Fransız sinemasından Jeux d’enfants (2003) ile hatırlayacağımız oyuncu Guillaume Canet’in yönetmen koltuğuna oturduğu film Les Petits Mouchoirs (2010), aynı zamanda diğer başarılı kadın oyuncu Marion Cotillard ile beraber Jean Dujardin, François Cluzet ve Gilles Lellouche’u da ağırlıyor.
Bu film bizi dostluğun o hiç konuşulmamış ilkelerine yolcuğa sürüklüyor. Bunun değerini ölçemeyenlerimize bir ders vermeye hazır olduğu söylenebilir. Öncelikli olarak bize hayatları lime lime edilmiş insanları gösteren karelerle karşılaşıyoruz. En baştan söylenmeli ki, bu film birçok filmde görmeye alıştığımız aşırı duygu yoğunluğuna yer vermiyor. Bu da bizi bir bakıma şaşırtıyor aslında. Çünkü kendinizi bu insanların yerine koyduğunuzda, belki daha dramatik olabileceğinizi ve davranabileceğinizi düşünebilirsiniz. İçimizden gelen ve farkına varmadan oluşturduğumuz doğal bağları, belki hayatınızın bir yerinde çok fazla abartıyor olabileceğiniz aklınıza gelebilir.
Film boyunca çok açık olarak bize gösterilmeyen, film akışı boyunca her an hissedeceğimiz ve buluşacağımız kişi ile filmin başında tanışmak güzel doğrusu. Öyle bir kaza sahnesi gerçekleşiyor ki, korunmak ve hayatta kalmak için alınmamış önlemleri ya da ihmalleri göz önünde bulundurmak durumunda kalmıyorsunuz. O kaza belki de, sadece olağan bir dönüm noktası olarak karşınıza çıkıyor, birinin yaşamı da ölümü de diğerlerini yaşatıyor. Ludo (Jean Dujardin) bu kazanın ana kahramanı olsa da, aslında hayatları ve dengeleri değişecek ve hiçbir şey değişmemiş gibi davranmaya çalışacak bir arkadaş topluluğu ile karşı karşıya geliyorsunuz. Apaçık bellidir ki, hayatın yaramazlıkları ile aşktan ve bunun getirilerinden kaçan, düzgün bir evlilik hayatı yaşayan iki grup olarak bu topluluğu hissediyorsunuz. Bu tip bir algılama içerisinde, denebilir ki, hepsi aslında birazcık birbirine aşık, cinsiyet ve heteroseksüellik bunun önüne bile geçemiyor. Zaten bu nedenle hepsi bir araya gelmiş vaziyetteler. Fakat, bazıları birbirine diğerlerinden belki biraz daha fazla aşık durumda. İşte bu işleri ve acıları biraz karmaşık hale getiriyor.
Filmin başında kahramanları yargılarken kendinizi buluyorsunuz. Çünkü, planlamış oldukları tatile çıkmaya karar verip kaza geçirmiş perişan haldeki arkadaşlarını yalnız bırakmayı tercih ediyorlar. Aralarında en snob ve zengin olan, hatta bu tatili karşılayan kişi Max (François Cluzet) ile tanışıyoruz. Tabii, Vincent’ın ona aşkını ilginç bir şekilde, cinsel imgelem içermeden ilan etmesi bütün geçmişi ve gelecek hallerini etkiliyor. Bu arkadaşlık ve aşk arasındaki homoseksüel ilgilerin kafa karıştırıcılığı, iki kişi arasında bir sır olmasına karar verilmişse de, ataerkil Fransız erkeğini bile rahatsız etmiş oluyor. Çünkü, karşı cinsten güvendiğiniz en yakın arkadaşınızın size aşık olması ne anlama geliyor ise, Max içinde bu muhtemelen böyleydi. İşte o planlanmış harika tatilde bu aşk ilanı, Ludo’un ölümcül kazası, Eric’in (Gilles Lellouche) kız arkadaşı tarafından terk edilmesi, Antoine’ın Juliette’ e karşı çocuksu platonik aşkı, belki de yaşanabilecek en felaket dolu ve harika günleri bir arada, bir biri ardına yaşatıyor.
Bu hikayede, bütün sorunların yanında en hayat dolu arkadaş üyesinin ölümün eşiğinde olması ve diğerlerinin ölüm düşüncesinden kaçmasını anlatıyor. Ellerinden kayıp giden yaşanmayacak hikayeler ve aşk ihtimalleri en önemli doku olabilir. Her birinde bir yalnızlık endişesi ve bağlanma korkusunu görüyoruz. Bu cinsel eğilimler, uzun dönemli ilişkiler, evlilik ve çocuk sahibi olma gibi toplumda doğal olarak gördüğümüz olgular, bir anda baskıyla bu insanlar üzerinde saldırgan ve rahatsız edici etki bırakıyor. Bir bakıma modern insanın sıkıntıları ele alınıyor. Ölüm denen düşüncenin ve kaybetme hissinin baskısı belki onları arafa sürüklüyor. Ama asıl gerçeğin ölümün geri alınamayacağı olduğunu hepimizin gözleri önüne seriyor. Aslında, burada hayat ve ölüm arasında ki eğilimlerimizin, aşk ve yalnızlık olgularıyla güdülendiğini anlıyoruz. Aşk ve yalnızlık, her ne kadar bu yıllanmış dostlukları bir birinden ayırsa da, ölüm ve yaşama dair başlarına gelenler onların dostluklarını bir araya daha güçlenmiş halde kabullenişlerle güçlü hale getiriyor.
Bu filmi Ferzan Özpetek’in Saturno Contro (Bir Ömür Yetmez, 2007) filmine benzetmeden kendimizi alamıyoruz. Çünkü, yine bir grup birbirinden oldukça farklı ve bir o kadar da aynı olan insan bir araya gelip kendi ailelerini kan bağı olmaksızın “sadece bir araya gelerek” kurmuş durumdalar. Birbirlerini oldukları gibi kabul etmeleri ise onları uzun ve ömür boyu süren bir yolculuğa sürüklemiş.
Les Petits Mouchoirs’da kendi komününü yaratmış olan insanlarla karşılaşılıyor. Üstü örtülmüş hisler ve korkular açığa çıktığında, birbirine bu kadar bağlı olduklarını farkına varamamış bu insanların içsel ve davranışsal kaosları ile karşılaşıyoruz. Her an aralarındaki dostluk bağları evrim geçirip bir romantik bağa dönüşebilecek durumda görünüyor. Temel soru ise şu: Hayatını paylaşan çok yakın arkadaşlar arasındaki bu hisler zaten aşk mıdır? Film bize bunu sorgulatmayı başarıyor. Yaşam ve ölüm arasındaki yerde bizi bu sorularla düşündürüyor.