İstanbul Film Festivali’nin açılışını yapan eserimiz bir annenin oğlundan kopuş hikayesini adım adım derinleştirirken din algısından doğan farklı anlayışlara da alt metinleriyle dokunmayı ihmal etmiyor. Günah-sevap, doğru-yanlış ikililerini yeniden sorgulamamıza imkan tanıyarak farklı bir kimliğe bürünüyor. Filmin başarısına en büyük katkıyı ise Oscar’ın ana oyuncu kategorisinde yarışacak Judi Dench yapıyor.
Philomena çok talihsiz bir hayat yaşamış İrlandalı Philomena Lee’nin gerçek ve acıklı hikayesini beyaz perdeye aktarmış. Sayesinde aramızda yaşayan, güçlü bir kadını tanıma şansı yakalıyoruz. Omuzlarında ağır yükler taşıyan bir anne portresi Philomena’nınki (Judi Dench). Evlilik dışı ilişki sonrası doğan oğluyla manastıra sığınan bir kadın olarak en büyük acıyla daha hayatının baharındayken tanışmış. Büyük bir “günahın” meyveleri olarak görülen çocukların başka ailelere evlatlık verildiği bu “kutsal” mekanda kendi de kaybetmiş küçük Anthony’sini. Biricik oğlu kendisinden koparılıp alınmış. 50 sene süren suskunluğun ardından acısını ve özlemini daha fazla içinde tutamamış. Oğlunun izini bulmayı kafasına koyduğu sırada dini değerlerden uzak, eski BBC muhabiri ve gazeteci Martin’le (Steve Coogan) tanışması umut dolu arayışını hızlandırmış. Yapımın Oscar’da yarışacak senaristleri Steve Coogan ve Jeff Pope da hikayenin tamamını kaleme alarak bizlere sunmuşlar.
Martin rolüyle karşımıza çıkan Steve Coogan ve Jeff Pope’un yazdığı metin hem Philomena’nın hikayesine hem de toplumun din algısına getirdiği bakış açısı nedeniyle takdir edilecek düzeyde. Dini bütün bir kadın ile ateist bir adamın fikir çatışması taraflar arasındaki denge korunarak aktarılmış. İki karakterin de izleyiciye yansıyışı son derece pürüzsüz ve nüfuz edici. Philomena başına gelen en kötü senaryoda bile kendisini suçlu ve günahkar görecek kadar dinin egemenliğine kapılmış biri. Martin ise asıl günahın din kisvesine dayandırılarak yapılan eylemler olduğuna inanan ve en masum şeylerin bile bu olgu içerisinde kirletildiğini savunan bir karaktere sahip. Aslında Philomena’nın satırları bu iki farklı profil üzerinden yaptığı analizle algılananların kişiden kişiye değişebileceğini ispatlamış. Gerçek günahlar ve günahkarların neler ve kimler olduğunu yorumumuza sunmayı çok klas bir biçimde başarmış Coogan ve Pope.
Senaryoda Philomena’nın çok iyi bir uyarlama olmasını baltalayan yanlar da var. Mizah dolu diyalogların fazlalığı ve hikayeden sapan bazı kollar yapımın dram yönünü zayıflatan etkenler olmuş. O nedenle film sizi yeterince sarsamıyor, bazı gerçekleri tam anlamıyla yüzünüze çarpamıyor. Philomena’nın oldukça acı bir hayat hikayesi olmasına rağmen metnin aynı hisleri aktarmada sıkıntılar yaşadığını gözlemledim. Duygu iletiminin etkili kullanıldığı anlar var ancak bunun genele yayılamadığı ortada.
İngilizlerin başarılı yönetmenlerinden Stephen Frears var Philomena’nın kamera arkasında. Kendisini The Queen (2006) ve The Grifters (1990) ile yakaladığı Oscar adaylıklarından hatırlarsınız. Farklı türlerde başarılı olabilen nadir yeteneklerdendir. Yaptığı işlerle beğenimi kazanan Frears’ın bu seferki performansına ekstra övgüler sıralamayacağım. High Fidelity (2000) ve My Beautiful Laundrette (1985) gibi yönetmenliğin öne çıktığı filmlerden değil Philomena. Ancak hikaye ve oyunculukların uyumuna elbette katkısı olmuş tecrübeli ismin. Yapımın müziklerinde Alexandre Desplat’ın imzası var. Son 8 yılda 6 kez Oscar adayı olmasına rağmen ödülü kucaklayamayan Fransız müzisyen, The King’s Speech (2010)’ten sonraki en içime sinen işçiliğini çıkarmış. Çok dillendirilmeyen görüntü yönetimine ise yüksek puan verdiğimi söyleyebilirim. Robbie Ryan’ın kullandığı koyu tonlar soğuk Kuzey Avrupa ve Amerika havasıyla daha bir güzelleşmiş.
Philomena Lee’nin filmdeki yansıması Judi Dench yılın en etkileyici performanslarından birini sergilemiş. Yıllarca empoze edilen din değerleri arasında sıkışmış yaşlı bir kadın işte böyle olmalı dedirtiyor tecrübeli aktris. Bir annenin yüreğindeki boşluğu da aynı gerçekçilikle yansıtmayı başarıyor. Philomena’nın oğluna olan özlemini gözlerinden ve ses tonundan anlayabiliyor, ona yürekten inanıyorsunuz. Son derece doğal bir oyunculuk var. Dench rakiplerinden daha realist bir çizgide ilerlemiş açıkçası. Oscar dahil aldığı tüm adaylıkları hak etmiş. Martin Sixsmith’i canlandıran Steve Coogan usta oyuncunun yanında sırıtmış, rolünün hakkını yeterince verememiş. Amatörce yapılmış mimik hataları net bir biçimde göze batıyor özellikle. Aktörün finaldeki çabası da tatmin etmedi beni. Genç Philomena rolündeki Sophie Kennedy Clark ise izleyenleri duygulandırarak yüksek bir başarı oranı yakalıyor. Evlatlık verilen oğlunun arkasından bakarken düştüğü durum içimi parçaladı.
Ufak tefek eksiklerine rağmen senenin iyi filmlerinden birini izliyoruz Philomena sayesinde. Judi Dench’in muazzam yeteneğini hatırlatması ve dini değerlerin algılanma şeklini sorgulatması açısından ayrı bir kefeye konmayı hak ediyor yapım. Bunca zaman beklediğimize kesinlikle değiyor.
Cem Erdog