Sandığın tozları
Son dönem Rus sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Aleksandr Sokurov”un 2002 yılında çektiği Russky Kovcheg/Rus Hazine Sandığı, içeriğinden ziyade teknik yönüyle dikkat çekmiş ve yılın kayda değer sinema olaylarından birisi olarak değerlendirilmişti. Rus Hazine Sandığı, görünmeyen bir karakterin, St. Petersburg”taki Hermitaj Müzesi”nde yaptığı gezintiyi ”tek çekim” tekniğiyle anlatan bir yapım olarak kısaca özetlenebilir.
Film, 99 dakikalık bir müze gezisini kesintisiz bir biçimde görselleştirerek tarihin ”ilk sekans-filmi” unvanına erişmiş bulunmakta. Filmin bu başarısında, Alman görüntü yönetmeni Tillman Bütner”ın dinamik kamera kullanımının payı büyük.
Rusya-Almanya ortak yapımı olan Rus Hazine Sandığı”nın, aylar süren uzun ve titiz bir ön hazırlık aşamasından sonra, tek bir günde çekildiği ve iki başarısız girişimin ardından üçüncü denemede netice alındığı kaydediliyor. 2000 oyuncu tarafından, müzenin 33 salonunda, 3 canlı orkestra eşliğinde ve tek bir çekimle gerçekleştirilen yapım, Rusya”nın son 300 yıllık tarihine ışık tutan bir yarı-belgesel olarak kabul ediliyor.
Sokurov”un, filmin senaryosunu Anatoli Nikiforov”la birlikte yazarken Avrupalı aristokrat Marquise de Custine”in ”Gezi Yazıları” (1839) adlı kitabından ilham aldığı belirtiliyor. Sokurov, filmde Custine”i ”Avrupalı Yabancı” diye takdim edip onu öykünün esas karakterlerinden birisine dönüştürüyor, Marquise de Custine”i, hem başkarakterle, hem de diğer ”müze sakinleriyle” sanat, siyaset ve din üzerine tartışmalara sokup, ”Gezi Yazıları”ndaki notları eleştirme imkânı buluyor. Fiksiyonel bir karakter olarak Custine, Rusya”yı küçümseyen, muhalif bir kişilik portresi çizerken (bizzat yönetmenin kendisi tarafından seslendirilen) görünmeyen başkarakter milliyetçi bir duruş sergileyip ülkesini, Avrupalı Yabancı”nın karşısında sürekli savunuyor. Bu iki zıt bakış biçimi sayesinde Sokurov, Rusya”ya hem içerden, hem de dışarıdan, ”yabancı bir Avrupalı” gibi bakabilme fırsatını yakalıyor.
Kilit açılırken…
“Gözlerimi açtım ve hiçbir şey göremedim!”
Film, başkarakterin bu ironik cümleyi mırıldanmasıyla başlar. İşittiğimiz üzere sesin sahibi orta yaşlarında bir adamdır, zifiri bir karanlığın içindedir. Bir kaza geçirdiğini ve daha ne olduğunu anlayamadan kendisini burada (!) bulduğunu belirtir. Adam, belki de bilinçli olarak, (hikâye için büyük önem arz eden) ”kaza” hakkında hiçbir detay vermez. ”Kaza” derken neyi kast ettiğini bile açıklamaz, bu nokta, bir muamma olarak kalır.
Adamın içinde bulunduğu karanlık, bir sandığın içi midir yoksa?
İlk görüntü belirir, arabadan kahkahalarla inen bir kadın, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş genç ve kuvvetli askerlerin koluna girerek müzenin girişine doğru yönelir. Başkarakter, etrafına bakıp nerede olduğunu anlamaya çalışır, Hermitaj Müzesi”nin bahçesindedir. İçeriye akın eden telaşlı ve keyifli insanların kıyafetlerinden yılın 1890 olduğunu tahmin eder. Peki oraya nasıl ve niye gelmiştir? Bu sorularına bir cevap bulma ümidiyle kalabalığa karışıp müzenin içine girer. Kimse tarafından görülmediğini ve işitilmediğini keşfetmesi uzun sürmez. Ancak o, daha çok insanların ne yapmaya çalıştıklarını anlamaya yoğunlaşır, onları, uzaktan, gizlice gözetler. “Benim için kurulmuş bir sahne mi burası acaba?” diye mırıldanır, “Bana da bir rol düşüyor mu? Umarım bu tiyatro oyunu bir trajedi değildir.”
Müzenin dehlizlerinde ilerleyip bir-iki dar dönemeci geçtikten sonra kendisiyle aynı kaderi paylaşan bir başkasına rastlar. Siyahlar içindeki adam yanına yaklaşarak sorar,
“Hangi dili konuşuyoruz?”
“Rusça”
“Tuhaf, Rusça konuşabildiğimi bilmiyordum.”
Sandığın içindekiler…
Başkarakterin ”Avrupalı” diye hitap ettiği, kapanış jeneriğindeyse ”Yabancı” diye nitelenen siyahlı adam, ünlü Dr. Oleg Kostantinoviç ve aktör Lev Mikhailoviç”le yaptığı sohbette adının “Marquise” olduğunu ve daha önce burada bulunduğunu söyleyerek gerçekte kim olduğunun ipucunu verir, Fransız diplomat Marquise de Custine.
Custine de, tıpkı başkarakter gibi, oraya getiriliş sebebini merak etmektir. Ancak onun durumu biraz daha farklıdır. Her şeyden önce o, başkarakter kadar tasalanmamakta, soğukkanlı, hatta küstah ve alaycı bir şekilde davranmaktadır. Ayrıca Custine, diğer kişiler tarafından (en azından ciddi bir çoğunluk tarafından) görülebilmektedir, dilediği insanla durup sohbet edebilmekte, hoşlandığı kadınlara kur yapabilmektedir. Buna rağmen kimseye kendi sıkıntısını anlatmaya, müzede ne aradığını sorup en azından işe yarar bir bilgi toplamaya yanaşmamaktadır. Başkarakterle birlikte aradıkları yanıtın ”görsel” olduğunu düşündüğünden otuz üç sandıktan müteşekkil bu dev sandığı, yani Hermitaj Müzesi”ni gezmeyi, görüp incelemeyi yeğlemektedir.
Custine, Büyük Peter”in bir barbar olduğunu söylemesiyle başlayan “Rusya”nın kimliği ve özgünlüğü” tartışması gezi boyunca devam eder. Başkarakter, Büyük Peter”in halkına özgürlük getirdiğini söyleyerek Avrupalı”ya karşı çıkar. Bu karşı çıkış diğer salondaki freskler ve kabartmalar konusunda da devam eder. Custine, kinaye yaparak kendisini Vatikan”da hissettiğini belirtir. Başkarakter de orasının St Petersburg olduğunu vurgular. Custine, alayvari bir şekilde Rusların müthiş bir taklitçi olduğunu, özgün eserleri kopyalama konusunda üstün bir yetenekleri bulunduğunu dile getirir. Başkarakter, Custine”in bu tepkisine küçümseyerek güler. Zıtlaşma fresk konusuyla ve Raphael”in figürleriyle sınırlı kalmaz. çar”ın imparatorluk armasını tüm eşyalara sedefletmesinin bir Napolyon geleneği olduğunu söyler Custine. Yanlarından geçip giden Aleksandr Puşkin”in kalemini hafife alır. Bir diğer salondaki resimlere bakıp söz konusu ressamın Rus olmadığını ima eden bir tonda “Rembrandt!” diye haykırır. “Peter ve Paul” tablosunu inceleyen bir gence, “Katolikliği bilmeden, yazılanları okumadan bu tablonun değerini nasıl anlayabilirsin ki! Senin için iki sıkıcı ihtiyardan başka bir şey değil onlar!” diyerek üzerine yürür. Rusya”nın özgünlüğü hakkında o kadar karamsardır ki Rus bestecilerin bile Alman ya da İtalyan olduğunu iddia eder. Ne var ki bu katı duruşu yavaşça çözülür ve balo salonuna geldiğinde öfkesinden eser kalmaz, “St. Petersburg, Avrupa”nın gördüğü en büyük balo salonuna sahip” der, “Burada herkes büyük bir aile gibi”.
İkili, dehlizlerden çıkıp bir tiyatro kulisine, oradan da dekorların arasından geçerek sahneye çıkarlar. Sahnenin önündeki orkestra büyüleyicidir. Sahnedeki temsili çariçe 1. Katherina tek başına izlemektedir. Oradan ayrılıp resim galerilerini gezerler peş peşe. Sonra İtalya”dan getirilen heykel koleksiyonun bulunduğu büyük salona gelirler. Kör bir kızın heykelleri dokunarak ”görmesine”, bir başka kadınınsa ”Lady Maya” tablosu önünde dans ederek coşkusunu ifade ettiğine tanık olurlar. Yan salonda ise tarihi bir an yaşanmaktadır, Rus saldırılarının bir son bulması için Pers Prensi Şah Ali, çar 1. Nicholas”a methiye düzmektedir. Takip eden sahnedeyse günümüze geliriz, Hermitaj Müzesi”nin genel müdür Mikhail Piotrovksy, sergilenen eşyalarla ilgili derin bir sıkıntının içindedir. Custine”in, müze müdürünü görememesi ve müdürün yanındakilerle yaptığı konuşmayı işitememesi hayli ilginçtir. İkili, kasvetli bir odaya girer, Almanya”nın iki milyon Rus”u katlettiği işgalle sarsılan bir tabutçu, kendi tabutunu yapmaktadır. Custine, şaşkınlığını ve korkusunu gizleyemez, “Tabut? Hermitaj”da tabutun ne işi var!” Psişik güçleri olduğu söylenen çariçe Aleksander”la birlikte Kış Bahçesi”ni geçip büyük balo salonuna gelirler. Balo salonundaki danstan sonra herkes çıkışa yönelirken Custine, geziyi sonlandırmaya karar verir. Başkaraktere ”ilerlemenin” hiçbir faydası olmayacağını söyler. Başkarakter de “Elveda Avrupa!” diyerek gezi arkadaşına veda edip diğer davetlilerle birlikte dev koridorlardan geçer, merdivenlerden iner. Derken sağ taraftaki iki dev sütunun arasından dışarıyı görür. Kalabalıktan ayrılıp sütunların yanına yaklaşır. Sisli bir deniz durmaktadır karşısında. Gerçekle yüzleşir, meğer Hermitaj Müzesi, denizde ilerleyen dev bir gemidir ve bu gemiden çıkış mümkün değildir. Başkarakter üzüntüyle ve hayretle mırıldanır, “Ah efendim! (Custine”i kast eder) Keşke sen de benimle gelseydin, nerede olduğumuzu anlardın!”
Bir toplumsal bellek analizi
Rus Hazine Sandığı”nı bir milletin kendini sorguya çekmesi, içsel bir hesaplaşmaya girişmesi olarak algılamak mümkün. Aidiyet ve kimlik sorununu ele alış biçimi Tolstoy”un ”Savaş ve Barış”ını akla getiriyor. ”Avrupalı” karakterinin gözünden kendine dışarıdan bakmayı deneyen film, Rus medeniyetinin gerçekten taklitçi olup olmadığını, dünya tarihine özgün eserler bırakıp bırakmadığını yalın, samimi bir dille sorguluyor. Filmde canlandırılan sahnelerden birisinde Şah Ali”nin, çar 1. Nicholas”a, “(Rusların, Pers sınırlarındaki saldırıları kast edilerek) bu çirkin olayları hafızalarımızdan silelim!” diyor. Filmin, toplumsal bellek çerçevesi içinde anlamaya ve anlatmaya çalıştığı yegâne şey de zaten bu milli hafıza silinişinin/dirilişinin ne denli mümkün olduğu ya da gerçekten mümkün olup olmadığıdır.
Resim ve Zaman
Resimle fotoğrafı, zamanı kullanmaları açısından aynı kefeye koyabiliriz. Sinemanın veya sahne sanatlarının gerçek zamana fiksiyonel zamanı sığdırma biçimi, resimde ters yönde işler. Resimde (veya fotoğrafta) tek bir zaman dilimi vardır, An. Resim, ne anlatırsa anlatsın an”ın dışına hiçbir şekilde çıkmaz, izleyiciyse ancak tuvalde resmedilen hikâyenin kurgusal zamanına itaat ederek resmi çözebilir. Resim tamamen anlaşıldığında/algılandığında izleyici tarafından harcanan zaman, an”dan çok daha fazlasıdır (bu süre 1 saat, 1 yıl ya da 1 asır bile olabilir). Oysa ki tuvalde anlatılan hikâye bir ikinci an”a dahi yayılmadan tek bir birim zamanda kalır. örnek verecek olursak, filmde de gösterilen ”The Birth of the John the Baptiste” tablosunun kuytularında yaşayan tavukla kediyi incelerken dakikalar harcayabiliriz, gözlerimiz kesintisiz olarak yukarıya, tek tek insanların yüzlerine kayabilir, hem genel ölçekli, hem de detaycı bir göz taramasıyla resmin tamamına vakıf olmamız belki de bir saatimizi alır. Oysa ki resim, çoktan bitmiştir. Tek bir an”ın içinde yaşamakta ve anlattığı öykü bitimsizce tekrarlanmaktadır. An, zamanın deviniminden uzak tek zamansal birimdir, asaldır.
Denebilir ki Rus Hazine Sandığı, resim sanatının bu zaman algısını ve izlenme deneyimini yansıtmak amacıyla tek çekimle kayıt altına alınmıştır. Seyirci 99 dk boyunca dev bir Hermitaj tablosuna bakmaktadır aslında. Her şey çoktan yaşanmış ve bitmiştir. Tablo içerdiği öyküyü bizim gerçek zamanımıza indirgeyerek anlatır, bu aslında bir zaman algısı aldatmacasıdır. Kamera bizi baktığımız şeye netleyen bir araç, bir büyüteç görevi görmektedir yalnızca. Kâh yakın planda bir çift eli ve ya bir çift ayağı, kâh geniş planlarda dev salonları görürüz. Hepsi de aynı resmin detaylarıdır en nihayetinde. Bu tablo öyle bir tablodur ki her bir ayrıntısına Rusya”nın ayrı bir dönemini işlemiş, ayrıntılarını karakterleştirmiştir. Arabadan kahkahayla inen kadının görüntüsünden sisli denizin görüntüsüne kadar her şey aynı tablonun farklı kısımlarıdır. Ancak yazılar yazdığında tablo tamamlanmış olur. Sokurov”un montajsız bir ”sekans-film” yapmaya girişmesinin sebeplerinden birisinin resimdeki zaman algısını sinemaya yüklemek istemesinden ileri gelir. Yazının başındaki “filmin içeriğinden ziyade tekniğinin dikkat çektiği”yle ilgili cümle, “aslında filmin biçiminin değil, daha çok biçeminin yenilikçi ve özgün olduğu” belirtilerek tamamlanabilir.
Peki, Sokurov”un resim estetiğini, sinemaya adapte etmesinin altında yatan sebep nedir?
Hayaletler
The Shining (1981)”deki Overlook Oteli, dev, uçsuz bucaksız bir labirent olarak tasarlanmıştır. İçinde yaşayan hayaletler, fotoğraflara sıkışmıştır ve sonsuza dek orada var olacak, Gold Room”daki baloda dans edeceklerdir. üzerinde ”Overlook Oteli hatırası” yazan fotoğrafın yakın plan görüntüsüyle ve Al Bowly”nin ”Midnight, The Stars and You” adlı parçasıyla gelen finalde izleyiciyi en çok Jack Torrence”in bu çaresiz tutsaklığı etkiler. Rus Hazine Sandığı”nın, The Shining”in bittiği yerden itibaren başladığını iddia edebiliriz. Her şey Gold Room”daki balonun bir varyasyonu gibidir. Aynı hayaletlerin, Overlook”u aratmayan Hermitaj”ın içinde, sonsuza dek mahkûm oldukları kader resmedilir. Hem tematik olarak, hem de teknik açıdan The Shining”e çok benzer Sokurov”un filmi.
Karakterlerinin hayalet oluşunun ve korkunç bir tarihsel/toplumsal gerçekliği etkileyici bir biçimde sunmasıyla film, korku türünün sınırlarına girer. Dramdan, tarihten ziyade ”gotik korku” olarak tür tanımı yapılabilir.
Resimdeki an”ın, Zaman”ın atomu olduğunu ve asla parçalanmadığını daha önce belirtmiştik. Bu zaman dilimi, içindeki herkesi ölümsüz yapabilmektedir fakat sadece gördüğü şekilde. Tüm karakterler tarihin tuvalinde nasıl resmedilmişse öyle yaşamak, anlatmakla memur oldukları hikâyelerini, tiyatro sahnelerinde yılmadan tekrarlamak zorundadır.
Sinema her zaman için ölümü anlatır, başlayıp biten her şey, ölüm fikriyle bağdaşır çünkü. Resimse an”ın gemisine sığınıp tuvaline aldığı şeyleri ölümden uzaklaştırmaya ya da ölümden sonra da var oluşlarını devam ettirmeye çalışır. Daimiliğe, ölümsüzlüğe öykünür. Kurgu, zamanın bir alt yaratımı olarak devinimi oluşturur ve ölüm fikrini kaçınılmaz kılar. Zira kurgu, dramatik bir hikâyenin ve de kaçınılmaz olarak yapay bir zamanın habercisidir. Sokurov, bir sekans-film denemesiyle sinemayı resimle örtüştürmeye, böylece anlattığı tarihi ölümsüzleştirmeye çalışmıştır. Bu çabanın estetik, siyasi ve psikolojik olarak birçok boyutu, çağrışımı vardır. Bir taraftan kısırdöngünün, bir travmanın panoramasını sunarken, bir yandan da izlendikçe diri ve taze kalacak olan tarihi anları canlandırmıştır.
Filmin, sandık diye tabir ettiği şeyin kökeninde ”ark/gemi” metaforu olduğu açık bir gerçektir. Söz konusu Nuh”un Gemisi”dir. Nuh peygamberin gemisi, tufan koptuğu halde, yeryüzüne kıyamet çöktüğü halde sağ kaldığı için dilde ”post-apokaliptik” bir sembole dönüşmüştür ve bu sembol, sonsuzluğu, ölüm sonrasındaki yaşamı simgeler. Ayrıca film, gemi metaforuyla inceden sonsuzluğa yelken açan Uçan Hollandalı efsanesine dokunur, ”Rus”un Gemisi”, sinemasal bir bellek odası, korunaklı, görsel bir müze olabilmeyi başararak ebediyet kazanır.
Başkarakter, sisli denizi gördüğünde aradığı tüm soruların yanıtını bularak rahatlar (sonraki safhada hafızasını ”bir kazayla” yitirmeyeceği ve aynı karanlığa girip yine müzenin önünde kendini bulmayacağı ne malum?) ve hayranlıkla bu ”anne-denizi” izlerken mırıldanır, “Sonsuza yelken açmak bizim kaderimiz!”
Teşekkürler Emrah Öztürk