Yakın tarihimizde, özellikle 90′lı yıllarda şiddetli yaşanan öğrenci hareketlerinden, F tipi cezaevlerinde yapılan açlık grevlerine kadar birçok önemli siyasi olaya şahit olduk. ‘‘Hayata Dönüş Operasyonu’’ adı altında demokratik mücadeleye yapılmış en büyük saldırılardan birinde birçok insan hayatını kaybetti. F tipi cezaevlerine yerleştirilenler genellikle sanatçılar, üniversite öğrencileri ve aydınlardı. Düşünceyi bir hücreye kapatmak fikrinin kabul edilemez oluşu ile yaşanması hiç de istenmeyen olaylar patlak vermiş, Platon’un bu ve muadili günleri çok öncesinde tahlil edercesine sorduğu: “Bizi koruyuculardan kim koruyacak?” sorusu pek çok insanın duygularına tercüman olmuştu.
19 Aralık 2000 tarihinde gerçekleştirilen ‘’Hayata Dönüş Operasyonu’’na ithaf edilen Sonbahar, vizyon tarihini de 19 Aralık seçerek 2008 yılında gösterme girmişti. Sinema lisansı yapmadan sinemaya gönül veren ve başarılı çalışmalarıyla adını iyiden iyiye duyuran Özcan Alper, Sonbahar’da kendi deyimiyle Çehov’un insana dair inancını ve Nazım Hikmet’in insan ve memlekete dair umudunu temel aldı.
“İnsan hayatı en değerli varlıktır.”
“Hayat her şeye rağmen güzeldir.”
Sonbahar’ın açılış sahnesinde, mahkûmların açlık grevi sürerken kendilerine yapılan müdahale öncesinde kurulan iyi niyetli cümleler bunlar. Duyduğumuz cümlelere karşın yapılanlarsa acı bir ironiden başka bir şey değildir.
90’lı yıllarda öğrenci hareketlerine katılmış, ancak hapse giriş nedenini bilmediğimiz Yusuf’u ilk kez bir hastane odasında görürüz. Yusuf (Onur Saylak), doktorun direktiflerine karşılık nefes alıp vermekte oldukça zorlanırken, dışarıdan bir karga sesi duyarız. Kuşlar özgürlüğün simgesiyken, karganın ölüme işaret etmesi Yusuf’un kaderini çizecek bir ipucu olarak görünür. Nihayetinde fazla ömrü kalmadığını öğrenen Yusuf, özgür bırakılır ve giydiği on yıl hükmün ardından memleketi Artvin-Hopa’ya döner.
Evine döndüğünde annesini pencereden bakarken gören Yusuf yıllar sonra annesine kavuşmuştur, ancak babası o hapisteyken vefat etmiştir. Bundan böyle anne-oğul bir başlarına yaşamlarına devam ederler. Annesi, her anne gibi, oğlunun mürüvvetini görmek, onu mutlu ve rahat ettirmek için çabalar. Bu esnada, Yusuf ile Eka’nın (Megi Kobaladze) ilk göz göze gelişi ise çarşıda bir kitapçıda olur. Eka, Gürcistan’dan kaçıp yaşamını hayat kadını olarak sürdürmektedir. Tıpkı Raskolnikov’un bir hayat kadınına aşık olması gibi Yusuf da Eka’ya âşık olmuştur.
Görüntüleri ve ruhsal çözümlemeleri açısından Sonbahar, Dostoyevski romanlarını da andırmaktadır. Dostoyevski’de karakterler çok derinleşir; dertlerini, sorgularını giderek felsefi bir yok olma noktasına getirirler. Yusuf da bir tür Raskolnikov yalnızlığıyla çevrelenmiştir. Gerek en yakın arkadaşı Mikail (Serkan Keskin) gerekse yaşadığı çevredeki diğer insanlar sığ bir dünyanın içinde Yusuf’un 10 yıl önce bıraktığı gibidir. Onun bıraktığı yerde değişen, gelişen hiçbir şey olmamıştır.
Mevsim değişmiş, sonbahar yerini kışa bırakmıştır. Yusuf ömrünün son demlerini yaşarken onun ruhundaki değişimleri Karadeniz’in gittikçe hırçınlaşan dalgalarından anlarız. Eka için memleketi Gürcistan’a dönme vakti gelir. Yusuf’a: “Sen en güzel yıllarını sosyalizm için mi verdin?” diye sorduğunda Yusuf sessiz kalır. Eka, baskıdan kaçtığı Gürcistan’a dönmek için hayat kadınlığını bırakır. Yusuf’a olan aşkı, onun içinde gördüğü tutkunun kendi içinde de filizlenmesine neden olacaktır. Yusuf da Eka’yla birlikte Gürcistan’a giderek, bu aşka karşılık vermek ister. Lakin uzak diyarda ölüm düşüncesi onu bu fikirden vazgeçirir. Eka Gürcistan’a dönerken, Yusuf tamir etmeye çalıştığı ve sonunda bütün nefesiyle çalabildiği tulumu ile sonsuz yolculuğuna uğurlanacaktır.
Bir röportajında: “Kürt meselesi aynı zamanda benim de meselem. Kürtçe anadilde eğitim ne ise, bir Hemşinli olarak benim için anadilde eğitim de o kadar acil ve önemli. Yok olmakta olan bir dilin ne ifade ettiğini biliyorum” diyen Özcan Alper, Sonbahar’ı Türkçe, Hemşince ve Gürcüce dillerinde çekerek konuya dair hassasiyetini de göstermiş oldu. Karadeniz’in tüm güzelliğinin gözler önüne serildiği film, yönetmenin ilk uzun metrajı olmasına rağmen ince bir işçilikle, çok emek verilerek ortaya çıkarılan, olgun, yürekli ve son derece başarılı bir iş.