bağdaştırılıyordu. Siz de bunu hissettiniz mi?
Nihat İleri’nin bir lafı vardır: “Tiyatro yapmanın kendisi politik bir tercihtir. Siyasi bir oyun yapmanıza gerek yoktur.” der. Ben de buna katılıyorum, direkt siyasi göndermesi olan işlerden izleyici olarak da, oyuncu olarak da çok hoşlanmıyorum. Politika bu işin içine girince ideolojik bir hal alıyor tiyatro. Sonuçta da ideoloji hayatı öldüren bir noktaya geliyor. Aslında politika dediğimiz şey, başta kendi özel yaşantımız olmak üzere hayatın her alanında var. Ama yine de angaje işlerin içinde yer almaktan pek hoşlanmıyorum. Tiyatroda daha deneysel ya da avangard diyebileceğim işler beni heyecanlandırıyor. Klasik metinleri de çok severim, ama klasik metinlere yepyeni bir yorum getirilerek sahnelenmesi beni daha çok heyecanlandırır. O zamanlarda da böyle bir arayışın içerisindeydim.
Şu anda tiyatro ile ilgili bir projeniz var mı?
Aslında tekrar tiyatro yapmayı çok istiyorum. Fakat, benim hikâyem konservatuar bitince İstanbul’dan dizi teklifi almamla başka bir yöne kaydı. Sonrasında da ilk yaptığım işin Derviş Zaim ile olması beni kameraya doğru yöneltti. O günden bu yana kamerayla çalışıyorum. Bunun dışında iki kez tiyatro yaptım: Bir kez, İngiltere’de Mehmet Ergen’in davetlisi olarak bir oyun oynadım ve bir de yine Mehmet Ergen’le İstanbul Aksanat’ta bir oyun sergiledim. Tiyatroyu özlüyorum, ama kamera işlerinden dolayı çok vakit bulamıyorum. Çok teklif de geliyor, ama benim yapmak istediğim projeler var ve onları bana uygun birileriyle ortaklık kurabilirsem yaparım. Bunların dışında da iki yıldır da devam eden, belgesel üzerine iki farklı projede çalışıyoruz eşimle beraber.
İlk sinema filminiz bir Derviş Zaim filmi olan Cenneti Beklerken (2006) olmuş. Genellikle oyuncular ilk sinema filminde bu şansı yakalayamayabiliyor. Siz bu başarıyı nasıl yakaladınız?
Oyunculuğa Çemberimde Gül Oya ile, yani televizyon standartlarının çok üstünde olan bir işle başladım. Sonrasında da Türk sinemasının yüksek standartlarından biri olan Derviş Zaim ile çalıştım. Bu tabii ki çok şanslı bir başlangıç, ama her güzel şeyin de bir bedeli oluyor. İşe güzel projelerle başlarsanız, sonrasında dünya bu şekilde zannedip hayal kırıklığına uğramaya başlayabiliyorsunuz. Türkiye’de eski oyuncuların bir lafı vardır: ” Doğru meslek, yanlış ülke”. Gerçekten de baktığınız zaman hep tekdüze işler, klişe hikâyeler ve roller var. Üstüne artık oyunculara duyulan ihtiyaç azaldı. Benim için de işler çok güzel başladı, ama sonraları bu durum giderek ızdıraba dönüştü. Oyuncu olarak çalışmanın hayatımda getirileriyle birlikte götürülerini de yaşadım. Ama o dönemden sonra Derviş Zaim ile çalışmaya devam edebilmek bu şansın devamı oldu. Bir de insan kötü deneyimler yaşadıkça hayatına ve yaptığı işe dair daha çok şey öğreniyor. Bu biraz hayata nasıl baktığınızla ilgili; organik bir canlı gibidir hayat, her şey birbiriyle bağlantılı ve biz bu hayatta çok fazla deneyim yaşıyoruz. O deneyimlerden çıkarttığımız derslerle başka bir yere doğru yol alıyoruz. Biz evrildikçe yaptığımız şeyler de evriliyor. Bana “Böyle bir işi seçtiğinden dolayı pişman mısın?” diye sorarsan, pişman değilim. Öte yandan, “Bu işi yaparken izlediğin yolla ilgili pişmanlıkların var mı?” diye sorarsan, var. Ama iyi ki de onları yapmışım, çünkü öğrenmek ancak yanlış yaparak ve biraz da yanlış yapma imkânını kendine vererek başarabileceğin bir şey. Ben de, bu hayatın öğrencisiyim diyebilirim.
Az önce bahsettiğiniz, sinemanın klişelerle doldurulması, tekdüze hale getirilmesi durumunundan bahsetmek gerekirse, sizce sinemamızı bu durumdan kurtarabilmenin ve ortalama izleyicinin “Ödül alan film kötüdür.” algısını kırabilmenin bir yolu var mı?
Ben oyuncu olarak bu sistemin tam olarak içinde değilim. Ama sinemacıların, filmlerin dağıtımını sağlaması, gösterilecek mecra bulmaları ve seyirciye ulaşmalarıyla ilgili büyük problemler var. Bu da kapitalist sistemin her şeye meta olarak bakmasıyla, en çok paranın nasıl ve nereden kazanılacağına bakmasıyla ilgili bir durum. Sinema dediğimiz şey, para kazanmak için de yapılan; ama sadece para kazanmak için yapılamayacak bir şey. Her türlü durumda Türkiye’de farklı işler mecra bulmakta zorlanıyor. Seyirciye ulaşılabilen tek yer festivaller oluyor. Üstüne bir de korsan diye bir şey var. Bütün bunların iyi yönleri de kötü yönleri de var. İnsanların sinemaya ulaşmasının ve yayılmasının tek yolu internet gibi. Ama bunun bize bir dönüşü yok. Bunlara ek olarak, sinemamıza verilen fon çok az. Sadece üç, dört ayrı fon veriliyor, ama yüzlerce sinemacı var. Bu fon neye göre ve kimlere ulaşabilir. İster istemez insanlar da bu destekleri alabilmek için ödünler vermek zorunda kalıyorlar. Bu da işlerin özgünlüğünü zedeliyor. Biz de belgesel ile ilgili çalışmaya başladığımızda, nasıl bir süreç izlendiğini görmek için arkadaşlarımızdan çektikleri filmlerin tretmanlarını istedik ve o filmlerin çıktıkları ilk noktadan son noktaya kadar yaşanan macerayı gördük. O kadar çok şeyden vazgeçmek zorunda kalmışlar ki… Bu da tabii ki özgünlüğü ortadan kaldırıyor. Bizde sanki insanların hata yapmaya hakları yokmuş gibi, bir şeyler deneyip başarısız olamazlarmış gibi bir algı var. Hâlbuki bu durum sanatın kendisine aykırı bir şey. Bizlerin daha çok deneysel olanın üstüne gidebilmemiz, belki de sinemanın her şeyini yeni baştan düşünüp kurgulayabilmemiz gerekiyor; ama bunu yapmaktan çok uzağız.
Bu konuda sponsor kaynaklı bir özgünlük kaybetme durumu var, ama bunun yanında izleyicinin izlemek istediği filmden beklentisinin sadece onları duygusal yönden harekete geçirmesiyle ilgili olması ve sinemayı bir arayış değil kaçış olarak görmeleri de sinemacıların özgünlüğünü etkilemiyor mu?
Film yaparken bunu da göz önünde bulundurmak gerek. İnsanlar bunu istiyorsa, bu onların suçu değil. Bir insanı beğenilerine göre yargılamak çok doğru bir şey değil. Eğer biz filmlerimiz seyirciye ulaşmıyor diye düşünüyorsak, belki de onlara ulaşmanın başka yollarını aramak gerekiyordur. Belki onların da duygularını harekete geçirmenin bir yolunu bulmak gerekiyordur. Bu popülist bir şekilde yapılmak zorunda değil, farklı yollara başvurulabilir. Sanat filmi ile popüler sinema dediğimiz şeyin arasında büyük bir uçurum var. Dünyanın her yerinde bu ikisi arasında fark vardır. Ama bu kadar uçurum yoktur; birbiriyle alışveriş içerisindedir. Bir yönetmen ya da oyuncu önce çok popüler bir iş yapıp daha sonra deneysel bir iş yapabilir. Bizdeki sorun, dayanışmayı bilmememiz. Ama yurtdışına baktığınız zaman, bir yönetmen bir film çekiyor, o filmdeki görüntü yönetmeni başka bir işte o yönetmene yapımcı olabiliyor; yani kendi kendilerini döndürebiliyorlar. Biz ise birbirimizin başarısızlıklarından mutluluk duyuyoruz.
İzleyicilerin ülkemizde sanat sinemasının konuk olduğu festivallere ve ödül törenlerine burjuvazi bir gözle bakması, ama aynı zamanda da bu festivalleri hızlı bir şekilde tüketmeleri, buna rağmen gittikleri filmler hakkında hiç bilgi sahibi olmamaları da dikkat çekici değil mi?
Bu meseleyi izleyici üzerinden düşünmedim. Daha çok bu işi yapanların nasıl yaptıkları üzerinden yöntemsel ve teorik sıkıntılar olduğunu düşünüyorum. Burada seyircilerin tek hatası, beğenmedikleri işler de dâhil olmak üzere her şeyi alkışlamaları. Kötü bir oyun izledikten sonra bile herkes kalkıp alkışlıyor. Ama oyundan çıkarken atıp tutuyorlar, o zaman bu insanlar neyi alkışladılar? Tüm bunlar ezbere yapılıyor. Yani seyircinin sorumluluğu eleştiriyi direkt yapmak olmalı. Ciddi eleştiriler gelirse bizler de kendimize çekidüzen verebiliriz. Kimse oyunlarımızı, filmlerimizi izlemiyor diye ağlaşıp duran bir sürü insanız. O zaman izletmek için bir yol bulunması gerek. Bunun için de risk almak, denemelerde bulunmak, kendimizden ödün vermek gerek. Bir iş yaptığımızda bugünün koşullarında yapıyoruz, bugün o işin karşılığını alamayabiliriz; ama belki de yirmi yıl sonra o filmler yeniden keşfedilecek ve insanlar bunlar üzerinde kafa yormaya başlayacaklar.
Bu durum sinemacıların kendi geleceklerini düşünüp şu anda harekete geçmelerine bağlı değil midir?
Derviş Zaim bu konuları düşünen biridir. İnsanlar onun sinemasını sadece sanatsal terimlerle kritik ediyorlar. Mesela Derviş Zaim’in film yapmak konusunda yeni ve farklı metotlar izlemesinin, başka pratikleri denemesinin tartışılması gerekiyor. Onun gibi kendi kulvarını takip eden ve kimsenin dümen suyuna girmeden inatla kendi yolunda giden sinemacılarımız var. Bu insanlar şu anda kitlesel anlamda çok fazla rağbet görmüyor olabilirler. Fakat bu işe yeni girmiş insanların, deneyimli yönetmenlerin yaptıkları işle kurdukları ilişki üzerine kafa yormaları gerekiyor. Çok yetenekli olabilirler, güzel fikirleri olabilir; ama sinema yapmak üzerine strateji geliştirmeleri gerek ve bizim de bunları tartışmamız gerek. Yaptığımız ürünün niteliklerinden çok, yöntemsel olarak nasıl sinema yapılabileceği üzerine kafa yormamız gerekiyor. Biz de bunları yapmaktan çok uzağız. Sinemacılar da bu kirli dünyada kendilerinin kirlenmesine engel olamıyorlar.
Filmografinizde birbirinden farklı filmler ve canlandırdığınız karakterler var. Ama Çemberimde Gül Oya dizisinde oynadığınız karakter üzerinize yapışmış gibi görünüyor. Bu durum sizce neyden kaynaklanıyor?
En büyük neden, insanların beni ilk kez o işte görmeleri. Diğer yandan, o dizinin televizyonda çok da fazla rastlanmayacak türden değerleri olan bir iş olması. Bizde tarihi drama konusunda çok büyük bir eksiklik var. Yakın tarihi ile yüzleşmiş bir toplum değiliz, hatta bu konuları tartışamıyoruz bile. Dizi yaklaşık on iki yıl önce yayınlandı, ama en azından o dönemde televizyonda böyle bir işe yer vardı. Şu anda böyle işlere yer yok, o yüzden insanlar diziyi dönüp tekrardan izliyorlar. Bu kadar çok izlenmesinin ardından tabii ki rol üzerimde kalabilir. Bütün dünyada da durum aynıdır. Bir sinema filminde insanlar -eğer ki bir Nuri Bilge Ceylan filmindeyseniz- en fazla üç buçuk saat sizi izleyebilirler. Bir tv dizisinde her bölüm ikişer saat görebiliyorlar, bu durumda da rol yapışabilir. Televizyonda yaptığım işlerde çok farklı kitlelere hitap ettim ve yaptığım bir dizinin izleyici kitlesi diğer diziyi hiç izlemediği için, sokakta yanıma gelen insanların her biri farklı bir işle beni anarak geliyorlar. Ömre Bedel‘den de, Kırık Kanatlar‘dan da gelenler oluyor. Ama Çemberimde Gül Oya‘nın olayı, dizinin farklı bir iş olması ve buna bağlı olarak seyircisinin de farklı olmasıydı. Televizyonu çok fazla izlemeyen bir kitle de izledi. O nedenle daha büyük dönüşleri oldu.
Sinemada ya da televizyonda yaptığınız bir işten hiç pişmanlık duydunuz mu?
Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim. Kendi yaptığım şeylerden, bana yapılan şeylerden ya da yaptığım işlerin niteliğiyle ilgili kötü hissettiğim zamanlar oldu. Ama hangi meslekten olursan ol bunu yaşarsın. Önemli olan bunlardan ders çıkarıp yoluna o derslerle devam edebilmek, benim yaptığım da bu. En büyük pişmanlığım da yaptığım şeylerden değil yapmadığım veya ertelediğim şeylerden oldu. Kendimi bildim bileli yaratıcı bir insan oldum ve mutlaka bir şeylerle uğraştım; iki yıldır film çekmeye çalışıyorum, yazı yazdım, tiyatro yönetmenliği denemelerim oldu, sayısız fikirler, projeler geldi aklıma. Ama ben bunları gerçekleştirebilecek zamanı, parayı, cesareti bir araya toplayıp bir türlü yapamadım yıllarca. Bunu da yeni yeni üzerimden atıyorum. Yani bu konuda pişmanlığım bana “O zaman yapmadığını şimdi yap.” diyor ve ben de yapmaya çalışıyorum.
Son filminiz Rüya’dan ve canlandırdığınız karakterden bahsedebilir misiniz?
Bir filmin hikâyesini anlatmak -üstelik bir Derviş Zaim filmiyse- biraz zor. Ama kabaca anlatmam gerekirse; İstanbul’da yaşayan Sine adında genç bir mimar kadın, amcasının şirketinde bir takım projeler üzerinde çalışıyor. Bunlardan bir tanesi de camii projesi. Sine’nin bu camii projesi ile ilgili alışılmışın dışında, modern bir iş yapma arzusu var. Sistemin buna izin verdiğini ama izin verdiği ölçüde karakterin başına felaketler geldiğini görüyoruz. Ben de bu şirketin tasarladığı toplu konutlarda yaşayan ve Sine’ye karşı gizli bir ilgisi olan Yaren’i canlandırıyorum. Bu toplu konutlarda da gerçekleşen doğal afetler ve mimari hatalardan kaynaklanan sıkıntılar oluyor. Yaren’in de bu sıkıntıların ardından hayran olduğu kadının yaptığı şeylerden kaynaklanan hayal kırıklıkları oluyor. Derviş Zaim filmlerini sevenler için alışıldık bir konu bu. Genelde onun filmlerinde bir karakter kendi vicdanıyla hareket etmeye başlar ve o noktadan sonra başına türlü felaketler gelir. Ama bu filmin farklılığı şu: Derviş Zaim kendi mevzularını sinema üzerinden tartışmayı seven bir yönetmen. Bu mevzuları da ait olduğumuz kültüre kodlayıp geleneksel sanatlarla, felsefi anlayışlarla, sanatsal akımlarla bir senteze ulaşıp ulaşamayacağımızı sorgulayan işler yapıyor. Bu filmde de mimarî mercek altına alınıyor. Aslında filmdeki mimarın yapmak istediği değişimleri, Derviş Zaim de kendi filminde yapısal olarak yapmaya çalışıyor. Film geleneksel bir yapıya sahip değil ve seyircide kırılmalara yol açabilecek bazı teknikler kullanılıyor. Aynı kadın karakteri dört farklı oyuncu oynuyor ve bu karakterin çeşitli paralel evrenlerde başına gelebilecek olaylar üzerinden bir yapı kuruluyor. Cüretkâr bir iş kesinlikle. Bizde belli bir kariyer edinmiş insanlar genellikle kendi kariyerlerini her filmde ortaya koymazlar. Ama Derviş Zaim her filminde kendi kariyerini ortaya koyuyor ve risk alarak deneysel işlere imza atıyor. Bu da hem sinemayı seven biri olarak hem de oyuncu olarak benim için inanılmaz bir nimet. Diyebilirsin ki, çok büyük bir hayranlığın mı var? Benim de eleştirebileceğim bir sürü şey olabilir, ama önemli olan bu değil; sinema yapmaktaki istikrarını, yılmamasını ve sürekli kendini geliştirmesini hayranlıkla izlediğim bir yönetmen. Onunla üç ayrı filmde çalışmak da benim için bir onur. Derviş Zaim isterse ben onunla her zaman çalışırım. Yaptığım her işte de onun birikimine ve dürüstlüğüne güvenerek ilk önce onun fikrini alırım.
Rüya’yı izlememin ardından salondan çıkarken, farklı tarzdaki seyircilerin filme birbirinden bağımsız tepkiler verdiğini gördüm; ama hiç kimse birbiriyle aynı fikirde değildi. Peki Rüya aslında nasıl bir izleyici kitlesini hedef almıştı?
Kendisini tanıdığım kadarıyla söyleyebilirim ki, Derviş Zaim bu filmde tam olarak yapmak istediği şeyi yapmış. Ama tabii ki yaptığınız işte herkesi aynı anda memnun etmeniz mümkün değil. Eğer ki yaptığınız işi insanlara beğendirmek üzerine kurarsanız kendi kişiliğinizi kaybedersiniz. O yüzden kimsenin memnun olmayacağı ama benim seveceğim bir işi yapmayı tercih ederim. Yaptığımız şeyler -beğenilsin ya da beğenilmesin- izlendiğinde canlı bir organizma gibi insanların içinde yaşamaya devam eder, Belki çok sonra sonuç verebilir, biz bunu bilemeyiz. Belki de filmi anlamadığını söyleyenler, anladıklarını anlamamışlardır. İnsanlar çok gizemli yaratıklar ve biz kendimize dair bile çok az şey biliyoruz. Bazen sizde en büyük etkiyi yaratan şeyler, sizin hiç beğenmediğinizi ya da çok sıkıldığınızı düşündüğünüz işler olabiliyor. Ben kimsenin edinmediği mevzuları dert edinen, kimsenin beğenmediği şeyleri beğenen, kimsenin yapmak istemediği şeyler yapmak isteyen biri olarak, sistemin dışında kalmış gibi hissediyorum. Bunu şikâyet ettiğim için söylemiyorum, bu benim yaşam tercihlerimden kaynaklanan bir şey.
Rüya’da canlandırdığınız Yaren karakterine sunulan modern bir camii var. Yaren bu camiide ibadet etme konusunda ilk önce tereddüte düşse de sonradan kabul ediyor. Eğer ki Yaren’in yerinde siz olsaydınız geleneksel olanı yıkıp yeni baştan yaratma fikrine ne derdiniz?
İlk başta geleneksellik dediğimiz kavramı tartışmak gerek. Geleneklere saygı duyup onları öğrenip farklı bir şekilde uygulamak mümkün. Eğer biz geleneklere tabular olarak bakarsak, içi boş bir şekilden ibaret olurlar ve içi boş bir şekli devam ettirmenin bir anlamı olmaz. Biz bir doğu toplumuyuz ve binlerce kuralımız var. Tabii ki insanlar değerlerine sahip çıkmalı. Ben de o açıdan yıkıcı düşüncelere sahip değilim, tam tersi muhafazakâr sayılabilirim ama şekilci biri değilim. Dışarıdan baktığımızda geleneklerine bağlı görünen birisinin aslında çok saygısız, yıkıcı ve kendi medeniyetini yok etme seviyesinde olan birisi olduğunu görebiliriz. Zaten Derviş Zaim’in sinemasında tartıştığı şeyin temeli bu, “Geleneklerimiz ile bugün arasında nasıl bir köprü kurup, onları nasıl uygulayabiliriz?” sorusunu sorar. Cenneti Beklerken‘de (2006) minyatür, Nokta‘da (2008) hat sanatı, Rüya‘da (2016) mimari üzerine bu soruyu soran birisi Derviş Zaim. İçinde ibadet edilmesi için bir cami tasarlanıyor ve hiçbir yerde cami nasıl olmalı diye bir kural yok, onun yerine bir gelenek var. O gelenek de ilk kez bir caminin yapıldığı dönemin özellikleri ile ilgili bir şey. Yani bizim bu geleneği çok iyi analiz edip bugüne uygulayabilmemiz önemli. Dinsel bir mekâna girdiğimde her seferinde büyülenmişimdir; Rüya‘da kullanılan Sancaklar Camii de maneviyatı mimari fona dökebilmiş bir mekân. Belki kubbesi yok, minaresi alışıldık değil ama o büyülenme hissini veriyor. Bunlar üzerinden değerlendirdiğimiz zaman, geleneği yıkmanın değil geliştirmenin tarafındayım. Biz filmi çekerken bu tür konuları pek konuşmadık. Bir film, bir konuyu tartışırken fikirleri nesneleştirir; soyut bir fikir tartışması yapamaz. O fikirler vücut bulmadıkça tartışılamaz. Derviş Zaim de kendi fikirlerini cami üzerinden nesneleştirdi. Geleneksel toplum yapımızla bugünkü hayatı nasıl bir noktada sentezleyebileceğimizi tartışmak istediğini düşünüyorum. Şu anda kullandığımız sentezler çok da iyi sonuç vermiyor ve onun filmleri daha farklı bir şeyler denememiz gerektiği hissini veriyor bana.
Rüya‘nın değindiği önemli noktalardan biri bu dediğiniz sentezleme sorunu, diğeri de kentsel dönüşüm ile ilgili hepimizin korktuğu bir durum. Bu konu üzerine de sinemamızda çok az örnek var, mesela bunlardan biri Ekümenopolis. Bizi kentsel dönüşüme iten korkularımızı sinemacılar da mı anlatmaya çekiniyorlar?
Dünyadan kopuk bir toprak parçasında, hatta uzayda yaşıyormuşuz gibi düşünüyoruz. Ama bu böyle olmamalı. Kentsel dönüşüm insanların kabul ettiği sistemin bir sonucu olarak bütün dünyada yaşanıyor. Türkiye’de daha hoyratça uygulanıyor olabilir, ama biz de çoğu doğu toplumu gibi hoyrat bir toplumuz; hiçbir şeyi düşünmeden önümüze geleni yıkıp geçiyoruz ideolojilerimiz ne olursa olsun. Bu durumda da tahribat yüksek oluyor. Mesela İspanya da bizdeki gibi bir kentsel dönüşüme maruz kaldı. İnşaat sektöründe inanılmaz bir para akışı sağlandı ve bu durum bugünkü sistemin kaçınılmaz sonucuydu. Hepimizin bu dünyada dili, dini, ırkı her neyse aynı havayı soluduğumuzu ve aynı sistemin içinde yaşadığımızı fark ettiğimiz zaman daha rahat yaşayacağız. Dünyadaki temel sıkıntı, sistemin izin verdiği şeyin dışında bir alan bulamayan hayatlar yaşamamızda. Bir şehrin en işlek caddesine girdiğin zaman tüm dükkânlar birbirinin aynı, hatta tüm dünyayla aynı ve bu sistem bir kanser gibi yayılmaya devam ediyor. İnsanlık bir gün gelip buna “Yeter” demeli, ama ne zaman olur bilemiyorum. Ama bu olay “Kentsel dönüşüm yapılmasın” gibi bir şey değil.
Kullanılan yöntemler değiştirilmeli belki de.
Nüfusa bağlı olarak sistemin bazı gereklilikleri var; biz de bu sistemin dışında kalmamak için nelerden ödün verdiğimizi düşündüğümüz zaman “Bu olayı doğaya, kültürlerimize, dünyaya en az zararı vererek nasıl yapabiliriz?” sorusunu sormamız gerek.
Bu soruyu sormak yerine Batı kültürünü anlaşılabilecek en yanlış şekilde anlayarak yolumuza devam ediyoruz sanırım ve bu da ne Batı’ya ne Doğu’ya ait olamamamıza neden oluyor.
Bahsettiğin şey Derviş Zaim’in başlıca temalarından biri. O bu meseleleri tartışmayı seven birisi.
Peki Fil’m Hafızası’nı takip ediyor musunuz?
Fil’m Hafızası’nı biliyorum, yazılan bazı makaleleri okuyorum. Türkiye’de bu konuda çok büyük boşluklar var ve daha bağımsız oluşumların bu konuya el atması gerek. Ülkemizde sinema yazarlığı, sadece eleştirmenlik olarak algılanıyor. Mesela Yeni Dalga akımına bakarsan, o akımdaki sinemacılardan Godard ve Truffaut gibi isimler sinema yazarlığından gelir. Onlar film yapmadan önce bunun üzerine tartışmışlardır, sonra uygulamışlardır ve düşündükleri şeyleri kimsenin yapmadığını görünce onlar yapma kararı almışlardır. Umarım sizler de bunu başarırsınız, sizinle de seve seve çalışmak isterim. Bizim artık birilerine kendini beğendirmeye çalışan insanlardan çok yeni deneyimlere açık, genç sinemacılara ihtiyacımız var. “Genç olmak uzun zaman alır.” demiş bir yazar ve genç olmanın bir yaşla ilgili olduğunu düşünmüyorum. Bizim yalnızca cesur insanlara ihtiyacımız var.
Son zamanlarda belirli bir kitle genç sinemacılar konusunda çok ümitliyken, başka bir kitle çok umutsuz durumda. Sizce durum nedir?
Bizim yaşadığımız sıkıntı bir araya gelemememizde, destek olamamamızda. Geniş çaplı bir dayanışma içerisine girilmeli ilk önce; fikir alışverişi, lojistik ve maddi destek verebilmeliyiz birbirimize. Teknolojinin bize sağladığı imkânları göz önünde bulundurarak Türkiye’de yapılan film sayısını düşünürsek kimsenin hiçbir şey yapmadığı sonucuna varırız. Burun kıvırdığımız Yeşilçam’da 1950’lerde çok zor şartlarda filmler yaptılar ve bu insanlar sinemamızı bambaşka bir yere taşıyabildiler. Yılmaz Güney’in, Şerif Gören’in filmlerini hangi koşullarda yaptığını düşünmek gerek. O günkü koşullarda çok iyi şeyler başaran insanlar, bugünün koşullarına sahip olsalardı kim bilir daha neler yaparlardı. Biz ise paramız, seyircimiz olmadığından şikâyet edip duruyoruz. Eğer senin gerçekten iyi bir fikrin varsa, illa çok yüksek meblağlara ihtiyacın yok. Gerçekten yapmak istiyorsan, yapabilirsin. Dünyada bütçesiz film yapmak diye bir olgu varken biz neden yapamayalım.
Yanlış bilmiyorsam bütçesiz film yapmayı başaranlardan biri de Godard. Cebinde metroya basacak bilet parası bile olmadığı halde A Bout de Souffle (1960) filmini yapmış.
Bu hayatı yaşayan biri olarak bana ilham ve cesaret veren isimler bunlar. Bir filmin, müthiş görüntüleri olan, 850 bin liralık bütçeyle çekilmiş bir film olması beni hiç ilgilendirmiyor. Gerekirse mütevazı bir şey çekilsin; burada önemli olan fikirlerdir. Biraz yanlışlıklar da yapalım ve yanlış yapa yapa doğruları yapmayı öğrenelim; kimse yaptığımızı beğenmese de olur. Artık genç sinemacıların, otoritelere “Çekin gidin.” demesi gerek. Sistemde olmaya ihtiyaçları olmadığını belirtmeleri gerek, biraz anarşist olmaları gerek.
Bunu da söyleyemiyorlar, çünkü yine işin içine maddiyat giriyor.
O zaman da bir takım tekellerin hoşuna gidecek şeyler yapmaya dönük düşünmeye başlıyorsun ister istemez ve bütün değer yargıların da ona göre oluyor. Çok güzel fikirlerle ortaya çıkan sinemacıların yapmaya çalıştığı işe o kadar çok insan müdahale ediyor ki, onlar da sonunda şaşırıyorlar yapmak istedikleriyle yaptıkları şey arasındaki farkı görünce. Yani bizim içimizdeki o saflığı korumanın bir yolunu bulmamız ve terbiye edilmememiz gerek. Ama bu kafalardan çok uzağız işte. Dünyada da genel olarak böyle ama, onlar sistemin boşluklarını bulabilirlerken; biz bulamıyoruz. İnsanlar gidip Jafar Fanahi’nin yaptığı Taksi Tahran (2015) gibi filmleri izlesinler. O koşullar altında GoPro gibi kameralarla nasıl işler çıkabildiğini görsünler. Demek ki yapılamayacak bir şey değil. Ama tabii etrafında ona inanan insanlar eşliğinde yapıyor bunları. Bu durumu aşmak sizin gibi platformların elinde olan bir şey. Belki yeni festivaller yapılabilir, online sinema ağları kurulabilir; hatta birlikte filmler çekebiliriz. Beraber olmalıyız, tek çaremiz bu.