Üniversitede, sinema eğitimimin ilk ya da ikinci yılındaydım. “Genel Sinema Kültürü” adlı bir dersimiz vardı. Bu derste, Türk ve dünya sinemasının önde gelen isimlerinin filmlerini izlerdik. Değerli eğitmenlerimiz alınmasın, ancak, bu ders, genellikle günün ilk dersi olduğu için uykulu olurduk ve ”prensip gereği” film başlayıp bitene kadar ara verilmediği için, izlediğimiz birçok filmin, birçok kısmında uyuyakalırdık.
Yine hepimizin uykulu olduğu sabahlardan birinde, küçük sinema salonumuzda toplanmış, o gün izleyeceğimiz filmin başlamasını bekliyorduk. Perdede, elinde sigarasıyla oturduğu yerden bize bakan bir ”Andy Garcia” ve Andy Garcia”nın önünde el yazısıyla kocaman bir “Modigliani” yazısı belirdi. Eğitmenimiz bize, yönetmenliğini Mick Davis”in yaptığı bu yarı-biyografik filmden kısaca bahsetti. Ancak, ne yalan söyleyeyim, çoğumuz o güne kadar ne Mick Davis adını duymuştuk, ne de bir Modigliani eseri görmüştük. Hatta, -abartmış olmadığımı düşünerek- söyleyebilirim ki, bence, yine çoğumuzun, o sıralar ”Modigliani” diye bir kişilikten haberi bile yoktu. Bu sebeple, eğitmenimizin dilinden dökülenler, perdedeki Andy Garcia ya da az sonra perdeden yansıyacak görüntüler pek ilgimizi çekmiyordu. Ta ki, küçük salonumuzun ışıkları kararana ve perdede, ”enkaz” denecek kadar mutsuz bir kadının dudaklarından dökülen sözcükler duyulana kadar:
“Aşkın ne olduğunu biliyor musunuz? Gerçek aşkın? Hiç kendinizi cehennemin sonsuzluğuna mahkum ettiğiniz bir aşk yaşadınız mı? Ben yaşadım…”
Bu mutsuz kadının sorusuna cevaben, 20”li yaşlara ”henüz” adım atmış ya da hala 18-19”larında dolanan biz salondakiler, gerçek aşkın ne olduğunu tabii ki bildiğimizi sanıyorduk. Bir yandan da, “aşk”ı tam olarak bildiğimizden emin olamadığımız ve bildiğimizin doğruluğunu tartmak adına, başkasına danışmanın ”utanılacak” bir şey olduğunu düşünerek kimselere soramadığımız için, bu tanımadığımız kadının biraz sonra anlatacaklarını merakla beklemeye koyulduk. Ne hikmetse, bu merak sayesinde, uykumuz hemen açılıvermişti.
Açılış sahnesinin hemen ardından perdede 1900”lerden, karmaşık, gürültülü, abartılı bir Paris restoranı belirdi. Biz izleyenler, konsantre olmuş, perdedeki ortamı algılamaya çalışırken, birbirleriyle konuşan adamların Picasso, Rivera gibi, isimlerini çok iyi bildiğimiz ressamlar olduklarını idrak ettik. Hal böyle olunca, ilgimizi çoktan çekmiş olan bu filmden, artık kopmamız da imkansızlaştı. Bunun sebebi, eserlerini gayet iyi bildiğimiz bir sanatçının -bu filmdeki örnek ”Picasso”-, özel yaşantısında nasıl bir adam olduğunu merak etmemizdi sanırım -ki Picasso”yu gördüğümüzde, ”demek Picasso böyle biriymiş” ya da ”Picasso”nun tipi böyle değil ki” gibi iç seslerin salonda yükseldiği de aşikardı. Zira filmin ardından ”kibirli Picasso” karakteri için neden Omid Djalili”nin seçildiğini çokça tartıştık.
Filmdeki Picasso”yu tanıyıp, tartmaya başlamamızın hemen ardından, gerçek hayatta Picasso kadar aşina olmadığımız filmin esas kişisi, ”Modigliani” rolüyle Andy Garcia, restorana girdi. Şimdi Modigliani”yi tanıma vaktiydi! Modigliani asi, mağrur, alaycı ve vurdumduymaz bir tavırla masalardan birine çıkarak, tüm oturanların dikkatini kendine çekti ve bir ilah gibi, ağzından çıkan her kelimeyi restorandaki herkese, keyifle tekrar ettirdikten sonra, ilk hedefine yönelip şöyle bir soru sordu:
“Pablo Picasso! Söyle bana Pablo! Aşkı nasıl küpe çevirirsin?”
Hepimiz, bu sahneyle ve aslında bu replikle, Modigliani”yi -net bir şekilde- tanımış olduk: Modigliani, herkesçe deli bir ilah olarak anılan, döneminin popülaritesine ayak uydurmayı reddeden, uyanları da içten içe eleştiren, hırslansa ve çok çalışsa Picasso kadar devleşecek, önüne çıkan fırsatları tepmese belki her açıdan çok mutlu olabilecekken, hayatı hisleriyle, olduğu gibi, kafasına göre ve hayata meydan okuyarak yaşayan bir adam…
Modigliani, yaşadığı dönemde, resim yeteneği ve ailesi açısından önüne çıkan birçok şans ve imkanı kullanmayarak kendini o çevrelerce küçültürken, hayatı olduğu gibi, tüm karşıt duygularla beraber tüketip, dolu dolu yaşayarak, biz perde karşısındakiler önünde devleşti.
Burada tüm filmi, sahne sahne anlatacak değilim, biraz da siz okuyucuların izlemesine fırsat tanımak gerek… Zaten yazının başında bahsettiğim o iki ana sahneden bu kadar ayrıntılı bahsetme sebebim de, filmin kalan kısmını ve Modigliani”nin kişiliğini bu iki sahne sayesinde ifade edebilecek olmamdı.
üniversitedeki küçük salonumuza dönecek olursak, hepimiz, filmin kalan kısmını, -aşklarını, hırslarını, öfkelerini, sevgilerini çılgınca deşmek istediğimiz- Modigliani”nin delilikleri peşinden giderek, adım adım, pür dikkat izledik. Modi”yi takip sırasında Utrillo, Rivera, Cocteau, Renoir, Matisse ve tabi ki Picasso gibi isimlerle karşılaşıp heyecan sınırlarımızı zorladık ya da Jeanne”la olan imkansız denebilecek aşklarının sonucunu gözyaşlarımıza hakim olamadan içimizde hissederek izledik. Bu yarı biyografik filmin ne kadarının gerçek, ne kadarının kurmaca olduğunu izlerken bilmesek de (çünkü Modi”yi tanımıyorduk), filmde verilen tüm duyguların bizde gerçek bir yansıması oldu. Ve normalde, bir film bittiğinde, koşarak salonu terk eden bizler, Modigliani bittiğinde öylece kalakalmıştık. Hareket eden yoktu karanlıkta, tutamadığı gözyaşlarından utananlar vardı sanırım ve o ışıkların bir süre açılmasını istemedi kimse.
Filmden sonra, izleyenler olarak, uzun uzun yaptığımız tartışmaların yanında, filmden kime bahsetsek haberi olmadığını fark ettik. Neden kimse henüz 2004 yılında çekilmiş bu filmi bilmiyordu? Anlamlandıramadık. Acaba Türkiye”de vizyon yüzü görememiş filmlerden miydi Modigliani de? Ya da biz mi çok büyütüyorduk bu filmi? çok mu duygusaldık yoksa?
Kendi adıma konuşacağım:
Bildiğim şu ki, ilk kez izlediğimin üzerinden dört yıl geçmiş olan bu filmden sonra Modigliani, Jeanne, Picasso, Utrillo, Rivera, Renoir, Rodin, Matisse. Hepsini keşfe çıktım, tanıdıklarımı daha fazla kurcaladım, tanımadıklarımla da iyice tanıştım. Picasso sergisi olduğunda -gerçekten yapılıp yapılmadığını bilmediğim için- Modigliani eserini aradım özellikle, bulamadım, üzüldüm. “Ode to Innocence” parçasını her duyuşumda filmi bir daha izlemek, filmi her izlediğimde bu parçayı bir daha dinlemek geldi içimden. Kendime bunları yaparken, bir yandan da filmi ve kişileri henüz tanımayan çevremi, onlarla tanışmaya zorladım (evet, zorladığım oldu). Bu yüzden, bu filmle hala tanışmayanınız varsa, sizleri tanıştırmak benim görevim. Umarım bu yazı sizi Modigliani ile tanışmaya iter. Haydi ekran başına!
* Renoir ve Modigliani ilk karşılaştıklarında, Renoir Modigliani”ye birkaç kez bu soruyu sorar: “Are you mad?” (Sen deli misin?)
Film uzun süredir izlemek istediklerimin arasındaydı,Modigliani yi tanıdığımdan değil, Andy Garcia aşığı olduğumdan. Sizin, bir kitabın sayfalarından alınmış gibi anlatım tarzınıza denk geldikten sonra, filmi izlemek için artık daha fazla ertelememem gerektiğini düşünüyorum.
Anlatım uslubunuz harika. ben de size soruyorum ”Are you mad, beni hemen iki dakikada ikna ettin?”…
Teşekkürler:)