Türkiye’de 2000’li yılların başından itibaren gelişen bağımsız sinema hareketi içinde kendine özgü bir yer edinen Özcan Alper, filmografisi boyunca bireysel olanla toplumsal olanı, bellekle mekânı, sessizlikle direnci aynı anlatı düzleminde buluşturmayı başarmıştır. Onun sineması, yalnızca anlatılan hikâyelerin içeriğiyle değil, biçimsel tercihleri, ritmi ve görsel diliyle de kendine has bir poetika kurar. Sessizliğin ve sezdirmenin sinemasını yapan Alper, özellikle bastırılmış ya da görünmez kılınmış tarihsel travmalarla ilgilenir; bu travmaların birey üzerindeki duygusal ve fiziksel etkilerini merkezine alır. Bu yönüyle sineması, tanıklık, bellek, yas ve direniş kavramları etrafında biçimlenen bir etik-politik zemin üzerine kuruludur.
Alper’in sineması ilk bakışta bireysel öyküler etrafında gelişiyor gibi görünse de, her filminde arka planda toplumsal bir çatlak, tarihsel bir kırılma ya da politik bir bastırma süreci mevcuttur. Sonbahar (2008) ile bireysel travmanın toplumsal bağlamını hapishane şiddeti üzerinden; Gelecek Uzun Sürer (2011) ile kolektif hafızanın ve inkârın izini Kürt coğrafyasında sürerek; Rüzgârın Hatıraları (2015) ile geçmişle yüzleşmenin imkânlarını Ermeni bir entelektüelin hikâyesi üzerinden kurarak; Karanlık Gece (2022) ile güncel şiddet biçimlerinden biri olan linç kültürüne odaklanarak yapısal bir hafıza inşası sunar. Kurmaca yapıtlarının yanı sıra belgesel diliyle de üretimde bulunan yönetmen, Bölük Pörçük: Bir Tuncel Kurtiz Biyografisi (2025) ile sinemanın yalnızca anlatı üretmek değil, aynı zamanda bir arşiv oluşturma, bir bellek politikası inşa etme kapasitesine sahip olduğunu bir kez daha ortaya koyar.
Bu listede Özcan Alper’in sineması, her bir film üzerinden tematik ve biçimsel çözümlemelerle incelenmekte; yönetmenin politik sinema geleneğiyle kurduğu ilişki, bellek ve yüzleşme kavramları üzerinden değerlendirilmekte; sessizlik, kayıp, aidiyet, kimlik, travma ve etik sorumluluk gibi kavramlarla kesişimleri irdelenmektedir. Böylece Alper’in sinemasal dilinin sadece görsel değil, aynı zamanda kültürel ve siyasal anlam dünyasına nasıl müdahil olduğu da tartışmaya açılmaktadır.
Sonbahar (2008)
Sonbahar, Özcan Alper’in ilk uzun metraj kurmaca filmidir ve yönetmenin doğup büyüdüğü Karadeniz coğrafyasında geçer. Alper, bu ilk filminde Türkiye’nin yakın tarihindeki netameli meseleleri doğrudan ve didaktik bir dille ele almak yerine, başkarakterin duygusal çöküntüsünün arka planına yerleştirerek anlatmayı tercih eder. Bu yaklaşım, politik konulardan kaçındığı için değil, anlatısını şiddetten ve ajitasyondan arındırmak istemesindendir.
Filmin arka planında, Türkiye hapishanelerinde yaşanan açlık grevleri ve ölüm oruçlarının son halkası yer alır. 2000 yılında F Tipi hapishanelerin inşasına karşı başlayan direnişin bastırılması için düzenlenen ve resmi söylemle “Hayata Dönüş Operasyonu” olarak adlandırılan 19-22 Aralık Katliamı, filmde doğrudan anlatılmasa da tüm ağırlığıyla hissedilir. Bu katliamdan sağ kurtulan Yusuf, genç yaşta siyasi mahkûm olarak girdiği cezaevinde yıllar süren izolasyon, işkence ve hastalıkla yıpranmış hâlde, verem teşhisiyle tahliye edilir. Ölüme yaklaşmış bu genç adam, artık sadece doğduğu topraklarda huzur içinde ölmek istemektedir. Ancak Yusuf’un eve dönüşü, aynı zamanda hayata tutunma ve ardında bir iz bırakma çabasına dönüşür. Köyüne, insanlarına, çocukluğuna yeniden karışarak “ölümsüzleşmenin” yollarını arar.
Filmin en çarpıcı yönlerinden biri, yaşamı tüm doğal akışıyla yansıtmasıdır. Hayat; filmde ölümle, aşk ve seksle, küskünlükle, inatla iç içe anlatılır. Yusuf, bunların hepsini bir kez daha yaşar; sessizce, gösterişsizce ve acele etmeden. Alper, şiddeti hiçbir biçimde doğrudan göstermez. Bunun yerine, hem karakterin bedeninde hem de ruhunda bıraktığı tahribatın izlerini takip eder. Filmde kullanılan belge görüntüler de bu yaklaşımın bir parçasıdır. 19-22 Aralık sürecine dair seçilen arşiv kayıtları, devletin medyaya servis etmek amacıyla kurguladığı gösterişli görüntülerden oluşur. Bu seçim, seyircide daha derin bir sorgulama yaratmayı hedefler. Çünkü aslında gösterilen “hayata dönüş” değil, hayattan koparılıştır. Perdedeki karakter çoktan öldürülmüştür; şiddetin sonuçları ise yalnızca imalardan anlaşılır. Yusuf’un yolculuğu; çocukluk arkadaşının rehberliğinde, Karadeniz’in buz gibi havasında, karlar altında bir yaylaya yapılan tırmanış gibidir. Yükseğe çıktıkça hava incelir, oksijen ciğerlere yetmez olur. Seyirci de Yusuf’la birlikte soluksuz kalır. Ama her şeye rağmen son bir kez daha zirveye varmak gerekir.
Gelecek Uzun Sürer (2011)
Özcan Alper, Sonbahar filminde erkek bir karakterin bireysel ve politik travması üzerinden kurduğu anlatıyı, Gelecek Uzun Sürer ile birlikte bu kez bir kadın karakterin deneyimi ekseninde yeniden şekillendirir. Bu filmde anlatının merkezine yerleştirilen kadın karakter, yalnızca cinsiyet temsili açısından değil; tanıklık, bellek ve duyusal iz sürme bakımından da anlatısal bir dönüşümün taşıyıcısıdır. Alper, kurmaca ile belgesel arasında gidip gelen, hibrit olarak tanımlanabilecek bir yapı kurar. Bu yapı, yalnızca arşiv ve belge görüntülerle sınırlı değildir; kamera, aynı zamanda bir tanıklık aracı ve politik hafıza üreticisi işlevi görür.
Filmde, Kürt coğrafyasında yaşanan çatışmalı süreçte yakınlarını yitirmiş kişilerin anlattıkları, yalnızca bireysel travmaları değil; devletin inkâr politikalarını ve toplumun kolektif suskunluğunu da görünür kılar. Alper, sinema perdesini anlatının ötesinde bir kayıt mekânına dönüştürürken; seyirciyi de bu sessiz tanıklıklara kulak veren Sumru aracılığıyla, etik ve politik bir pozisyona çağırır. Kamera artık sadece kaydeden değil, toplumsal hafızayı yapılandıran etkin bir öznedir.
Sumru, Kürt coğrafyasına ve orada yaşananlara yabancı bir figürdür. Ancak âşık olduğu adamın başka bir yaşamı seçmesi, onu bu tercihi anlamlandırmaya yönlendirir. Abartıdan uzak bir oyunculuk ve anlatımla inşa edilen karakter, güçlü ve zeki bir kadın figürüne dönüşür. Sumru’nun arayışı, kişisel bir kaybın peşine düşmek değildir. Sumru, bir anlamlandırma sürecine girerek aydınlanmak, bilmek, öğrenmek ister. Ve bu süreci kendi mesleki birikimiyle de bütünleştirir. Bir etnomüzikolog olarak Sumru, müziği yalnızca estetik değil; tarihsel ve kültürel bir anlatı biçimi olarak değerlendirir. Bu nedenle seslerin peşine düşer, fakat zamanla seslerin ardındaki tanıklıklar ve suskunluklarla yüzleşir. Kaydettiği her hikâye, onu bireysel olandan toplumsal olana taşıyan bir hafıza hattına dönüştürür. Gelecek Uzun Sürer, faili meçhul cinayetlerin ve inkârla çevrelenmiş bir coğrafyanın sinemadaki en duyarlı yorumlarından biri olarak öne çıkar.
Rüzgârın Hatıraları (2015)
Özcan Alper’in üçüncü uzun metraj kurmaca filmi Rüzgârın Hatıraları, yönetmenin sinemasında güçlü bir biçimde yer eden kolektif hafıza meselesini bir kez daha merkezine alır. Alper’in filmlerinde kişisel hikâyeler, toplumsal travmalarla iç içe geçirilir; bireyin belleğiyle toplumun bastırılmış ya da unutturulmuş hafızası arasında şiirsel bir bağ kurulur. Rüzgârın Hatıraları da bu geleneği sürdüren, ama daha doğrudan ve politik bir hat üzerinden ilerleyen bir yapıdır.
Film, 1940’lı yılların başında Türkiye’de Ermeni yurttaşlara yönelik uygulanan Varlık Vergisi’nin ardındaki açık ayrımcılığı ve bu politikanın yarattığı baskı ortamını görünür kılar. Aram adında bir Ermeni şair, gazeteci ve ressamın gözünden anlatılan bu tarihsel süreç, aynı zamanda 1915’teki zorunlu göçle kesişen travmatik bir belleği de taşır. Aram’ın geçmişi ve bugünü iç içe geçerken; göç, sürgün, saklanma ve kimlik silinmesi gibi olgular, gündelik hayatın sessizliği içinde anlatılır.
Alper’in sinemasının ayırt edici yönlerinden biri de, seyirciyi ahlaki netlikler sunmaktan bilinçli olarak kaçınmasıdır. Rüzgârın Hatıraları, izleyicisini etik sorularla baş başa bırakır. Henüz çocuğu yaşında bir kızla evlenen Mikhail mi daha ahlaksızdır, yoksa kendisini tüm tehlikelere inat evinde saklayan adamın karısına âşık olan Aram mı? Bu tür sorular, filmin açıkça cevaplamadığı ama sessizce izleyicinin vicdanına bıraktığı düğümler olarak var olur. Alper, karakterlerine ne yargılayıcı bir dille yaklaşır ne de onları aklar. Aşk, sadakat, ihanet, minnettarlık ve arzunun iç içe geçtiği bu anlatı, izleyiciyi insan doğasının çelişkileriyle baş başa bırakır.
Ajitasyondan uzak, sakin ve mesafeli anlatımı; görüntülerin, sessizliklerin ve bakışların diliyle örülmüş bu film, bir yandan tarihi tanıklık görevi üstlenirken, öte yandan her biri kendi içinde kırılgan ve suskun karakterler üzerinden insanlık durumlarına dair evrensel bir sorgulama yürütür. Rüzgârın Hatıraları, hafızanın sinemasal bir formda nasıl inşa edilebileceğinin güçlü bir örneğidir.
Âşıklar Bayramı (2022)
Özcan Alper’in Netflix için çektiği ilk uzun metraj kurmaca film olan Âşıklar Bayramı, yönetmenin filmografisi içinde hem tematik hem biçimsel olarak ayrışan bir yapıya sahiptir. Her ne kadar Alper sineması net bir auteur çerçevesinde değerlendirilmese de çoğu filminde ilk sahnelerden itibaren kendine özgü anlatım dili ve görsel yaklaşımı hissedilir. Ancak Âşıklar Bayramı, gerek oyuncu seçimi, gerekse anlatım biçimi açısından bu tanıdık izleri büyük ölçüde silikleştiren bir yapım olarak öne çıkar.
Yönetmen ilk kez bir dijital platform için film üretmiş, ilk kez başrole ülkenin en popüler oyuncularından birini — fiziksel özellikleri ve yıldız kimliğiyle ön plana çıkan Kıvanç Tatlıtuğ’u — yerleştirmiştir. Aynı zamanda ilk kez doğrudan bir edebiyat uyarlaması gerçekleştirmiş, daha önceki yapıtlarında olduğu gibi senaryo geliştirme sürecinde bir edebiyatçıyla birebir iş birliği yerine, hazır bir roman metninden yola çıkmıştır. Bu tercihler, ortaya çıkan filmin, Alper’in tanıdık sinemasal evreninden uzaklaşmasına neden olmuştur.
Film, yıllar sonra bir yolculuk vesilesiyle yeniden bir araya gelen baba-oğlun yüzleşme hikâyesini anlatır. Heves Ali, geçmişte ailesini terk etmiş bir halk ozanıdır. Oğluyla olan kopuk ilişkisinin temelinde yalnızca gönül ilişkileri değil, kendi yaşam biçimini her şeyin önünde tutması yatar. Ancak film, bu dramatik çatışmayı derinlemesine işlemekten ziyade, yüzeysel ve hızla geçilen duygusal etkileşimlerle anlatmayı tercih eder. Baba-oğul ilişkisine dair duygusal çözülmeler, neredeyse her biri birkaç cümleyle geçiştirilen sahnelerle verilmiş; izleyicinin karakterlerle güçlü bir duygusal bağ kurması zorlaşmıştır. Filmin merkezindeki “affetme” meselesi ise daha da belirgin bir zayıflık noktasıdır. Hayatını sorumluluk almadan yaşamış, yalnızlığını kendi tercihiyle inşa etmiş bir adamın —yaşlılık ve hastalıkla karşılaştığında— oğlunun kapısını çalması; izleyiciye sorgulama alanı açmak yerine, film tarafından neredeyse romantize edilerek sunulur. Affın bu kadar kolay ve mutlak biçimde verilmesi, etik tartışmayı kapatır. Oysa Alper’in önceki filmlerinde görmeye alıştığımız belirsizlik, seyirciyi kendi iç muhakemesiyle baş başa bırakan anlatım dili burada geri plandadır.
Tüm bu zayıf yanlarına rağmen, filmin arka planında yer alan Alevi kültürü, halk ozanlığı geleneği ve taşra atmosferi başarılı bir biçimde yansıtılmıştır. Görsel dil yer yer Alper’in eski filmlerinden tanıdık izler taşısa da bu izler, genel bütünlük içinde yeterince derinleşemez. Âşıklar Bayramı, teknik olarak kusursuz sayılabilecek bir yapım olmasına rağmen, Alper’in önceki filmlerinde yakaladığı duygusal derinlikten ve politik arka plandan yoksundur. Bu yönüyle yönetmenin filmografisinin en zayıf halkası olarak değerlendirilmektedir.
Karanlık Gece (2022)
Bugüne kadar sinemasında yakın dönem Türkiye tarihinin toplumsal ve bireysel travmalarına odaklanan Özcan Alper, Karanlık Gece ile bu kez — geçmişte de benzerleri çokça deneyimlenen — tam da şu anın, son yirmi yılı aşkın süredir deneyimlediğimiz “Yeni Türkiye”nin atmosferini perdeye taşımaktadır. Bu atmosferin belki de en sarsıcı yönü olan linç kültürünü merkeze alır. Üstelik bunu ilk kez bu denli sert, donuk ve doğrudan bir dille yapar. Şiddetin kendisini göstermemeye yönelik tutumundan ödün vermeden, şiddet estetiğine hiç bulaşmadan, yalnızca aktarılanlarla seyircinin zihninde güçlü ve sarsıcı imgeler yaratmayı başarır.
Zira kutuplaşmanın derinleştiği, insanlar arasında mesafenin ideolojik ve sınıfsal olarak açıldığı, farklı olanın düşmanlaştırıldığı bir toplumsal iklimde linç, bu topraklarda yalnızca fiziksel değil, duygusal ve sosyal düzlemlerde de kendini göstermektedir. Muhafazakârlığın, bağnazlığın ve tutuculuğun baştacı edildiği; “farklı” ve “değişik” olanın ötekileştirilip sessizce gözden çıkarıldığı bir dönemde, Alper tüm bu gerçekliği sakin ama kararlı bir yerden ve büyük bir cesaretle ele alır.
Bu bağlamda Karanlık Gece’de kullanılan obruk metaforu özellikle etkileyici. Çünkü film, yalnızca coğrafi olarak değil, duygusal ve toplumsal olarak da ülkenin kalbinden çöküşünü resmetmektedir. Anlatılanlar, kimi izleyicinin gözlerinin önüne uzun süredir çektiği perdeyi aralarken, kimileri için de karşılarına bir ayna gibi dikilir. Zaten film, muhalif olanların çoktan farkında olduğu ama belki de bu denli sert bir biçimde yüzleşmekten kaçındığı bir gerçeği, tüm çıplaklığıyla sinemaya taşır.
Filmde Berkay Ateş ve Cem Yiğit Üzümoğlu’nun etkileyici performansları, hikâyenin duygusal ağırlığını taşıyan önemli unsurlar arasında yer alır. Senaryo sürecinde ise edebiyatçı Murat Uyurkulak’ın katkısı fazlasıyla hissedilir; dilin şiirselliği ve bazı sahnelerdeki içsel derinlik bu iş birliğinin izlerini taşımaktadır. Ancak tüm bu başarısına rağmen Karanlık Gece’nin kadın temsili açısından eleştiriye açık bir yönü bulunuyor. Filmin önemli yan karakterlerinden biri olan Sultan, erkek egemen çevrelerin kıskacında kalan, sesine yer verilmeyen ve hikâyede daha çok işlevsel bir kurban figürü olarak konumlanan bir kadın olarak karşımıza çıkmaktadır. Karakterin potansiyeli yüksek olmasına rağmen, anlatının merkezinden uzaklaştırılması ve gelişiminin yarım bırakılması hayal kırıklığı yaratır. Özellikle feminist bir bakışla izlendiğinde Sultan’ın maruz bırakıldığı temsil biçimi sorgulanmayı hak etmektedir. Sultan, eril şiddetin pasif bir nesnesi olarak kalır. Bu da filmin genelindeki güçlü politik tavra kıyasla belirgin bir boşluk yaratır.
Bölük Pörçük: Bir Tuncel Kurtiz Biyografisi (2025)
Türkiye prömiyerini 44. İstanbul Film Festivali’nde yapan Bölük Pörçük: Bir Tuncel Kurtiz Biyografisi, Özcan Alper’in sinemasında belleğin, arşivin ve kişisel tarihin nasıl yaratıcı bir zemine dönüştüğünü bir kez daha gözler önüne serer. Sonbahar, Gelecek Uzun Sürer, Rüzgârın Hatıraları ve Karanlık Gece gibi filmlerinde suskunluklara, yarım kalmış anlatılara ve bireysel/toplumsal hafızaya odaklanan Alper, bu kez yönünü sinema ve tiyatro tarihimizin en özel figürlerinden biri olan Tuncel Kurtiz’e çevirir.
Belgesel, ilk bakışta klasik bir “tanıklık” yapısına yaslanır gibi görünse de kronolojik anlatıyı reddeden kurgusal tercihiyle çok daha katmanlı bir belleksel yapı sunar. Ses, sessizlik, arşiv görüntüleri ve röportaj kayıtları arasında sezgisel geçişlerle ilerleyen film, belleğin doğasına özgü parçalı ve bazen tutarsız yapıyı sinemasal dile başarıyla tercüme eder. Alper, iki buçuk yıla yayılan titiz bir arşiv taraması sonucunda, yurt içinden ve yurt dışından ulaşabildiği onlarca kaydı dijital olarak restore eder; böylece sinema aracılığıyla bir tür bellek arkeolojisi gerçekleştirmektedir.
Bölük Pörçük: Bir Tuncel Kurtiz Biyografisi, Tuncel Kurtiz’i yalnızca idealize edilmiş bir halk kahramanı olarak değil, öfkelenen, küsen, sevinen, kırılan, hata yapan ve yeniden başlayan bir insan olarak ele alır. Bu yönüyle film, otobiyografik sinemanın sıkça düştüğü yüceltici anlatı tuzağından uzak durur. Kurtiz’in özel hayatını dramatize etmeyen, magazinsel meraka kapılmayan ve ahlaki sınırları koruyan anlatı yapısı, belgeselin en güçlü yönlerinden biri. Alper’in etik duruşu, yalnızca anlatının biçiminde değil, tanıklık edenlerin söz alış biçimlerinde de hissedilir; konuşanlar ne bir “söyleşi malzemesi”ne dönüşür ne de duygusal manipülasyonun aracına. Hepsi bir zamanın, bir hissin, bir belleğin izini sürer.
Kırılganlıkla sahiciliğin dengelendiği bu içten belgesel, Tuncel Kurtiz’i hem sevenleri hem de onu tanımaya yeni başlayanlar için sinema perdesinde unutulmaz bir bellek yolculuğuna dönüştürmektedir. Aynı zamanda bu film, Özcan Alper’in sinemasında belgeselin yalnızca bir tür değil, toplumsal ve duygusal hafızaya yaklaşmanın etik ve estetik bir yolu olduğunu hatırlatır. Bölük Pörçük: Bir Tuncel Kurtiz Biyografisi, parçalar hâlinde kalmış bir hayatı sadece toplamaya değil, o parçaların kırıklarında yeniden düşünmeye ve hissetmeye çağırmaktadır.
…………………………………………….(2025)
Özcan Alper’in son filmi Eylül 2025’ten itibaren festivallerde gösterilmeye başlanacak. Filmle ilgili bilgiler netleştikçe bu bölüm güncellenecektir.