İstanbul’un en güzel mevsimi İstanbul Film Festivali, 2013 yılında yine dopdolu bir programla çıktı karşımıza. Dünya sinemasının en güncel örneklerinden sinema sanatını beslemeye devam eden eski tarihli klasiklere genişleyen filmler tam 16 gün boyunca şehir sinemalarını şenlendirdi. Festivalde eksikliği hissedilen tek şey yine Emek Sineması idi.
Festivalin sonlanmasıyla birlikte izlediğimiz filmler üzerine bir özel dosya çalışmasına giriştik biz de. Her biri ayrı güzellikteki filmlerden bir seçki oluşturmak için etkinlik öncesini tercih etmek yerine biraz daha beklemek istemiştik zira. Böylece hem halihazırda izlediğimiz filmler üzerine konuşabilecektik hem de onlar arasında seçimde bulunurken zaman süzgecinden yararlanarak daha adil davranabilecektik…
Sonuç olarak Fil’m Hafızası yazarlarının kaleminden 32. İstanbul Film Festivali’nden hafızalara armağan 20 film aşağıdaki gibi şekillendi. Göreceksiniz ki başlangıç için oldukça iştah kabartıcılar. Lakin siz yine de kendinizi festival programından yalnızca 20 filmle sınırlamayın, 2014 Nisan’ına daha çok var.
*Sıralama alfabetiktir.
Soner Yıldırım
Ah Güzel İstanbul (Atıf Yılmaz, 1966)
Belki de klasik Yeşilçam döneminin en güzel filmlerinden birisidir Ah Güzel İstanbul. Hollywood’a paralel olarak rüya ülkeler, zamanlar ve kişilikler yaratan Yeşilçam’dan etkilenen bir taşra kızının İstanbul’a gelişini, evsiz kalışını ve sokaklarda fotoğrafçılık yaparak geçinmeye çalışan orta yaşlarında bir adamla yakınlaşmasını anlatır film en kısa haliyle.
Ah Güzel İstanbul’u, Yeşilçam’ın dönüp kendisine dışardan bakışı, seyricinin ne gibi bir duygusal tahribata uğradığını inceleyişi olarak değerlendirmek mümkün. Ayşe, filmlerdeki yıldızlara özenip artist olma hayalleri kuran birisidir ve fotoğrafçı Haşmet sayesinde bunun boş bir rüya olduğunu anlar. Ne var ki inişli çıkışlı bir serüven kendisini beklemektedir. Elbette sinema endüstrisinin özeleştirisini içeren film aynı zamanda modern yaşamı, Türk kent insanının 1960’lardaki gidişatını yerinde tespitlerle de gösterir.
Safa Önal’ın kaleminden dökülen senaryo yine sıcak, yine akıcı ve yine gerçekçidir. Ayla Algan’la Sadri Alışık’ın performanslarıyla daha bir derinleşen film, Atıf Yılmaz’ın yönetiminde bir doruk noktasını teşkil eder. Ah Güzel İstanbul’un bu yıl İstanbul Film Festivali’nde tekrardan beyaz perdede gösterilmesi ise pek ender yaşanacak bir şans idi. (Emrah Öztürk)
Camille Claudel, 1915 ( Bruno Dumont, 2013)
Efsanevi heykel sanatçısı Camille Claudel’in ölümüne dek sürecek otuz yıllık esaretinin başlangıç dönemini aktaran Camille Claudel, 1915, Bruno Dumont’un kişisel meselelerini bir nebze kenara koyup kendini Claudel’in acıtıcı yaşam öyküsüne teslim ettiği, Juliette Binoche’un üstün performansıyla değerlenen önemli bir yapım.
Sanatçının geçmişine satır aralarında dokunmaya çalışan Camille Claudel, 1915, hakkında bilinen hikayeleri tekrar anlatmak ya da akıl hastanesine kapatılma sebeplerini irdelemek yerine hapsedilmiş olmanın ne demek olduğuna bakıyor. Kendini zehirleyecekleri gibi paranoyalar edinmiş Claudel’in çevresindeki insanlarla olan ilişkisi ve yaşadığı keskin yabancılık, anlaşılamayacağına dair haklı isyanı ile birleşince perdede beliren trajedinin sessiz akışı daha da acıtıcı bir hal alıyor.
Camille Claudel, 1915, sanatçının koca bir ömür sürecek çaresizliğini oldukça sınırlı bir zaman dilimi üzerinden; Claudel’in tekrar özgür olacağına dair umutlarının yüksek olduğu ilk zamanlardan her şeyin kardeşi Paul Claudel tarafından alaşağı edildiği kısa bir süre sonrasına dek aktarıyor. Uzun ve sessiz finalinde ise bizi geleceğinin dehşetine dair öngörü sahibi bir kadının iç kemiren gülümsemesiyle baş başa bırakıyor. (Simon Sağlamoğlu)
Don’t Touch the White Woman! (Touche pas à la femme blanche!, Marco Ferreri, 1974)
Marco Ferreri’den özgün bir yenilgi hikayesi… Kızılderili Kasabı olarak bilinen George Custer’ın Little Big Horn’da bozguna uğrayışının, biyografi ve absürd komediyle yoğrulmuş, bir dönem filmi olmasının yanında modern zamanların Fransası’nın da yer aldığı hibrid bir hikaye bu.
Karakterlerin (başta Custer olmak üzere) gelgitli tavırları o kadar yoğunlaşıyor ki, bazen filmdeki en “aklı başında” karakterin, Kızılderililerin “danışmanı” da saydıkları deli adam olduğunu düşünüyoruz. Ancak filmin akıl sınırlarını zorlayan tek özelliği karakterleri değil. Fransızların demiryolu geçirmek istedikleri, Kızılderililerinse yaşam alanları olarak tanımladıkları westernvari inşaat alanı etrafında kuruluyor filmimiz. Ama asıl hedef Amerika! Filmde yalnızca Amerikalıların Kızılderililere uyguladığı şiddet değil, Fransızların Cezayirlilere olan tavrı da hicivli bir anlatımla ifade ediliyor. Zaten tabelalarda İngilizce, Fransızca ve Almanca dahi kullanıldığından, ırkçılığın küresel boyutuna da değinerek zaman ve mekan algımızı da kırmayı başarıyor.
Don’t Touch the White Woman!, Custer’ın yenilgisini ayrımcılık, kolonyalizm ve kapitalizm eleştirilerini komediyle harmanlayarak bize sunuyor. (Nil Yüce)
Ernest et Celestine (Benjamin Renner, Vincent Patar, Stephane Aubier, 2012)
Yeraltında yaşayan fareler korkulu rüyaları ayılardan uzakta, güven içinde bir medeniyet kurmuşlardır. Yeryüzünün hakimi ayılar ise ölesiye nefret ettikleri fare ırkına mensup hiç kimsenin barınamadığı kendi dünyalarında yaşamaktadır. Ne var ki yetim fare Celestine kuralları delerek yeryüzüne kaçtığı zorlu bir gecenin ardından meteliksiz bir sokak müzisyeni olan ayı Ernest ile tanışınca iki dünya arasındaki kaçınılmaz çarpışmanın tohumları atılır. Dostlukları günden güne pekişen, biri resme biri müziğe aşık kafadarlar bir arada yaşamaya başladığında ezberlenen bütün kurallar bozulmuştur. Peki bu iki farklı dünyaya hükmeden yasaların ve vatandaşların bu durum karşısındaki tavrı ne olacaktır?
Cannes 2012’den mansiyon ödülüyle dönen Ernest et Celestine günümüz dünyasının en yaygın insanlık sorunlarını masaya yatırırken masalların hem öğreticiliğinden, hem basitliğinden hem de iyimserliğinden faydalanıyor. Masal geleneğini görselliğine de yansıtan bu sevimli animasyon, yalnızca ayılardan ve farelerden oluşmasına karşın ırkların birbirini ötekileştirmesine yetecek kadar kalabalık ve tanıdık bir dünyayı aldığı arka planında giriştiği satirik toplum yorumundan alnının akıyla çıkıyor. (Soner Yıldırım)
Köksüz ( Deniz Akçay Katıksız, 2012)
Bir babanın erken kaybının ardından toparlanamamış, gündelik hayata dönememiş, kendini ne tek tek ne de toplu olarak gerçekleştirebilmiş dört kişilik ailenin; ajitasyondan uzak ve hakiki tragedyalar barındıran beceriksiz ilişkilenmelerinin hikâyesini anlatıyor Köksüz.
Biçilmiş rolünün ‘olması gereken kadını’ anne Nurcan’ın, büyük kızı Feride’yi koca’laştırması; Feride’nin anneden kaçarken doluya tutulması, ergenlik çağındaki erkek kardeş İlker’in kayıp hâlleri, henüz ergen bile denemeyecek en ufak kız kardeş Özge’nin çıkmayan, çıksa da zaten duyulmayan sesi; tüm bir ailenin çok bilinmezli paradoksal denklemi. Köksüz, “çöküş” meselesinin cevaplarıyla değil, ona sebep olan travmalarıyla ilgileniyor.
Kimsenin kimseye, kimsenin kendine bile ait hissedemediği tekinsiz bir kara parçasındayız. Bahsimiz; son derece orta sınıf bir İzmir semtinde geçen (ve bizi İzmir’den de mahrum bırakmayan) bir ilk film. Üstelik bu yılki İstanbul Film Festivali’nde hem “Radikal Halk Jürisi” ödülünü, hem de Seyfi Teoman adına verilen “En İyi İlk Film” ödülünü aldı. Maharetli ilk filmler, sinemamıza dair umutlanma sebeplerinde başı çekiyor. (Tuğçe Güleç)
Mystery (Ye Lou, 2012)
Dünya güzeli bir kız çocuk, yakışıklı koca, iyi kar eden şirket, iyi bir ev, iyi bir araba, sağlıklı seks hayatı, evde huzur. Üniversitede okurken aşık olan bir kadın bu şartlara sahip olacaksa evlenip evinin hanımı olmayı neden istemesin? İster elbet. Bu şartlar film seti gibi, kendisine gösterilen kısımdan ibaret değilse tabii.
Lu Jie, anaokulundaki kızının sınıf arkadaşı küçük Yohang ‘ı fark etmemiştir bile. Oğlanın annesi kendisiyle tanışıp arkadaş olduğunda da şüphelenmez, bu kadın sayesinde kocasının ne kadar çapkın olduğunu öğrendiğinde de. Yohang meğer kocasının oğludur, erkek çocuktur. Tek gecelik bir serüven perde arkasında süregiden bir yaşama kapı açmıştır; erkek çocuk meğer ne de kıymetlidir.
Çin ‘de 2009 yılında bir kadının eşinin ikinci bir hayatı daha olduğunu öğrenmesi ile başlayan olaylar, bir üçüncü sayfa haberi olmaktan çıkıp Mystery ‘ye esin kaynağı olmuş. Mystery, uzun yıllar sansürlü kalmış yönetmen Lou Ye ‘nin sekizinci filmi olmasına rağmen kendi ülkesinde gösterimini yapabildiği ikinci filmi.”Altıncı Jenerasyon Çin Sineması” nın en iyi örneklerinden biri olarak gösterilen film 2013 Asya Film Ödülleri ‘nde En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Yeni Oyuncu ve 2012 Tayvan Altın At Ödülleri ‘nde En iyi Yeni Oyuncu ve En İyi Özgün Müzik ödüllerinin sahibi. (Büte Kıraşı)
Paradise: Faith (Paradies: Glaube, Ulrich Seidl, 2012)
Festivalin en kıymetli çalışmalarından olan Paradise üçlemesi, Ulrich Seidl’in aynı aileye mensup üç kadının farklı yerlerde ve şekillerde fakat ortak bir ihtiyacın izinde, içlerindeki eksik kalmışlıkları doldurma isteğiyle çabalamaları üzerinden kurulan bir anlatı dizisi. İlk önce tek bir film olarak tasarlanan, daha sonra ise üç parçaya bölünen çalışmanın ikinci filmi Paradise: Faith, kendine yüklediği misyonerlik göreviyle Avusturya’ya inanç aşılamak için didinen orta yaşlı Anna Maria’yı merkezine alıyor.
Hayatının anlamı olarak İsa’yı gören, yalnızlığını onun varlığını hissetmeye çalışarak gideren Anna Maria, yıllık iznini elinde Meryem Ana heykeliyle Viyana’nın muhtelif mahallelerinde kapı kapı dolaşarak geçirir; farklı hayat biçimine sahip insanlara kendisinin tek doğrusu olan Katolik inancını benimsetmeye çalışır. Anna Maria kendi evreninde İsa ve Meryem heykelleri ile yaşama tutunmuşken her şey anide çatırdamaya başlar. Yıllardır görmediği Mısırlı kocası karşısında belirir; kadının İsa’ya yönelttiği arzusunu kendine döndürme niyetindedir.
Kilise kurumu tarafından topa tutulan Paradise: Faith, yalnız bir kadının hayata karşı “inancı” ile savunma silahları yaratması, ruhsal tatminin yanısıra bedensel arzularını da inancıyla doyurmaya çalışmasındaki çarpıcı boşluk üzerine oldukça cesur bir çalışma. Özene bözene yaratılan korunaklı bölgelerin alaşağı edilişinin tekinsizliğindeki Paradise: Faith için, geniş bir kitle tarafından büyük bir nefret besleneceğinin aşikar olduğunu belirtelim. (Simon Sağlamoğlu)
Paradise: Love (Paradies: Liebe, Ulrich Seidl, 2012)
Birbirinden farklı iki kıta: Avrupa ve Afrika… İki farklı ülke: Avusturya ve Kenya… Boşanmış, hayatı kızının etrafında dönen 50’li yaşlarında bir kadının Kenya’ya gidişi, kendini bulmaya çalışırken kaybetmesi, sevilmeyi isterken hayalkırıklığı yaşaması… Paradise: Love‘ın başta kalbi kırık bir yaz aşkını anlattığını düşünmek mümkün. Ancak gerek karakterler, gerekse yaşananlar o kadar gerçeğe yakın ki, tecrübelerime dayanarak filmdeki Avrupa – Afrika bakışının kolaylıkla içselleştirilebileceğini söyleyebilirim.
Kahramanımız Teresa, kendini yeniden yaratmak istiyor. Hep o istediği aşkı, Kenyalı erkekleri kendince “eğiterek” yaşamak istiyor. Yine de bu durum onun kendinden uzaklaşmasına, başkalaşmasına ve sömürülmesine neden oluyor.
Paradise: Love, duygusallıktan çok, farklı kültürlerin çakışması, çatışması, birbirini tüketmesi,sonrasında da zeytinyağı ve su gibi birbirinden ayrılışı ön planda yer alıyor. Filmi farklı kılan bir diğer nokta da, anlatımını kadın bedeninin değil -Afrika ülkelerinde oldukça sık rastlandığı üzere- erkek bedeninin nesneleşmesi üzerine kurması. Arka planda da huzursuz halkına rağmen alabildiğine sakin manzaralara sahip “cennetten bir köşe” gibi görünen Kenya bu hikayeye ev sahipliği yapıyor. Kısacası Paradise: Love, uzak, bambaşka bir ülkede güneş doğarken, kumsalda sessizce ağlayarak yapılan bir yürüyüşü anlatıyor. (Nil Yüce)
The Patience Stone (Syngue Sabour, Atiq Rahimi, 2012)
Kadın, adam, hala, hoca, genç asker. Bu hikayede isimler yok. Dualar var önce; namazlar, “Ne olur ölme, iki çocukla ben ne yaparım!” Sonra bombalar, kulağımızın dibinde patlayan silahlar. Savaşın ortasında parasızlık var; komada bir adamın yanında kadın başına kalmak. Kocanın tüm akrabaları gitmiş, gelin kimsenin umrunda değil…
Bir efsane var: Tüm sırlarını anlatırsın bir taşa, derdini kederini; bitirirsin ki o taş çatlar. Onun adı Sabır Taşı ‘dır.
Keşfediş var: Koca hareketsiz, bir hocanın duaları ve bir serum (yoksa şekerli su) var, iyileşme yok, umut yok, hiçbir şey duymuyor. Ona sırlar anlatılabilir, rahatlanır.
Bir yabancı var: Tecavüz için gelir, cinsellik yeniden keşfedilir. Kekemedir, üstelik İşkence yaraları vardır vücudunda; bir askerden çok kurbandır meğerse.
Sırlar var: Anlatılır, anlatılır… Fark edilir ki kocayla hiç bu kadar uzun konuşulmamıştır.
İyileşme var: Sabır taşı çatlar.
Ve gerçek hayat var : Yazar ve Yönetmen Atiq Rahimi kitabı “Syngue Sabour” ile 2008 ‘de Fransa ‘nın en büyük edebiyat ödülü Prix Goncourt ‘u aldı. Kitap İngilizce ‘ye The Patience Stone ismiyle çevrildi. Rahimi 2012 ‘de kitabını filme dönüştürdü, aynı isimle. Filmin başrolündeki Golshifteh Farahani, İran ‘ın en büyük yönetmenleriyle çalışmış, dokuz ödül sahibi bir aktris. İran ‘dan sürgün ve Paris ‘te yaşıyor. (Büte Kıraşı)
Post Tenebras Lux (Carlos Reygadas, 2012)
En son beğenmekten çok ötede hisler besleyip gönlümüze sorgusuzca kabul ettiğimiz Silent Light gibi bir güzelliği sinemaya armağan eden Meksikalı genç usta Carlos Reygadas’ın beş yıl aradan sonra gelen filmi Post Tenebras Lux, sinemasal gerçekliği şimdiki zamana eşitleyen klasik anlatının dışında konumlanarak oldukça ilgi çekici bir üslup benimsiyor.
Post Tenebras Lux, Meksika kırsalına taşınmış dört kişilik bir ailenin yaşamına dair bir kolaj diye tanımlanabilir rahatça. İçerisinde hayatı anlamaya çalışan çocukların, evliliklerini sürdürmeye çalışan çiftin, terk edişlerin, kendini cezalandırmaların, toplu seks sahnelerinin, alet çantalı şeytani bir varlığın ve daha bir sürü şeyin bulunduğu bu yaşam parçalarının birleşiminden meydana gelen filmin takibi konvansiyonel anlatılara göre oldukça zor olsa da, yarattığı imgelerin sarsıcı gücü ve kurgunun mümkün kıldığı duygusal bağlantılar eşine az rastlanır bir deneyimi mümkün kılıyor.
Reygadas’ın kendi evinde ve çevresinde çektiği, kendi evinde kurguladığı ve çocuklarını oynattığı, dolayısı ile film üretme sürecini kendi yaşam alanı ile bütünleştirdiği filmi Post Tenebras Lux, zaman ve mekan algısının yerleştirildiği güvenilir alanları yıkarak çoğu filmin birbirine benzer “gerçekçiliğinin” karşısına kendi “gerçekliğini” getiriyor. (Simon Sağlamoğlu)
Searching for Sugar Man (Malik Bendjelloul, 2012)
Rodriguez isimli yerel bir şarkıcı 1970’lerin Amerikası’nda iki albüm yapar. Kendi ülkesinde büyük bir başarısızlığa uğrayan albümler aynı dönemde nasıl olduğunu kimsenin bilmediği bir şekilde Güney Afrika’ya ulaşır ve Rodriguez burada milyonların dinlediği bir şarkıcı haline gelir. Dahası bir zaman sonra, ülke müziğini kökünden etkileyecek kadar önemli olduğu bu topraklarda özgürlükçü hareketlerin simgesi kabul edilecektir. Gelin görün ki, ne Rodriguez’in Güney Afrika’daki bu sevgi selinden ne de hayranlarının, hakkında onlarca efsanenin anlatıldığı bu güzel sesli adamın kim olduğundan haberi vardır. Zira söylenenlere göre Rodriguez uzun yıllar önce sahnede kendini ateşe vererek intihar etmiştir…
Geçtiğimiz yıl birçok önemli festivalden en iyi belgesel ödülüyle ayrılan Searching For Sugar Man, festival programı açıklandığında en çok merak uyandıran yapımlardan biri olmuştu. Festival sona erdiğinde bu merakla eşdeğer bir beğeniye nail olan film bir taraftan hayatta her şeyin mümkün olduğuna yönelik yaşanmış mucizeler sunarak umut zerk ediyor bir taraftansa daha kim bilir kaç sanatçının, kaç dimağın kendini anlamlandıracak insanlara ulaşamadan yok olup gittiğini hatırlatıp bizleri derin hüzne boğuyor. İsmini Rodriguez’in meşhur şarkılarının birinden alan Searching For Sugar Man, tıpkı anlattığı hikayede olduğu gibi etkisi hiçbir zaman yok edilemeyecek, görülmesi elzem bir seyirlik. (Soner Yıldırım)
Sen Aydınlatırsın Geceyi (Onur Ünlü, 2013)
Sen Aydınlatırsın Geceyi, Türk Sineması’nda absürd işleriyle seyirci üzerinde oyunlar oynayan yönetmen Onur Ünlü’nün elinden çıkan son mavra. Süper kahramanlarla dolu olmasına karşın bir süper kahraman filmi olmayan yapım, yaratılan “siyah beyaz dünya”da endişeyle sıkıntıyı harmanlayan, duvarların arkasını görebilen ve hatta içlerinden geçebilen Cemal’in aşk’ı arayışı üzerine! Ancak arayışın da endişenin de hiç bitmediğine dair bir güzelleme.
Filmin ismini, William Shakespeare’in aynı adlı kitabından alması ise Ünlü’nün şiirle olan organik bağını bilenler için hiç yadırganmayacak bir durum. Bambaşka duyguları aynı anda yaşatan film, anlatı yapısı olarak sırtını şiir biçimine veriyor. Tümüyle öznel duygulara hitap eden yapım, ölüme güldürürken yaşıyor olmaya ağlatıyor. Normal ol(a)mayan insanların hayatını normal olmayan bir dille anlatan film, Dünyada sadece var olmanın bile kişiyi endişeye sevk ettiğini ise daha başlangıçta Euripides’den alıntı yaparak veriyor: “İnsan endişeden yaratılmıştır.” (Kutay Ucun)
Sightseers (Ben Wheatley, 2012)
Tina’nın beraber yaşadığı obsesif annesine posta koyabilecek kadar iyi ve özgüvenli hissetmesinin bir sebebi var elbet. Chris! Sonunda bir sevgilisi var ve sonunda “sevgiliyle tatil” klâsiği onun da anı belleğinde olacak. Bu deneyimi yaşarken böyle heyecanlanmasının tek nedeni otuz dört yaşına dek beklemiş olması.
Kiraladıkları karavanla, İngiltere’nin Göller Bölgesi’ne doğru yola çıkan ve birbirlerini ‘yolda’ tanıyan kapkara çiftimiz; hayatımızı kaplayan tüm ihtiraslara, tüm şiddete meyilli hâllerimize, tüm kıskançlıklarımıza, zaaflarımıza, delirmelerimize –sık sık orasına burasına kan bulaştırdıkları- karavanlarının dikiz aynasından bakıyor ve bizi bir güzel tokatlıyorlar. Sırf ‘saklı tutmayı başardıkları’ için işlenmemiş sayılan cinayetler, herkesin güvenilmez oluşu, karşılaştıkları güven veren ve neredeyse dost olmak gibi bir kandırmacaya kapıldıkları insanların yarattığı tedirginlik, durmaksızın gülünç formlarda kötücül şeyler yapmak ve müthiş Göller Bölgesi. Fonda sürekli ironika çalıyor.
Bu koyu karakomik ; 2012 yılı boyunca hem İngiliz Bağımsız Film Festivali’nde, hem Mar Del Plata’da, hem de Sitges’de “En İyi Senaryo” ödüllerini topladı. Sitges’de aynı zamanda başrol oyuncularından Alice Lowe’a “En İyi Kadın Oyuncu” ödülü kazandırdı. Zaten alınmış tüm bu senaryo ödülleri de başrolleri paylaşan Alice Lowe ve Steve Oram’dan başkasına gitmedi, çünkü senaryoyu filmin oyuncuları oluşturdu. Garip Turistler sahiden de garipler. Kahkaha garantili, tokat vaatli. “Kimseye kızabilmek mümkün değil.” (Tuğçe Güleç)
Something in the Air (Aprês Mai, Olivier Assayas, 2012)
Yetmişlerin başı. Dünyanın değiştirilebileceğine tüm ‘gençlik budalalığıyla’ inanan, gazete basan, bildiri dağıtan, eylemlerde coplanan, her şeye karşı müthiş bir heyecan ve merak duyan bir kuşakla tanışıyoruz. Daha doğrusu, hatırlıyoruz onları yeniden.
Esas çocuğumuz Gilles, kahraman olmak iddiasından çok uzak. Gilles’in ile okuldaki ‘dava ve sanat yoldaşlarının’ tutarlılıklarını, tutarsızlığa düşüşlerini, değil dünyayı kendilerini bile değiştiremediklerini kabul edişlerini, uzunlu kısalı ‘özlük’ seyahatlerini, her birinin sanatsal olarak kendilerini/ kendi biçemlerini arayışlarını, kaybedişlerini görüyoruz. Evlerde, odalarda, bahçelerde, çayırlarda, girip çıktıları her yerde delice bir üretim arzuları var. Paris’teyiz. Gilles’in boyaları, tuvalleri, lirizmi ve pastoralliği üzerimize bulaşıyor. Sonra İtalya’ya gidiyoruz. Toscana’ya, Floransa’ya, sonra Londra’ya.
İçerik ve biçim hakkında kafa yoran, direnen, yıkanmak istemeyen çocuklar onlar . 2012 Venedik Film Festivali’nde “En İyi Senaryo” dalında Mimmo Rotella ödülünü ve Ghent En İyi Müzik Ödülü’nü almış olan Aprês Maiboyunca; hepimiz biraz Gilles oluyoruz, biraz sarhoşuz, biraz kafamız karışık ve biraz kayboluyoruz. (Tuğçe Güleç)
The Decameron (Il Decameron, Pier Paolo Pasolini, 1971)
Rönesans’ın hümanist şairi Boccacio’nun alegorik eseri Decameron’dan uyarlanan film, Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Gümüş Ayı almıştır.
The Decameron, Boccacio’nun kitabındaki yüz öyküden dokuzunu içerir. Anlatmak istediklerini seyirciyi rahatsız edici tonda işleyen bir üsluba sahip olan Pier Paolo Pasolini, bu filminde de cinselliği abartılı ve yoğun bir şekilde gösterir. Yönetmen, her bir öyküde genelde odağında din adamlarının bulunduğu toplumsal yozlaşmayı ön plana çıkarır ve böylece dini ve çevresel baskıların bireyi ahlaklı olmaya değil, tam aksine ilkel bir dejenerasyona iteceğinin altını çizer. Baskının kol gezdiği Ortaçağ sokaklarında neler mi vardır? Eşlerini onun yanıbaşında, kaygısızlıkla aldatanlar; kimseye bir şey anlatamayacağını düşünerek bir sağır-dilsiz ile sırayla cinsel ikişkiye giren manastır rahibeleri, hırsızlar ve daha nicesi: Toplumun kendi elleriyle yarattığı ikiyüzlü bireyler…
Pasolini’nin alaycı diliyle Katolik Kilisesi’ni adeta hicvettiği The Decameron; Hayat Üçlemesi’nin de ilk filmi.
The Fifth Season (La Cinquième Saison, Peter Brosens – Jessica Woodworth, 2012)
Hayat olağan seyrinde giderken, beklediğimiz ve olacağını bildiğimiz her şey olup biterken sükuneti korumak, normal davranmak ve hatta iyi biri olmak bile çok kolaydır elbet. Peki ya hep döneceğini sandığımız dünya gün olur da durmaya karar verirse? Ya tabiat ana bize olan öfkesini kontağı kapatarak üzerimize kusarsa?
Birdenbire her yıl yanabilen bahar şenliği ateşi yanamaz oluyor, bütün bal petekleri kuruyor, hiçbir hayvan süt vermemeye başlıyor, doğa küçük bir köyde yaşayan alalade insanlara karşı kupkuru ve çok tedirgin eden bir tepki veriyor. Hayatta kalma cenginde; insanoğlu kendini görmeyi hiç ummadığı hâllerde görebiliyor. İlk taşı atan biri daima çıkıyor ve en mikro ölçekteki toplu yaşama alanı bir cinnet alanına, bir tür cehennem tasvirine evrilebiliyor. Çünkü işler yolunda gitmemeye başladığında bunun bir suçlusu olmak zorunda. Çünkü her kim ki azınlıktır; cümle ötekileştirmelere hazırlıklı olmalıdır.
Venedik’te “Genç Sinema” ödülünü almış, Valladolid’de ise hem “Fipresci Ödülü”ne, hem “Gençlik Ödülü”ne, hem de “Jüri Özel Ödülü”ne lâyık görülmüş olan; resimleri, açıları, ölçekleri, plânları, mevzusu ve söyledikleriyle unutulmaz bir sinema deneyimi yaşatıyor. Nisyan ile malûl olan hafızaya “sana kendimi unutturmayacağım” diyor. (Tuğçe Güleç)
The Weight (Mu-ge, Jeon Kyu-Hwan, 2012)
Yönetmen Jeon Kyu-Hwan ‘a 2012 Talinn Siyah Geceler Film Festivali En İyi Yönetmen Ödülü ‘nü getiren The Weight; ötekileştirme üzerine anatomik vurgularla sarmallı bir drama. Aynı zamanda Venedik Film Festivalinde 2007 ‘den itibaren verilmeye başlanan Eşcinsel Aslan Ödülü ‘nü alan ilk Asya filmi.
Kambur ve verem hastası cenaze levazımatçısı Jung, trans kadın üvey kardeşi Dong-Bae, cinsel ihtiyacı için morgdan başka gidecek yeri olmayan isimsiz hilkat garibesi, sokak kuytusunda tecavüze uğrayan ve buna alışmış dilenci kız. Tavan arasında, metro istasyonunun tenhalarında, gece karanlığında, motosiklet kaskının gerisinde; görünmemeye alışmış, görüldüğünde kafaların başka yöne çevrildiği insanlar sinema perdesinde, bütün varlıklarıyla. Başka yere bakma imkanı yok, bu kez kafaları çevirme şansımız yok.
Kabullenmiş ve sakin, ölülerle dolu donuk dünyasında güzellikler görmeye, güzellik hayal etmeye yönelmiş Jung… Çevresinde toplumdan dışlanan, dışkılanan insanlar; sırtında kambur şeklini almış dünyanın yüküyle Jung, normal ‘lerin dünyasındaki ikiyüzlülüklerle normal olmayan ‘lar dünyasındaki hayata tutunma çabalarını birbirine eklemleyen bir insan hikayesinde karşımıza çıkar. (Büte Kıraşı)
Wadjda (Haifaa Al-Mansour, 2012)
Güzel annesi ve pek sık görmediği babası ile Riyad ‘da yaşayan 11 yaşındaki Wadjda (Vecide), yaşıtlarına göre biraz “aykırı” bir çocuktur. En iyi arkadaşı bir erkek çocuğudur, en büyük hayali bir bisiklete sahip olmaktır. Pop müzik dinler, para kazanmak için bileklik yapıp okulda satar, mokasen kundura yerine spor ayakkabı giymek ister.
Wadjda ‘nın annesi Suudi Arabistan ‘da bir erkekle evlenmenin bir nihayet olmadığını, mücadelenin her an devam edeceğini iyi bilir. Öğretmeni Bayan Hussa kendini resmi ideolojiye adamış, örnek (görünen) bir idarecidir. Annesinin servis şoförü Cevad taşıdığı kadınları her gün azarlayan kaba saba bir adamdır, kimse ona cevap veremez. Sınıf arkadaşı Selma çok iyi bir hafızdır, yeni evlenmiştir; okula düğününün resmi de olsa fotoğraf getirmesi hoş karşılanmaz.
Wadjda hayali olan bisikleti alabilmek için okuldaki para ödüllü Kuran okuma yarışmasına katılmaya karar verir. Oysa kızlar için güzel Kuran okumak meziyettir, hiç kızlar bisiklete biner mi?
Suudi bir kadın yönetmenin ülkesinde çektiği ilk uzun metraj olan Wadjda, tüm bu çatışma ortamına rağmen incelikli ve esprili dili, sevgi ve özgürlüğe dair vurguları ve Suudi Arabistan ‘ın toplumsal düzenine mercek tutuşu ile akıllarda yer edecek bir yapıt. Şu ana kadar Rotterdam, Palm Springs, Venedik, Talinn Siyah Geceler ve Dubai Film Festivallerinde toplam sekiz ödülün sahibi. (Büte Kıraşı)
What Richard Did (Lenny Abrahamson, 2012)
Çevresi tarafından takdir edilen, yakışıklı, zeki, tuttuğunu koparan, geleceği pırıl pırıl bir lise öğrencisi Richard Carlson… Tüm bu vasıflara varlıklı ebeveynlerinin verdiği güven duygusu da eklenince istediği ne varsa uzanıp alması yetiyor. Ta ki tutkulu bir gönül ağrısı, tastamam bildiğini sandığı küçük dünyasını büyük egolarıyla birlikte yerle yeksan edene kadar…
İrlandalı yazar Kevin Power’ın Bad Day in Blackrock isimli kitabından uyarlanan yapım, mütevazı bir gençlik hikayesinin maharetli bir yönetmenin ellerindeki yükselişinin en güzel örneklerinden birini veriyor. Yaz aşklarının romantizmiyle suları tatlı tatlı bulandıran yönetmen film boyunca elindeki ”genç, zeki ve yakışıklı” sopayla suyu karıştırdıkça karıştırıyor ve finalde bizleri koyu bir çamur birikintisiyle baş başa bırakıyor.
Festival öncesinde hazırlanan listelerin çoğunda esamesi okunmayan What Richard Did, hatırlayacağınız üzere Uluslararası Yarışma Bölümü’nün büyük ödülü Altın Lale’nin sahibi olmuştu. Sessiz sedasız… (Soner Yıldırım)
Yozgat Blues (Mahmut Fazıl Coşkun, 2013)
[Biz burada biraz sıkışık durumdayız albayım.] (*)Ağzını bıçak açmayan, oysa birazcık olsun sohbet etmeye çok muhtaç insanlar.
Yavuz Hoca, sadece belediyede ders verdiği müzik kursiyerlerinin nezdinde bir müzikal değer taşıyor. Seyirciye biraz arkasını dönerek, eski Fransız şarkılarını söylediği AVM’lerde, kimsenin fark etmediği sönük bir kıvılcım olsa olsa. Artık orta yaş denen yaşların son dönemecinde. Neşe; marketlerde ürün tanıtımı yapan, sucuk pişirip müşterilere tattıran, molalarda müzik dinleyen, bir ‘hayat inşası’na girişmesi gerektiğini kabullenmiş, belediyenin müzik kursiyerlerinden olan bir genç kadın. İkisi de dünyada kendilerine yer açmaya çalışıyorlar. Yavuz Hoca’ya gelen iş teklifi üzerine, birlikte sahne almak için, Yozgat’a doğru yola çıkıyorlar.
Yozgat’ta bir şeyler yaşanıyor,birileriyle tanışılıyor, umduklarıyla buldukları aynı olmuyor, hayal kırıklıklarının iki karakteri dönüştürüş şeklinin başka türlü vuku buluyor. Yerel radyonun, yerel gazetenin ‘çok mühim’ olduğu bir ilüzyonu yaşarlarken o balon beklenen şekilde patlıyor ve beraber şarkılar söylemek için geldikleri Yozgat; her ikisinin de kişisel yollarında tüm çöküş ve kurtuluş ihtimalleri için bir dönüm noktasına evriliyor. Biri inandığı ve sürdürmek istediği saklı hayatıyla hesaplaşmaya mecbur kalıyor, bir diğeri ‘oluşuna bırakarak’ Yozgat’ın hayatına getirdiklerine tutunmayı yeğliyor. Film boyunca hep biraz gülüyoruz, hep de gözlerimizin yaşarmasını gizlemek zorunda hissediyoruz.
Mahmut Fazıl Coşkun’un bu ikinci filminde de yine şahane oyunculuklar var. İstanbul Film Festivali’nde “En İyi Erkek Oyuncu” ödülüne lâyık görülen Ercan Kesal’ın bu tür ödüller alması, sanırız hiçbir sinefil için flaş haber sayılmaz. Ercan Kesal’ın gövdeli varlığı, bir filmi zaten hep çok ilgi çekici yapıyor. Kadronun kalan kısmı da cabası.
(*) Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar. (Tuğçe Güleç)