Fransız yönetmen Alain Corneau’nun en dikkat çeken filmlerinden olan Tous les matins du Monde (1991), Fransız yazar Pascal Quignard’ın aynı isimli romanından sinemaya uyarlanmış bir film. Uyarlamalara karşı takındığımız haklı kaygıları çok hassas davranarak bertaraf etmeyi başaran yönetmen, müziğin sinemayla bir araya gelişinin en kıymetli örneklerinden birini çıkarmış ortaya. İspanyol müzisyen Jordi Savall’ın eşsiz müzikleriyle bezeli Tous les matins du Monde, sanatın toplumsallığına dair düşündürürken bir yandan da mutluluk, sosyallik ve statü diktatörlüğüne karşı sıradanlığın, ihtiyacı kadar sadeliğin ve bunların ham maddesi aşkın, acının, genel olarak sahici bir hissiyatın mücadelesini veriyor.
Alain Corneau’nun yazar Pascal Quignard birlikte çalışarak senaryo üzerine çok dengeli dokunuşlar yaptığı bu çalışma, 17. yüzyılda, inzivaya çekilmiş, ilkeli, birçok konuda kesin yargıları olan viyolonist Sainte Colombe ile öğrencisi Marin Marais arasındaki ilişkiyi konu ediniyor. Gençliğini Guillaume Depardieu’nun, ileriki dönemlerini Guillaume Depardieu’nun babası Gérard Depardieu’nun oynadığı Marin Marais karakteri ister istemez bir kıyasa sokuyor insanı. Genç Marin Marais, serin ve loş olgunluğuyla kasvet veren bir ortamda sapsarı saçları, tertemiz yüzü ve alabildiğine kırılganlığıyla eğreti duruyor. Elbette bu durum yönetmenin izleyiciye bir tuzağı olarak da yorumlanabilir. Genç Marin Marais’in çocuksu, hırslı, aşırı duygusal tavırlarıyla izleyiciyle arasında mesafe açması gereken bir karakter olarak sunuluyor. Yönetmen, bu mesafenin oluşması için onu yansıtan fiziksel birtakım nitelikleri de sonuna kadar kullanarak izleyiciyi yönlendiriyor.
İçi Geçmiş Aristokrasi Anlatıyor…
Lüksün, şatafatın, bol bol alacalı giysinin içinde gözyaşına boğulmuş bir adam, Marin Marais. Bir türlü yola getirilemeyen seslerin içinde bitkin, koy vermiş durumda duruyor öylece. Son bir kez ağzını açacak olsa üzüntüsünden dudakları eriyecek gibi halsizce bakıyor kameraya, uzun uzun. Muazzam gösterişine kapılıp ziyadesiyle aristokrasiden tiksindirdikten sonra nihayet içini dökmeye başlıyor karakter ve film, anlatıcısının işaret ettiği yönde kendisine en baştan itibaren eşlik eden viyolonsel ile yoluna koyuluyor.
Açılışını yaptığı dramın izine sadık kalan film, ilk olarak ölüme götürüyor izleyiciyi. Mutluluğun otoritesine karşı ilk kopuş da bu andan itibaren başlıyor. Başlangıçta iyi olmak, mutlu olmak için her şeyin yeterli gibi lanse edildiği atmosferin gözyaşıyla dağıtıldığı gibi, yok oluş da aynı biçimde içselleştirerek başka bir biçime sokuluyor. Ölümün hayatın bir parçası olduğu durumunu söylemde laçkalaştırmadan, acıdan bambaşka bir yaşamı var etmenin arayışına giriliyor çabucak. Nihayet acıyı ötekileştirmeyen, onu müziğiyle yeniden tarif eden Sainte Colombe, filmdeki temsili açısından sahicilik, sadelik, olağanca “köylü” disiplini ve hırçınlığı ile bir bakıma hakikatin kendisi gözler önüne seriliyor…
Sainte Colombe, karaktere hayat veren Jean-Pierre Marielle’nin başarılı oyunculuğuna, ağırlıklı olarak yakın plan çekimlerin eklenmesiyle izleyiciyle ne sarmaş dolaş, ne de ondan çok uzak bir şekilde tam kıvamında bir mesafeden temasta bulunuyor. Varlığıyla aristokrasi timsallerinden tiksinişimizin öcünü ziyadesiyle alıyor. Az ve öz konuşan, müzisyen olmak üzerine epey düşündüren bu karakterle birlikte film adına yepyeni bir kulvar açılıyor diyebiliriz, sinemanın meziyetiyle dolup taşan bir kulvar…
İlk olarak söz konusu tarihsel anın izlerinin filme yansıyışı çok başarılı. Aristokrasi, kilise ve köylüler sınıfsal denkleminin filmin içeriğini bastırmaksızın bazen diyaloglar üzerinden, bazen giysiler üzerinden, bazen bir manzara eşliğinde yahut bazen hepsinin sahnede bir araya gelişiyle resmedilişi filme lezzet katmış. Bu tarihsellik bahsinin başarılı kotarılışıyla müzik ile sınıfsallık arasındaki ilişki de sosyolojik bir gerçeği tayin etme/dayatma haddine girmeden, mesaj verme kaygısına kapılmadan yalnızca izleyicinin çözümlemesine sunulmuş.
İkinci nokta ise film boyunca karakter açısından ön plana çıkan Sainte Colombe, öğrencisi Marain Marais, kızı Madeleine üzerinden işlenen psikolojik tasvir. Bir edebiyat eserinde kelimelerin bir şeyleri anlatmak, hissettirmek üzere sinemaya oranla çok daha vakti vardır. Derinlemesine psikolojik analizler harflerin sonsuz biçimde bir araya gelişiyle doyasıya olarak okuyucuya aktarılır. Teker teker okurların hepsi kelimelerin refakatinde kendi sahnelerini, kendi oyuncularını, kendi mimiklerini zihninde gösterime sokmaktadır. Ama sinema, hem endüstriyel ilişkilerinden doğan görsel bağlamı sebebiyle, hem de kabaca diyaloglar, mimikler ve kısmen metaforlar yoluyla ortaya serdiği/serebildiğiyle bir psikolojik hali yansıtmak açısından daha ağır sorumluluklarla donatılmıştır. Bir edebi eserin beyazperdeye uyarlanışı noktasında yönetmen, seçtiği oyuncu, oyuncusuna biçtiği mimik, sahnesine koyduğu bir detay ve dahasıyla izleyicide özdeşim kurma/kurmama noktasında çok daha riskli bir görevi yerine getirir.
Alain Corneau, karakterlerin psikolojik tasvirlerini izleyiciye geçirme noktasında bu riskin altından başarıyla kalkmış görünüyor. Yakın plan çekimler, araya serpiştirilen ve izleyiciyi hem filmde tutan hem de onun biraz düşünmesine müsaade eden kareler ile kendine odaklandırıyor. Bir müzisyenin son neşeli tınılarını yitirişinden doğan acı, özlem, yalnızlık, tükenmişlik duygusunun özgül ağırlığının yarattığı psikolojik hal, derinlemesine olarak izleyiciye aktarılıyor.
Üçüncü nokta ise sinema ve müziğin yalnızca “film müzikleri” bağlamında değil, bir sanatın başka bir sanat hakkında kaygılanışından hareketle etkileşimi meselesi. Andre Tarkovski’nin Stalker (1979)’daki yazarının edebiyat ve yazar olmak hakkında söyledikleriyle bir soru konvoyunun beynimizin sokaklarında gürültülü biçimde fink atmasına denk biçimde, Sainte Colombe de müzik hakkında bir konvoy salıyor belleğimizin oluklarına. Müzisyen kimdir? Ne olunca müzisyen olunur? Müziğin ve müzisyenin amacı nedir? Müzik tükenir mi? Müzik birisi için mi yapılır? Hangi duygu/duygular müziğin yaratıcısıdır? Böylece filmin başından sonuna kulaklarımızdan ruhumuza merhamet duyan viyolonsel tınıları, Colombe’nin müzik hakkındaki diyaloglarının kışkırtıcılığıyla tamamlanıyor. Bir yandan sahnenin somut, verili durumunu analiz eder, izlerken, diğer yandan müzik üzerine yoğunlaşan düşüncelerimiz, ufku karışık biçimde çenemizi kaşıyan parmaklarımızda raks ediyor.
Neticede kaygısı olan, derdini seyre koyan ve kendini gerçekleştirirken davetkârlığıyla bizi de bu zanaata ortak eden bir sanat eseri var karşımızda. Bu noktada onu izleyip keyifle bir düşünce deryasında turlamadan önce söylenecek tek bir şey kalıyor; sinema ile edebiyat, tarih, psikoloji, müzik ve dahasını birbirine kıymet vererek dokunduran bir film, bir konser, bir söyleşi ve tabii olarak bir kitap Tous les matins du Monde.