2010 yapımlı Heartbeats açılışını Alfred de Musset’den bir alıntıyla yapıyor: “Il n’y a de vrai au monde que de déraisonner d’amour”, yani Türkçe karşılığıyla “Mantığın ötesindeki tek gerçek, aşktır.” Musset’nin bu sözü, Xavier Dolan’ın bize Heartbeats ile ne anlatmaya çalıştığını özetler nitelikte. Hikâyemizin ana teması bir aşk üçgeninden oluşuyor. Nicolas’a (Niels Schneider) âşık olan Francis (Xavier Dolan) ve Marie (Monia Chokri), Nicolas’ı bir türlü paylaşamayacaklardır. Çekişmelerle devam eden bu sürecin sonunda ise Francis ve Marie aşklarına karşılık bulamayacak, birbirlerinin tek dayanağı olarak kalmaya devam edeceklerdir. Xavier Dolan bu aşk üçgeniyle yaşadığımız ilişkilere ayna tutarken biz de mantığın ötesindeki tek gerçek olan aşkın psikolojisine göz atalım.
Heartbeats’i özel kılan en önemli etken, içinde barındırdığı detaylar ile çok şey anlatmayı başarabilmesidir. Küçük şeylerdir aşkı böylesine muazzam ve karmaşık kılan. ” Küçük şeylerdir geceleri şairleri öldüren. ” Her aşık bir nevi şairdir de. Dolan’ın aşk hikayesinde bu nedenle her bir detay büyük önem taşıyor. Francis’in kirazı fazla tatlı bulduğundan yemek istememesi üzerine Nicolas’a yedirmesi ve Marie’nin bu duruma “Tatlın o kirazdan on yedi kat daha tatlı.” sözleriyle karşılık vermesi, Francis ve Marie’nin Nicolas’a aldıkları doğum günü hediyelerini uzun uzun karşılaştırmaları, Nicolas’ın birinden birine samimi davranışlarda bulunduğunda yüz ifadelerinin değişmesi, Francis ve Marie’nin aralarındaki gizli savaşı ve kıskançlıklarını ortaya koyan önemli detaylardan.
Kıskançlık insanlığın en zayıf yönlerinden biri. Arzuladığımız insanın ilgi görmesini, beğenilmesini kıskanmaya başlıyoruz. Bu sebeple bizim için dışarıda kalan herkes tehlike arz ediyor. Sahip olmak ve sahiplenilmek istiyoruz. O insanın, ötekinde olan konumundan faydalanarak “İşte bu kişi benimle birlikte, ben ona sahibim!” diyebilmeyi istiyoruz. Bu sahip olma ve ötekinin arzusunun nesnesi olma isteğini Francis ve Marie’nin, Nicolas için ilk öteki olan annesini acımasızca eleştirmelerinden ve Nicolas’ı annesinden bile kıskanmalarında görebiliriz.
Bazen karşı tarafa duyduğumuz aşkı en güzel cümlelerle ifade etsek de alacağımız cevap oldukça basit ve tek bir cümle olabilir. Francis, Nicolas’a olan hislerini açıkladıktan sonra aldığı cevap sadece “Gay olduğumu nasıl düşünürsün?” olur. Marie ise Nicolas’a “O mektubu eğer gerçekte sana verseydim cevabın ne olurdu?” diye sorar. Ancak yalnızca “Hâlâ fırında yemeğim var.” cevabını alır. Bütün bunlar ve Nicolas’ın diğerleri tarafından arzu ve ilgi odağı olması Nicolas’ı, Marie ve Francis’in gözünde ulaşılmaz konumuna koyar. Ulaşılmazı ve mükemmeli elde etmek Francis ve Marie’yi yüceltecektir.
Kafamızda yarattığımız “ideal” olana âşık oluruz. Marie, kafasında hayal ettiği hasır şapkalı Nicolas’ı hoş bulduğundan ona hasır şapka satın alır. Francis, Nicolas’ın sarı saçlarının turuncuyla olan uyumunu düşleyerek Nicolas’a hediye olarak turuncu bir kazak alır. Kendimizden yola çıkarak arzumuzu, yarattığımız ideale göre şekillendirme isteği içinde olduğumuzu gözlemleyebiliriz. Buradan hareketle filmde de Marie’nin, Nicolas’ın “hayatımın aşkı” olarak bahsettiği Audrey Hepburn’e benzemeye çalışması ve Francis’in de Hepburn’ün posterini Nicolas’a hediye etmesi her ikisinin de Nicolas’ın ideal olanına ulaşmaya çalıştığını gösterir. Mükemmel olana ulaşma, Tanrılaştırma arzusu parti sahnesinde Marie ve Francis’in gözünde Nicolas’ın bedeninin heykellere benzetilmesinde görülebilir.
Bir yandan ise oldukça masumdur aşk. Marie “Önemli olan, sabahları birisiyle uyanmaktı. Aynı yastığa baş koymaktı. Önemli olan yastıktı. Rüzgâr eserken, karnının tok ve sevdiğinin yanında olması… Nefesinin sıcaklığını omzunda hissetmek… İşte bu kadar.” der. İnsan eksiktir. Doğduğu an yaşar en büyük travmayı. Tanımlayamaz ve anlamlandıramaz. Anne kucağında teselli bulur fakat bir süre sonra farkına varır ki yalnızca bütünün milyarlarca parçasından bir tanesidir. Karnı doyduktan, uykusunu aldıktan sonra dahi doyuma ulaşamaz. Daima sevgiye ve ilgiye muhtaçtır. Ömür boyu dağın tepesine çıkmak için çabalar, tepe ise mutlak ölümdür. İnsan eksiktir ve bu eksikliği aramaya devam etmeye mahkûm bırakılandır.
Tüm bu olanlardan sonra Marie’nin sigarayı bırakma kararı alması da yine hoş bir detay. Elinden düşmeyen sigarası için Marie “Sigara içmek sanki unutmak gibi. Moralim dibe vurduğunda sigaram elimdeki tek şeydir. Sigara duyguları saklar,” der. Nicolas aynı zamanda Marie’nin bu kadar çok sigara içmesine neden olan bir etkendir. O etken ortadan kalktığında var olma nedenini öznesinden alan nesne de yok olmuş olur. Tabii, yeni aşklar ve yeni sebepler bulununcaya dek bu böyledir.
Marie “Hayatımın ilerleyen zamanlarında ruh eşimle tanışacağımı biliyordum, fakat yirmi beş yaşında tanışmam kötü oldu.” diyerek Nicolas’ı ruh eşi yerine koyar. Özel şeyler hissettiğimiz her insanı ruh eşimiz sanırız. Fakat bir yıl sonra partide karşılaştıklarında Marie’nin Nicolas’a nefretle bakması gibi, o özel insanları yalnızca eskiden tanıdığımız biri olarak hatırlamamız oldukça mümkündür.
Xavier Dolan, Heartbeats ile bazı sorulara cevap bulabilme çabasından çok “Bu yalnızca aşk.” diyerek bizi bir başımıza bırakır. Çünkü “Mantığın ötesindeki tek gerçek aşktır.” Heartbeats aynı zamanda Paul Thomas Anderson’ın Magnolia filminde geçen bu sözü akıllara getirir : “I have so much love to give – I just don’t know where to put it.” (Neden buradayım? İçimdeki bu sevgiyle ne yapacağım?)
İlke Erkmen