Tarihten bu yana yönetmenler, insanların içinde bulunduğu toplumsal süreci, düşünce farklılıklarını, tarihe geçen ve hatta geçmekte olan süreçleri filmlerinde konu etmiş ve birçok yönden kitleleri etkilemeyi başarmıştır. Tür olarak her daim etkisini sürdüren politik sinema ya da bir diğer deyişle siyasal sinema, din, devlet, siyaset ve birey başta olmak üzere tüm siyasal kavramları kullanarak bağımsızlık mücadelesini işlemiştir. Toplumsal ve kültürel özgürleşme çerçevesinde devletin işleyişi, bireyin devletle ve sistemle karşı karşıya gelmesi, vatanseverlik, totaliterlik gibi konular bağımsızlık mücadelesi içinde işlenerek bir bilinç ortaya koyulmaya çalışılmıştır.
‘’Kameranın konulduğu yer ideolojiktir. ” sözü tüm filmlerin politik olduğuyla ilgili iletişim çalışmalarında sıkça kullanılan bir aforizmadır. Gerek belgelerle, gerekse gerçeklerin çarpıtılmadan ortaya koyulduğu filmlerde aslında ortak olan tek bir şey vardır; özgür ve eşit haklarla birlikte insan gibi yaşamayı hak eden bireyleriz. Ötekileştirilmemeliyiz.
Peki paranın, gücün, reklamların, manipülasyonun var olduğu bu dünyada birbirimizi griye boyamadan tüm renklerimizle birlikte kabul edebilecek ve barışçıl bir dünyada var olabilecek miyiz? Belki evet belki hayır. Ancak sonuç ne olursa olsun sinema, insanlarda bir bilinç oluşturmaya devam edecek ve animasyonlarla, kalbimizin dakikada 120 atışıyla, 70’lerin başındaki özgür Fransız gençliğiyle, evet-hayır’la, hâl ve gidişatın sıfırlanmasıyla, kurmaca yapımlarla yönetmenler ifade özgürlüklerini sinema yoluyla aktarmaya devam edeceklerdir.
Fil’m Hafızası Yazı İşleri Ekibi olarak ‘Direniş’ Temalı filmleri listeleyerek gökyüzüne beyaz bir güvercin uçurmak istedik…
Zéro de Conduite (Yön. Jean Vigo, 1933)
Fransalı yönetmen Jean Vigo’nun “Zéro de Conduite” (1933) adlı filmi yönetmenin yaşamı gibi görece kısa süresine karşın, mesnedini yaşadığımız coğrafyada güncel olan “öğrenci direnişleri” temasından alıyor. Film, ileride Truffaut’nun The 400 Blows (1959) ve Lindsay Anderson’’ın If (1968) yapımlarının öncülü niteliğinde kabul ediliyor.
Vigo’nun filmografisi yalnızca iki kısa, bir uzun metraj ve bir orta metraj filmden oluşuyor. Hastalık yüzünden erken yaşta hayata gözlerini yuman yönetmenin yarattığı etki Fransız Yeni Dalgası’nın onu yeniden keşfetmesiyle açığa çıkıyor. Zéro de Conduite yönetmenin öz yaşam öyküsünden fırlamış bir yapım olarak yatılı okulda “kapatılmış” bir grup çocuğun idareye başkaldırısını işliyor.
Film, açılış sekansında kasvetli dumanlar püskürten bir lokomotifin kompartımanında türlü sihirli numaralar yaparak eğlenen iki çocuğun pandomimi andıran sessiz sinema yadigarı oyunlarıyla açılıyor. Ardından görülüyor ki; yasak olan bir eylemi -sigara içmek- yapıyorlardır ve filme dair “illegal” ilk nüve çıtırtısını burada veriyor.
“Zéro de Conduite, modern dönemdeki diğer kapatılma mekânları (kışlalar, hapishaneler, hastaneler vb.) gibi hatta onlardan da erken, ismi önemsiz bir okulda, hücre-koğuş şeklinde düzenlemiş bir mimaride, başlarında gardiyanlara nazire yapan bir amirlerle ve müdürle, bir grup öğrenci için yaşamlarının ne denli baskılanmış olduğunu gösteriyor. Geceleyin soğukta bekleme cezaları, sabahları askeriye havasında içtima ve hizaya sokma nümayişi bizlere pek de yabancı olmayan disiplin toplumlarının kökenine dair evrensel bir söylem sunuyor.
Müdürün, öğretmenlerin ve amirlerin gözetimi altında okul, çocuklar için kendi karar aldıkları bir oyun alanı değil, topluma ehlileştirilmek üzere salınacakları bir aygıttır. Vigo, kendi zorlu yaşamından getirdiği deneyimleriyle bu karanlık bahçeyi gerçeküstü öğelerle ve “şiirsel gerçekçilik” olarak kabul edilebilecek üslûbuyla yeşillendiriyor. Buna örnek olarak; müdürün birkaç kareliğine *Nosferatu’yu andıran planı ve filmin sonlarındaki ağır çekimle yapılmış sahne mizanseni söylenebilir.
Öte yandan yapım süresince okul idaresi, çocukların arkadaşlıklarını, dayanışmasını, hâl ve hareketlerini kontrol etmek, bozmak ve denetim altında tutmak istiyor. Cezalandırarak, izin günlerini ezerek, tehdit ederek ve utandırarak kendi mekanizmalarını işletiyor. Buna karşın çocuklar, bazen sözsüz bir iletişimle anlaşıyorlarmış gibi isyan dalgasını büyütüp idare görevlisini bölge valisinin geleceği gün kendi tarzlarıyla derdest bile ediyorlar.
Babası Katalunya kökenli bir anarşist olan ve hapishanede meçhul şekilde katledilen Vigo, sinema aracılığıyla kendi karşılaşmalarını, öğrenci direnişi örneğiyle ve isyan naraları atarak bizlere yaklaşık yüzyıl önceden selam gönderiyor. Tepeden inme kararlarla insanların düşüncelerini yok sayan eğitim kavrayışı dayatan iktidarlara karşı, öğrencilerin, üniversitelerin ve toplulukların kendi karar alma otonomisine düzlem sunması açısından, (Francisco Ferrer’in öncülü olduğu alternatif bir “eğitim” kavrayışı gibi) “Zéro de Conduite” dikkatle ve keyifle izlenmeyi hak eden bir yapım olarak bizleri bekliyor.
*Nosferatu: Friedrich Wilhelm Murnau, (F.W. Murnau) tarafından 1922 yılında çekilen, ‘Alman Dışavurumculuğu Akımı’nın simgeleri arasında yer alan vampir temalı bir korku filmidir.
Punishment Park (Yön. Peter Watkins, 1971)
1970’de, Vietnam Savaşı’nın hâlâ devam ettiği yarı-kurgusal bir Amerika’da geçen kurmaca-belgesel türündeki Punishment Park (1971), Başkan Richard Nixon’ın büyüyen savaş karşıtı harekete karşın olağanüstü hâl ilan etmesiyle başlar. Polisin kongreye veya başka üst bir güce hesap vermeden tehdit olduklarını düşündükleri kişileri alıkoyabilmesi birçok öğrencinin müebbet hapis cezasına çarptırılmasına neden olur ve hapisler artık dolu olduğu için onlara bir seçenek verilir: hayatlarının tamamını hapiste geçirmeleri veya üç günlerini Punishment Park (Ceza Alanı) denilen California çölünde polisler tarafından avlanarak geçirmek. Bu üç günün sonunda eğer kaçmayı başarabilirlerse özgür olacaklardır; fakat tabi ki durum göründüğünden farklıdır.
Hippilerden, vicdani redcilerin, komünistlerden ve özgürlük savaşçılarında oluşan çoğunlukla öğrencilerin oluşturduğu grubun idealleri çölde test edilecek, hayatta kalmak için farklı şekillerde direneceklerdir. Çölde öğrencileri takip eden BBC ekibi onların direnişini kameraya alırlar ki bu şüphesiz ki tüm direnişlerin en önemli noktalarından biridir: tanıklık. Fakat Amerikan polisinin arkasında hukuksal olarak desteklenen öyle bir güç vardır ki kamera önünde insan öldürmekten asla çekinmezler; çünkü bir yaptırımı olmayacağının farkındalardır. Çölden çıkmak yerine polise karşı direnmeyi seçen öğrenciler sisteme karşı çıkarak direnmek isterler, gururlu ve kararlılardır, fakat hepsi öldürülür. Sisteme uyarak kendilerini kurtarmaya çalışanlar ise çölün sonuna ulaştıklarında acı gerçekle karşılaşacaklardır: Ceza Parkı’ndan çıkmak imkânsızdır. Sistem kendini her daim korur ve devam ettirir.
Her ne kadar son derece distopik ve karamsar bir geçmişin kalıntılarını aktarsa da, Watkins’in filmi olası geleceklere de ışık tutar gibidir. Öğrencilerin hem sorgulama sırasında hem de çölde polise ve otoritelere karşı direnmesinin nafile olduğunun seyirci farkındadır— en azından onlar için. Fakat direnmelerindeki umutsuzluk geleceğe umut olarak yansır ki bu Amerika’da 60larda ve 70lerdeki durumun abartılmış olsa da gerçekten o kadar da uzun olmayan bir versiyonudur. O zaman yaşananların belki ileride yaşanacak olması kolektif bir direniş ruhunu hatırlatır, öğrenci direnişinin zamanında değerli olduğu kadar zamansız da olduğunun altını çizer. Belki baskı hiçbir zaman bitmeyecektir, belki yolun sonundaki ışık ulaşılamayacak kadar uzaktadır, fakat direniş devam eder.
Dead Poets Society (Peter Weir, 1989)
Film 1959 yılında muhafazakar Vermont yatılı okulu olan Welton Academy’nin açılış töreni ile başlar. Okulun dört adet ilkesi vardır ve öğrenciler ellerinde flamalarla bu ilkeleri haykırarak tören salonuna girerler. Okulun ilkeleri “gelenek, onur, disiplin ve mükemmellik”tir. Bu dört sözcük okulun öğrencilerine verdiği eğitimin ve filmin üzerine kurulduğu muhafazakarlık ve çağdaşlık çatışmasının kısa bir özetidir. Ancak öğrenciler de kendi dört ilkelerini çoktan oluşturmuşlardır. Onların ilkeleri de “çılgınlık, dehşet, alay ve pislik”tir. Statükoya karşı koymaya zaten meyilli olan parlak bir grup öğrencinin yalnızca kendilerine yol gösterecek bir lidere ihtiyaçları vardır. Edebiyat öğretmeni John Keating’in okula gelişi bu eksiği çok geçmeden giderir.
Keating, Welton Academy’nin eski mezunlarındandır ve her ne kadar geleneksel tarzda eğitim veren bir kurumun mezunu olsa da okulunun onu ruhsuz bir makineye dönüştürmesine izin vermemiştir. Girdiği ilk dersten itibaren çocuklara okulun şanlı tarihinden değil, bu okulda okuyan öğrencilerin tarihlerinden bilhassa kendi tarihinden bahsederek, herkesin yaşamını kendi ellerine almasını ve istediklerini gerçekleştirebilmek için mücedele etmesi gerektiğini öğretir. Keating öğrencileriyle tanıştığı ilk dersini okulun mezunlar köşesinde gerçekleştirir ve burada onlara ilk öğretiden bahseder: Carpe diem! *
Welton Academy’nin son derece disiplinli ve sert eğitim anlayışına karşın Keating’in öğrencileri bahçede oyunlar oynayarak şiirler okurlar. Hatta bazı öğrenciler Keating’in öğrencilik yıllarında Ölü Ozanlar Derneği adında bir derneğin üyesi olduğunu keşfeder ve onlar da Keating’in izinden giderek okulun yakınlarındaki bir Kızılderili mağarasında geceleri buluşarak şiir okumaya başlarlar. Öğrencilerin kendilerini serbest hissettikleri ve istedikleri her şeyi yapabileceklerine inandıkları bu anlarda kimi aşık olduğu kıza aşkını ilan etmeyi planlarken, kimi de hayatını tiyatro oynayarak geçirmek istediğine karar verir. Ne var ki bu dernek çok geçmeden okul yönetimin dikkatini çeker ve üyelerini cezalandırmaya kalkar. Derneğin üyeleri birbirini ele vermeyince bu kez başından beri ders işleme teknikleri okul yönetimince onaylanmayan Keating’i yakın markaja almaya başlarlar. Keating’in tiyatroya merak salan öğrencisi Neil’in babasının tüm itirazlarına karşın sahneye çıkması ve ardından da babasının baskısına dayanamayarak intihar etmesi ise bardağı taşıran son damla olur. Okul Müdürü Nolan günah keçisi olarak Keating’i görür ve onu okuldan atmak için öğrencilerden birer birer imza toplamaya başlar. Öğrenciler Keating’e karşı hamle yapmak istemezler ancak okuldan atılma tehlikesiyle karşı karşıyadırlardır. İstemeyerek Keating’in aleyhine konuşan öğrencilerin Keating’e vefa gösterileri ise izleyicinin gönlünü fetheder. Keating ders verdiği süre boyunca öğrencilerine her zaman farklı bakış açılarına sahip olmaları gerektiğini öğretmiş ve bunu da bir metaforla göstermiştir. Öğretmen masasının üstüne çıkarak sınıfa farklı bir açıdan bakmanın nasıl olduğunu gösteren Keatin, okulla ilişkisinin kesilmesinin ardından eşyalarını toplamak için son kez sınıfa girmiştir. O esnada sınıfta Keatin’den sonra dersleri devralan Nolan vardır ve eski usul edebiyat dersleri vermektedir. Keatin usul usul eşyalarını toplarken onun gidişine daha fazla kayıtsız kalamayan Todd sırasının üstüne çıkarak Keatin’a yapılan haksızlığa karşı çıkar. Todd’un bu eylemi sınıftaki diğer öğrencileri de yüreklendirir ve Ölü Ozanlar Derneği’nin üyeleri birer birer sıralarının üstüne çıkarak öğretmenlerine veda selamı çakarlar. Müdür Nolan ne kadar karşı çıksa da öğrencileri sıralarının üstünden inmeye ikna edemez. Despot okul yönetimi Keatin’i okuldan uzaklaştırmayı belki başarmıştır ancak Keatin’in genç zihinlere ektiği özgürlük ve karşı çıkma fikrine engel olmayı başaramamıştır. Sıraların üstüne çıkarak sergilenen bu dik duruş, öğrencilerin bundan sonraki dayatmalara karşı sergileyecekleri tutumun ilk adımıdır. Çünkü direnmek ayağa kalkmakla başlar! Ayağa kalkan ve direnen, kendilerine zorla kabul ettirilmek istenenlere kararlılıkla karşı çıkan tüm direnişçilere selam olsun.
Filmin başrollerinde usta oyuncu Robin Williams bulunurken ona, yıldızı bu filmle parlayan Ethan Hawke ve Robert Sean Leonard eşlik etmiştir.
*Ozan Horatius’un bir dizesinde geçen ve anı yaşa anlamına gelen Latince özdeyiş.
Nun va Goldoon (Yön. Mohsen Makhmalbaf, 1996)
Affetmek, direnişlerin en yücesidir. Çünkü; hem kendisini hem de yansımalarını bağışlar affeden. İnsan olmanın zaferini kazanır. Mücadeleci, azimli ve inançlı olması gerekir. Direnişini önce kalbinde işler, sonra kızgın ateşlerden çıkararak ellerinde şekillendirir. Haklı olmanın vermiş olduğu yegâne gerçeklik savaşıdır bu: ancak ve ancak bireyin, bütün olarak kendi bedeninde örgütlenmesi ve eylemlerine yayılarak atom-altı parçacıklar gibi tüme varmasıdır. Nun va Goldoon; barışçıl protestonun belki de en sağlam temellerle şekillenişinin politik bir temsilidir. Şah rejimi sürecinde gençliğini, yaşamının en güzel yıllarını özgürlüğe, halkının bağımsızlığına adayan Mohsen Makhmalbaf’ın sanatını ifade etme yolculuğudur.
Filmde; genç Mohsen, geçmiş yaşantısının verdiği toyluğu ve işlediği suçları günah çıkarırcasına yetişkin hayatında yeniden kurgular. Humeyni karşıtı direniş yıllarında henüz öğrenciyken, yaraladığı bir polis memurunun kendisinde yarattığı vicdan azabını hafifletmek ve koşulların insanlar üzerindeki etkilerini eleştirmek adına, yıllar sonra Nun va Goldoon’u sinema evrenine kazandırır. Oyuncu seçiminden kostümlere kadar her şey geçmiş ile bire bir aynı düzlemde seyir eder. Mohsen Makhmalbaf, ritüel gibi filmin her sahnesini ince bir üslûpla işler. Zaman zaman umutsuzluğa düşer, sonra yeniden amacına tutunur. Yüreğindeki devrim aşkı düşüncelerini yakar kavurur; ancak geçmişte gördüğü baskılar ve edinimlediği hayat deneyimleri onu asla varmak istemeyeceği bir rotaya doğru yöneltir. Uğruna inanarak göğüs gerdiği her şey bir anlık hırsla bozguna uğrar. Film, tam anlamıyla: “Bugünkü aklım olsa!” yakarışını merkeze alır. Bugün, geçmişteki duygularına hâkim olabilse ve yaşadığı acıları ruhsallığıyla bütünleyebilse, olayların bu sonuca varmasını asla istemeyecek bir Mohsen’in vizöründen bakarız o dönemin rejim değişikliğine verilen tepkilere. Çünkü artık yetişkin bir Mohsen vardır ve herkes için çıkar yol bulmanın mümkün olduğuna inanmaktadır.
Nun va Goldoon; yeryüzünde yaşayan insanların sayıca fazlalığı kadar direniş biçimlerinin de farklılığına atıfta bulunur. Kimi sabreder, kimi bekler, kimi de unutur. Ama hep bir mücadele vardır. Yarınlara olan inanç, son nefesime kadar taşır bizleri ve pes etmemek için ellerimizden tutar. Yaşatmanın öldürmekten daha değerli olduğunu, sevginin nefretten, barışın ise savaştan üstünlüğüne inandırır. Aslında gerçeklik inanmanın da ötesindedir. Var olmak ve ideolojilerinden vaz geçmemek insanlık için süre gelmiş en büyük direniştir. Eğitim, sevgi ve empati; bizleri daha yaşanılası bir dünyanın mümkünlüğüne ulaştıracak en önemli unsurlardır. Öyle ki; ekmek (nun) kutsal sayılan nimetlerin başında gelirken, gül (goldoon) ise sevgiyi ve tutkuyu temsil eder. Ekmek; kazanılması zor, gül; ulaşılması zor olandır. İkisi için de azim gerekmektedir. Yaşamak ise direnişin en masum temsilidir.
Dreamers (Yön. Bernardo Bertolucci, 2003)
“Kitaplar, silahlar değil; kültür, şiddet değil.”
Sadece Fransa’nın değil, son dönem dünya tarihinin de en önemli öğrenci hareketlerinden olan “68 Olayları” tüm Paris’te etkisini göstermeye başlamıştır. Nanterre Üniversitesi’nin kapatılması sonucu ayaklanmaya başlayan öğrenciler, zaman geçtikçe daha fazlası hakkında tepkilerini koymaya başlarlar: Otoriter rejim, tek yanlı medya vs. Bu çarpıklaşma sadece siyaset nezdinde görülmez, sinemaya da sıçrar; meşhur Cinématheque Française’in kurucusu Henri Langlois kovulur. Langlois’nın göreve geri dönüşünü talep eden protestolar esnasında tanışan Leo, Matthew ve Isabelle’in hikâyesine odaklanan Dreamers, arka planına yaşanan bu değişim rüzgarını alarak ilerler.
Yönetmenlik koltuğunda “renklerin yönetmeni” unvanıyla tanıdığımız usta isim Bernardo Bertolucci’nin oturduğu; aşk, cinsellik, siyaset gibi temalarla yoğurulmuş filmin başrollerinde ise; Eva Green, Michael Pitt ve Louis Garrel var. Dönem olaylarına elitist bir pencereden bakan film, Bertolucci’nin Fransız Yeni Dalgası ve öncesi Dünya Sineması’na aşkını kaleme alıp zarfladığı, yanınaysa ustaca yazılmış bir özlem şiiri sıkıştırıverdiği konsantre bir mektuptur adeta.
Matthew, Fransızca öğrenmek için Paris’e gelmiş bir Amerikalı, Leo ve Isabelle ise sanatçı bir ailenin ikiz çocuklarıdır. Üçlüyü kesiştiren noktaysa sinema aşklarıdır. Matthew, diğerleriyle yakınlaştıktan sonra onların yanına taşınır. Isabelle ile sevgili olur, Leo’nun en yakın arkadaşı olur. İşleri Matthew açısından karmaşıklaştıran nokta evin içindeki nüdist yaşam ve kardeşler arasındaki aşka varan yakınlıktır. Her ne kadar bu durumdan rahatsız olsa da ilişkilerine bir son vermez ve evdeki yaşamın içinde kaybolur.
Filmdeki düğümü iyice sıkan ve özellikle Matthew ve Leo arasındaki ipleri geren asıl unsur ise sokakta yaşanan olaylardır. Otorite karşıtı bu hareketler, 68 Kuşağının en önemli kaygılarından olan Vietnam Savaşı’na karşı bir duruş ve komünizme övgü niteliği taşıyan bir başkaldırıya dönüşür. Matthew, olaya hümanisttik bir bakış açısıyla yaklaşırken Leo ise Amerika’nın “berbatlığı” konusunda kesin bir hükme sahiptir. Matthew, savaşan insanların suçsuzluğunu, Leo ise Küçük Kırmızı Kitap’ın birleştiriciliğini ve faşist fikirlere karşı duruşun gerekliliğini savunur. Leo’nun kendisiyle çeliştiği nokta, kendisini sokaklarda yaşananlardan izole etmesi ve dışarıdaki arkadaşlarının kavgasına evine saklanarak pahalı şaraplar eşliğinde sinema ve edebiyat konuşarak “destek” olmasıdır. Filmin sonunda nihayet sokak ve ev arasındaki duvar dışarıdan gelen bir taş yardımıyla kırılır. Leo, Isabelle ve Matthew’u kollarından tutarak dışarı sürükler. Polis ve protestocular arasında büyük çaplı bir arbede yaşanmaktadır. Etrafta değişim ve anarşi rüzgârı esmektedir. Matthew, her ne kadar Leo’ya savundukları şeyin şiddet değil, barış olduğunu anlatmaya çalışsa da başarılı olamaz. Isabelle, sevgilisi Matthew’un değil; sonsuza kadar yanında kalmak istediğini söylediği Leo’nun arkasından gider. Bu tartışmadan sonra molotoflar havada uçuşacak, polisin müdahalesinin şiddeti de artacaktır.
Nostaljinin siyasetle, başkaldırının sinemayla kucaklaştığı Dreamers, satirik ve erotik anlatımını Jules et Jim (1962) tarzı üçlü aşk üçgeniyle (Ménage à Trois) birleştirerek seyirciye doyumsuz 115 dakika vadediyor.
Persepolis (Yön. Marjane Satrapi, Winshluss, 2007)
Persepolis (2007), siyah-beyaz politik bir animasyon filmidir. Marjane Satrapi’nin, İslam Devrimi sırasında yaşadıklarını konu alır. İranlı sanatçı çizgi roman olarak yayınladığı otobiyografisi daha sonra beyaz perdeye aktarılmıştır. Özgürlük ve direniş temalarını işleyen film, esprili ve sempatik bir anlatım diline sahiptir.
Film, Marjane’nin çocukluğundan başlar. Savaş ve siyasi baskı altında geçen büyüme hikayesini izleriz. Ailesinin siyasi düşüncelerinden etkilenen Marjane daha küçücük yaşındayken bile anarşik kişiliğini belli eder. Hatta arkadaşlarını örgütlenip onları kendince bilinçlendirmeye çalışır. Mücadeleci bir aileden geldiği için sözünü sakınmaz ve doğru bildiklerini hep yüksek sesle söylemeye alışkındır. Bir sahnede, Viyana’da okuduğu sırada arkadaşı protesto yapmanın boş işler olduğunu ve güç savaşlarından ibaret olduğunu söylediğinde bireysel varoluş ve özgürlük için mücadele edilmesinin önemini anlatır, ardından ülkesine döner. Fakat film bilindiği üzere halkın örgütlü ve bireysel her türlü direnişi, iktidarın sert tutumu karşısında mutlu sona ulaşamaz.
Film boyunca, siyasal ideolojinin hem sosyal yaşantıya hem de eğitime nasıl yansıdığının birçok örneğini görürüz. Marjane’nin, ilkokuldaki öğretmeni Şah’ın Allah tarafından gönderildiği söyler veya üniversiteye geçtiğinde de derslerin din ve inanç üzerine temmellendirildiğini izleriz. Peki, bu baskı rejiminde, Marjane kendi karakterinden ödün vermeden yaşayabilecek midir?
Après Mai (Yön. Olivier Assayas, 2012)
Après Mai (2012), Türkçeye çevrilmiş hâli ile “Mayıs’tan Sonra” ismini taşıyan film, tıpkı başlığı gibi anlatısıyla da Fransa’nın meşhur Mayıs 68 hareketine göndermelerde bulunur. Dönemin en büyük radikal kargaşalarından biri olan bu hareket; özgürlüklükleri kısıtlanan, fikirleri ve görüşleri ciddiye alınmayan üniversite öğrencilerinin Nanterre kampüsünde yaktıkları ateşle başlamış ve kısa sürede ülkenin her tarafına sıçramıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerini hâlâ üzerinden atamamış bir ülkenin her kesiminde hissedilen mutsuzluk, giderek azalan refah seviyesi ve bunun oluşturduğu sosyal rahatsızlığın dışavurumu, bu kıvılcımla kayıtsız bir toplumu harekete geçirmiş ve haklarını savunmak için harekete geçmesine olanak sağlamıştır. Yirmi binden fazla öğrenci ve öğretim üyesinin başlattığı bu protesto, polisin sert müdahalesine maruz kalmış ve ülkede büyük bir yankı uyandırmıştır. Kısa sürede işçi kesimin de desteğini alan direniş, neredeyse bütün üretim faaliyetlerinde greve gidilmesiyle sonuçlanmıştır. Öğrencilerin başlattığı ve giderek tüm halkın desteğini alan bu sosyal hareket, kapatılan üniversitelerin kısa sürede açılmasıyla taçlandırılırken, dönemin devlet başkanı De Gaulle’un da otoritesinin ciddi anlamda sarsılmasına sebep olmuştur.
Après Mai, Avrupa’yı kasıp kavuran Mayıs 68 ruhunun hâlâ taze olduğu, 70’li yılların başlarındaki bir grup gencin hayatına iner. Fransa’daki siyasi sahnede, gündüzleri okul kapılarında dergiler dağıtan, geceleri grafiti yapmak gibi politik eylemlere karışan genç bir lise öğrencisi olan Gilles’i odağına alır. Onun politik aktivitelerine eşlik eden grubu, kazayla bir güvenlik görevlisini yaralar ve olaylar farklı bir boyut kazanır. Bulundukları yerde daha fazla kalamayacaklarını düşünen gençler, yeni bir ülkede farklı hayatlara yelken açarlar.
Adaletsizliğe karşı sert tepkilerle başlayan devrim yolu, zamanla kariyer odaklı hırslarla çevrelenir ve her birinin kendisi için çizdikleri farklı yollara sapar. Aktivist hayaller, birtakım gerçeklere uyum sağlamak için ertelenmeye başlar. Yaşadıkları yer, bulundukları ortam ve hareketleri zamanla değişir. Gilles’in de ateşli politik eylemlerle ve bohem bir atmosferde gelişen lise hayatı, İtalya’ya taşındığında farklı bir şekle bürünür; ressam veya film yapımcısı olma isteğiyle karşı karşıya gelir. Gilles’in aktivist dışavurumu artık form değiştirmiş; belki de sanat ve politik eleştirinin mükemmel birleşimini keşfetmiştir. Üniversiteli aktivistlerin gençlik heyecanları, olgunluğun rasyonel duruşuyla harmanlanır ve nostaljik ögelerle güçlendirilerek, güçlü bir anlatı hâlini alır.
Olivier Assayas’ın yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı film, aynı zamanda kendisinin yarı otobiyografik bir hikâyesi niteliği taşımaktadır. Assayas’ın kendi gençliğine açtığı portre, Gilles karakteriyle somutlaşır. Öfkeli ve sert geçen bir dönemi, sakin ve uzlaştırıcı bir üslûp ile işleyen Après Mai, öğrenciler tarafından başlatılmış, baskılarla daha da güçlenmiş ve tüm ülkeyi arkasına alarak devam etmiş bir sivil hareketin ihtişamını; kendisinden sonraki nesillere de bıraktığı ‘direnişçi tutkular’ın yansımalarıyla birlikte tüm çarpıcılığıyla aktaran önemli yapımlardan biridir.
No (Yön. Pablo Larrain- 2012)
Şu hayatta gerçekten de kendi kararlarımızı kendimiz verecek kadar özgür müyüz, yoksa yalnızca karşımıza sunulan seçimlerden bize göre uygun olanı seçen ve kendisini özgür sanan kölelerden mi ibaretiz?
Yönetmenliğini Şilili bir film yapımcısı olan Pablo Larrain’in yaptığı No (2012), aslında yalnızca belli bir ideolojiyi savunan tarafların seçim süresince yürüttükleri kampanyanın arka perdesini sunmanın yanı sıra aynı zamanda yıllardan bu yana siyasetten daha etkili ve tehlikeli bir gücü seyircinin yüzüne tokat gibi çarpıyor. Algı yönetimi ve manipülasyonun reklam kampanyalarıyla birlikte halkla buluşturulması… Zira en büyük silah, -mış gibi yapmak ve zihinleri ele geçirdikten sonra arkaya yaslanıp televizyon ekranlarında dönüp duran tüketim aracını insanların yemesini beklemektir.
Gelin bize kilometrelerce uzakta olan ancak tarih olarak yaşadıklarımızla pek de uzakta olmayan bir ülkeye gidelim. Kendimizi turist gibi hissetmemize de gerek yok. Zira 88 yılı Şili dönemi, Türkiye’nin hâli hazırda gerek siyasi tarih olarak gerekse günümüz olarak üstesinden gelememiş olduğu konuların üzerinden geçiyor. ‘Evet’ kampanyasının içerisinde yer alan diktatör bir başkan Pinochet, ‘Hayır’ kampanyasıyla birlikte sanatçıları, özgürlükçü gençleri yanına, baskıcı rejimi ise karşısına alan bir diğer başkan… Peki seçimi kim kazanacak? Hikâye, referandum öncesi 15’er dakikalık reklamlarla birlikte Şili halkının vereceği kararı etkilemeye yönelik bir süreci ele alıyor. Bu sürece iş hayatında başarılı ancak özel hayatında tam bir yıkım yaşayan Rene’in önderliğinde tanıklık ediyoruz. Rene, ‘Hayır’ kampanyasını yenilikçi, mizahi bir dille savunmaya ve kitleyi etkilemeye çalışan bir gençtir. Aslında bu genç ülkenin diktatörlüğü sanatla, mizahla yıkmaya çalışan kitleyi ele alıyor. Bu size tanıdık geldi mi?
Yönetmen her ne kadar baskıcı rejimin getirdiği kötülükleri, halkı korku ve tehditle kontrol altına almaya çalışan kirli reklam kampanyalarıyla birlikte göz önüne sermeye çalışsa da, bir taraftan bir taraf tutmanın da ötesinde reklamların insanların davranışlarını ne yönde etkileyebileceğine dair açık bir somut görüş ortaya sunuyor. Reklamların arkasındaki pek de temiz olmayan fikirleri, insanları ne yönde etkileyebileceğine dair tartışma ortamlarıyla birlikte tarafsız bir bakış açısıyla veriyor. Bunun en somut örneği ise Rene’in eski karısı.. Her ne kadar baskıcı rejime karşı gelse de, o meydanlarda fiziksel olarak bulunmayı ve direnmeyi tercih ederken, Rene ise kurgusal bir gerçeklik oluşturarak tek bir kayıt tuşuyla fikirlerini reklam aracılığıyla eski karısının deyimiyle ‘paralı asker’ olarak halkla buluşturuyor.
Dönemin ruhuna uygun renk ve filtreler kullanan yönetmen, 1983 model bir U-matic video kamerayla çekilen filmde bu tercih sayesinde ‘kurgu’ ile ‘belge’ arasındaki mesafeyi estetik olarak çok aza indirerek ortaya izlenmeye değer politik bir film çıkarıyor.
Oy süresinde aniden giden elektrik kesintileri, siyasetçilerin konuşmalarından, giydikleri kıyafete kadar en ince detayıyla düşünülen arka planlar, polis ve rejime karşı gelenler arasındaki kanlı çatışmalar, her iki tarafın birbirine karşı yaptıkları atışmalarla birlikte NO (2012)’dan geriye şu diyaloglar kalıyor;
‘’İnsanları korkutmak istiyorsanız onları geçmişiyle korkutun.
Bazıları sadece kazanmak istiyor, gerçek bir reform istemiyor.
Evet diyorlar çünkü durumları iyi. Ölenler umurlarında değil.
Gökkuşağı mı? İyi de ibneler kullanmıyor muydu onu?’’
Yazar notu: Gökkuşağının içinde bulundurduğu renklerle birlikte özgür, eşitlikçi ve ötekileştirilmediğimiz bir dünyada yaşamak dileğiyle…
Pride (2014, dir. Matthew Warchus)
Simpatico (1999) ve Lungs (2020) filmlerinden tanıdığımız İngiliz yönetmen Matthew Warchus’un filmografisinin en ışıltılı parçasını oluşturan Pride (2014), izleyiciyi 1984 yılının sıcak yaz günlerine, siyasi çalkantıların eksik olmadığı sancılı yıllara götürüyor.
Film, Londra’daki Onur Yürüyüşü sırasında LGBTİ+ aktivistlerin, hak arama mücadelesindeki maden işçilerinin direnişine destek olmalarını konu alıyor. Thatcher’in yürüttüğü işçi sınıfı karşıtı ekonomik politikalar, ülkede pek çok öfkeli sesin yükselmesine sebep olurken; böyle bir konjonktürde farklı grupların birbirine destek olma ve dayanışma çabalarının merkeze alınması, Pride’ı politik sinema tarihinin en özel filmlerinden biri haline getiriyor. Cannes’da Queer Palm ödülünü kucaklamayı başaran film, uluslararası pek çok festivalden ödülle ayrıldı ve eleştirmenlerden büyük övgüler topladı.
Tarihin tozlu sayfaları arasından çıkarılan çarpıcı görüntüler eşliğinde, binlerce insanın işsizliğin pençesinde cebelleşmesini, maden ocaklarının kapatılmasıyla birlikte emekçilerin geçim kaynaklarını yitirmesini ve ezilenlerin boyun eğmeme mücadelesini etkileyici bir üslupla ele alan Pride, insanın kaderini, kendi eylem gücünün şekillendirdiğini bir kez daha ispatlamış oluyor. Temelde birbirinden çok farklı görünen ancak çeşitli iktidar politikaları vasıtasıyla ötekileştirilmenin ortak yazgısına mahkum edilen iki farklı grubun var olma yolundaki inatçı mücadelesi, filmin en kuvvetli yönünü oluşturuyor.
Mizahi dokunuşlarıyla seyircinin yüzünde kocaman bir gülümseme bırakan, dayanışmanın sıcaklığını kalplerin en ulaşılmaz köşelerine taşıyan Pride, umudun ve arkadaşlığın gücünü bir kez daha, rengarenk yarınları inşa edecek olan bilincin varlığı eşliğinde ispatlayarak beyaz perdeye taşıyor. Bir arada, tek yumruk olmanın önemini kitlelere tekrar tekrar hatırlatmaktan geri durmayan film, inandığı doğruları var gücüyle haykırmaktan bir saniye olsun geri durmuyor: “Sizden çok daha büyük, çok daha güçlü bir düşmanla savaş halindeyken, varlığından haberinizin olmadığı bir arkadaşınızın olduğunu keşfetmek, dünyadaki en güzel duygu…”
120 Battements par Minute (Yön. Robin Campillo, 2017)
Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel ödülü başta olmak üzere birçok festival tarafından sayısız ödüle layık görülen 120 battements par minute, Robin Campillo’nun daha çok kendi deneyimlerinden yola çıkarak yarattığı bir filmdir. Doksanların başında AIDS, hunharca can almaya devam etmekte ama ne politikacılar ne de ilaç sektörleri gerçek anlamda taşın altına elini koymamaktadır. Bu duyarsızlığa karşı kurulan Act Up*, oldukça ses getiren eylemlere imza atmıştır. Zira, ilaç sektörleri süreci savsaklamakta ve ellerindeki güncel verileri kamuoyu ile paylaşmamaktadırlar. İşte 120 battements par minute, Paris’teki Act Up’ın ilaç sektörüne karşı gerçekleştirdiği direniş sürecini oldukça etkili bir şekilde perdeye yansıtmaktadır. Her ne kadar filmin ilerleyen dakikalarında, tüm bu direniş sürecine bir aşk hikâyesi (Ki yaşama dört elle sarılmak da bir direniş değil midir?) eklense de daha çok akıllarda yer yer gerçek yer yer de belgesele yakın görüntülere ev sahipliği yapan eylem anları kalır. Arkadaşlarının cenazesinde slogan atarken, onur yürüyüşünde dans gösterisi yaparken, yerlere yatarak temsili ölümü canlandırırken, ilaç sektörünün ofisinin demirlerine kendilerini zincirlerken, konferans basarken, liselerde bilinçlendirme çalışmaları yaparken ve daha nice yerde nice farklı ve bir o kadar da yaratıcı eylemlere imza atarken izleriz onları. İşte oldukça barışçıl olan Act Up’ın ilaç sektörünün ruhuna korku salan eylemlerinden biri var ki…
Grubun en küçük üyesinin annesiyle birlikte yaptığı yapay kan, eylemimizin en etkili karakteridir. Prezervatiflerin içerisine doldurulan bu yapay kan, HIV + olanlar için gerçek bir çaba harcamayan ilaç sektörünü tedirgin etmeye yeter. ‘Melton Pharm’ isimli ilaç şirketine tüm mühimmatlarını (üzerinde İngilizce katil yazan kâğıtlar, düdükler, yapay kan, cesaret, inanç, bilgi, donanım, öfke ve yaşama isteği) alarak gelen karakterlerimiz, ellerindeki kanları etrafa fırlatarak slogan atmaya başlarlar. “Katil Melton Pharm!” diye atılan sloganlar eşliğinde üzerinde “Katil!” yazan kâğıtlar her yere asılır. Bir süre sonra, bir yandan eylemciler bir yandan da ofisteki çalışanlar tüm ofis ile birlikte kana bulanır. Lâkin, tüm bu keşmekeşin içinde eylemin ne kadar doğru ve etkili olduğu, HIV+ bireyleri bir hasta değil de müşteri olarak görenlerin gözlerindeki dehşette okunur. Zira, etraftaki kanın HIV+ bir bireyin gerçek kanı olma ihtimali bile onları tir tir titretmeye yeter de artar bile.
Genelde omuzda duran ve her şeye büyük bir merakla bakan Campillo’nun kamerası, tüm filme sirayet eden paralel kurgusu, yer yer tıbbi açıklamaların bile muhteşem bir görsellikle sunulmasını sağlayan görüntü yönetimi ile 120 battements par minute, kusursuz bir filmdir. Sadece kendileri için değil aynı zamanda hapishanedeki bağımlılar, lisedeki gençler için de hasta bedenlerini her an bir eylemin parçası yapmaktan çekinmeyen karakterlerin ise hafızalardan silinmeyeceğine şüphe yok.
*1987’de New York’ta kurulan Act Up (Gücün Açığa Çıkması için AIDS Koalisyonu), 1989’da Paris’te de kurulmuştur.
Noa negativeMore (Definitions, Synonyms, Translation)