Zekican SARISOY
Her şeyden önce çok güzeldin San Sebastian. İspanyol sineması, Güney Amerika ve Asya sineması için inanılmaz bir vahasın. Beyaz Avrupa sinemasını şöyle kenara itmek için güzel ve yerinde bir bahanesin. Kazdıkça ya da kazmadıkça sürpriz şeylerle karşılaşma potansiyeli veriyorsun. Neşeyle ayrıldığım, şahane dostluklar kazandığım, bir dolu yorumun içinden geçtiğim bir festival. Yolumuz yine kesişene kadar 19-27 Eylül 2025 tarihleri arasında gerçekleşen festivalin 73. edisyonundan aklımda kalan filmleri listeledim. Umarım bu güzel işleri bir yerlerde izleme şansı yakalarsınız.
The Fence (Claire Denis, 2025)
Claire Denis daracık alanda inanılmaz hünerli bir hikâye çıkarıyor. Bernard-Marie Koltès’in Black Battles With Dogs adlı kitabından bir uyarlama. Matt Dillon ve Isaach de Bankolé arasındaki gerilime ve kurulan diyaloğa bayıldım. Ne var ki aynı şeyi Tom Blyth için söyleyemeyeceğim. Ancak filmin kurduğu anlatı içinde belki de en olmaz dediğim şey kolonyal beyaz insanları bir bakıma anlamaya çalışması oldu. Gerçekten bu insanları detaylandırmanın ya da bir arka plan yaratmanın ötesinde anlamaya çalışmalı mıyız emin değilim. Ama usta bir kadın yönetmenin elinden çıkmış bir cevher. Denediği görüntü tercihleri çalışıyor ve üzerinde çokça düşündürüyor.
The Love That Remains (Hlynur Pálmason, 2025)
Hlynur Pálmason gerçekten sinemamız için heyecan verici bir isim. Beni inanılmaz heyecanlandırıyor. Zaman zaman gülüyorum zaman zaman düşünüyorum. Bir önceki filmi Godland‘i çok sevmiştim. Tam olarak o heyecanla izledim. Beklentimi boşuna çıkarmadı. Özellikle kadın bir karakteri bu kadar doğru ve derinlikli ele almasını çok beğendim. Bazen o boşluklardan faydalanıyor. Ama onları doldurayım gibi bir derdi yok. Yani hayatın kendisi için de öyle değil mi? Her zaman her şeyi anlamlı ya da içi dolu olsun diye yapmıyoruz. Bazen boş bir duvarı izlemek gibi. Ya da uyumak, uyanmak gibi. Bu çabasızlık gerçekten işe yarıyor. Filmde inanılmaz güzel bir görüntü yönetimi var. Sanki bir kartpostalı izliyor gibi bir hisse kapıldım. Filme dair tek eleştirim fazla mizah yapayım derken zaman zaman “amca esprisi” gibi bir hikâye anlatım tercihinin olması. Bu filmi sinemada izleyin.
Sleepless City (Guillermo García López, 2025)
Filmin inanılmaz bir açılış sahnesi var. Karakterlere yaklaşımı, onlarla çalışma pratiği gerçekten etkileyici. Bu filmin gördüğümüz bütün yıkım içinde neşesi var. Umudu var. Özellikle incelikli bir dili var. Yaklaştığı insanlara, topluluklara dair hissedebileceğimiz türden bir şefkati var. Özellikle insanlar arasındaki gündelik hayatı, diyalogları, çatışmaları öyle ustalıklı anlattı ki… Kadınlara ya da kapalı gruplara nasıl yaklaşacağını bilemeyen bütün erkek yönetmenlere izletilmesi gereken bir film. Filmi bitirdiğimde yönetmeni gerçekten tebrik etmek istedim. Öyle bir neşeyle ayrıldım. Görüntü yönetmeni Rui Poças büyüleyici.
The Imminent Age (Clara Serrano Llorens/Gerard Simó Gimeno, 2024)
Küçücük bir evrenden kocaman dünyalar yaratmayı beceren bir film. Sıkıntıları yok mu, var elbette. Ama bunları görmezsek de olur diyorum. Çünkü yaşlılık, ebeveynleri olmadan büyümek, yaşam-ölüm, sevmek, sevilmek, kendini keşfetmek gibi çok fazla başlığı müthiş doğru şekilde açıyor. Büyük laflar etmiyor. Bir çocuğun büyürken alacağı kadar risk alıyor. Onun keşfedeceği kadar alan açıyor. Ama küçüklüğünü yaşamadan büyümenin ne kadar sancılı olduğunu da bize sessiz sedasız gösteriyor. Aklımdan çıkmayacak detayları var filmin. Özenli bir senaryo bu. Yönetmenlere teşekkür ederim. Festivalin “Made in Spain” bölümünde gösterildi.
The Son and the Sea (Stroma Cairns, 2025)
Yönetmen Stroma Cairns’in ilk uzun metraj filmi The Son and the Sea, dünya prömiyerini Toronto’da yaptı ve ardından 73. San Sebastián Film Festivali’nin New Directors bölümünde gösterildi. Bir ilk filmin taşıdığı tüm heyecanı barındıran bu yol hikâyesi var karşımızda. Aynı zamanda Cairns’in insan doğasına yaklaşırken gösterdiği duyarlılığın içtenliğini de taşıyor. Film, erkek kültürünü, erkekler arası dostluğu ya da yoldaşlığı ele alırken sadece erkekliği yeniden üretmekle kalmıyor; aksine, son derece hassas bir açıdan “başka bir erkeklik” olasılığını yakalıyor.
Filme dair incelemeyi buradan okuyabilirsiniz:
Cuerpo Celeste (Nayra Ilic, 2025)
Bayıldım. Şahane bir büyüme hikâyesi. Çok küçük detayları var filmin ve bu detaylar zaman-mekân arasında güzel çatlaklar açıyor. Onları doldurma görevini bir anlamda izleyiciye veriyor. Bir genç kadının ve bir annenin bir yandan birlikte yaşama potansiyelini araştırıyor film. Ama her iki tarafın bir kaybın ardından yaşadığı yas sürecinin katmanları arasında dolaşıyor. Bunu yaparken bildiğimiz çatışma dinamiklerinden yararlanıyor gibi görünse de çatışmanın bir ayağını dışarıda bırakıyor. Yani meselelerin, büyümenin, içinden çıkamadığımız bazı durumların çözümünü doğrudan kendimize yüklemek yerine dış dünyanın bunun neresinde olduğuna bakıyor. Filme dair sanırım en temel eleştirim çatışma yaratayım derken zaman zaman empati duygusunu fazla kaybeden karakterler yaratması oldu. Yani elbette bu da bir tercih ama bize sunduğu ve inandırdığı şeyin tam karşısında durduğu için bir belirsizlik yaratıyor.
Belén (Dolores Fonzi, 2025)
Belen filmini özellikle kadın hareketine dair yaklaşımıyla çok sevdim. Film, bireysel hikâyeler üzerinden kolektif bir mücadelenin gücünü hatırlatıyor. Belen’in kamerası, kadınların hayatlarını sınırlayan yapıları görünür kılarken aynı zamanda onların dayanışma biçimlerini de büyütüyor. Bu açıdan bakıldığında film, Türkiye’deki kadın hareketinin dinamikleriyle de güçlü bir şekilde kesişiyor. Türkiye’deki kadınlar da benzer baskılar karşısında kamusal alanda var olma ve kendi sözlerini kurma mücadelesi veriyor. Dolayısıyla Belen, sadece Arjantin’e değil, küresel ölçekte direniş pratiklerine de dokunan bir yapıya sahip. Filmin incelikli bakışı, kadınların öfkesini romantize etmeden, onların dirayetini ön plana çıkarıyor. Benim için en etkileyici yanı, kadınların sesini bir yankı değil, yeni bir söz olarak işitmemize alan açması oldu. Filmin teknik olarak sıkıntıları yok mu? Elbette var. Ama bütün bunları görmezden gelebilirim. Gelebilmeliyiz. Mücadelenin dokunduğu yerlerde açabileceği ihtimalleri göze almalıyız. Onları tıkayacak söze değil, onarabileceğimiz bir bakış açısına ihtiyacımız var.
Bugonia (Yorgos Lanthimos, 2025)
Bu filmi bu listeye dahil edip, etmemek arasında kararsız kaldım ama eklemek istedim. Çünkü çok sevdim. Yorgos ve Emma arasında keza Jesse arasında inanılmaz bir enerji olduğunu düşünüyorum. Yani film bana başından sonuna her aşamasında herkesin her şeyi bildiği, gördüğü, mükemmel anladığı ve doğaçlamanın da zaman zaman olduğu bir film hissi yaşattı. Kısacası herkes her şeyi sahiplenmiş ve bir şey çıkarmanın derdinde.O kadar basit ve küçük bir hikâye aslında. Prodüksiyon anlamında da Poor Things ile Merhamet Hikâyeleri arasında bir yerde. Ama işliyor işte. Çünkü bir derdi var ve bu derdi izleyicisine anlatırken bütün saçmalığına da bizi bir şekilde inandırıyor. Olmaz deme olurcu bir yaklaşımı var yani. Sakil durmuyor bütün olup biten.
Mızmız ve odasında her şeye sızlanan, dünya yıkılmış da altında bir onlar kalmış gibi sayıklayan bütün erkeklere güzel bir hediye. İnşallah mesajı siz de alırsınız ucundan kıyısından arkadaşlar. Erkeklerin kendi ezikliklerini, yapamadıklarını, edemediklerini bütün nedeni nasılıyla kadınlara ya da öteki beriye yıkma hânin bir nüvesi bu film. Sizin bütün olamadığınız şeylerin sorumluluğu dışarda değil arkadaşlar. Kordonunuz kesildiği andan itibaren sizi müthiş kudretli ilan eden bir dünyada bir zahmet artık şikayet etmeyin her şeye.
Strange River (Jaume Claret Muxart, 2025)
Yine güzel bir büyüme hikâyesi. Bir çocuğun durduğu yerde onunla birlikte büyüyen diğer herkese de yakından bakıyor. Yani onlar bu hikâyenin neresinde? Aile, arkadaşlar, diğer topluluklar, hayallerimiz gerçekten bizimle aynı anda ilerliyor mu? Bu soru filmin bittikten sonra bende kalan kısmı oldu.
Epey düşündürücü. Film bana sanki zamanı tutmanın imkânsızlığını hatırlatıyor. Yani o koşarken gerçekten biz de var gücümüzle koşuyor muyuz? Sinematografi, teşekkürler Pablo Paloma. Filmin yüzeyinde akan sessizlik, aslında alttan alta çok gürültülü bir tarihsel katmanı çağırıyor. Muxart’ın kamerası nehrin kenarında gündelik olanı takip ederken, aynı anda imgelerin içine sinmiş kayıpları ve unutulmuşları işaret ediyor. Bu anlamda film, doğa ve insan arasındaki kırılgan dengeyi çok basit ama derinlikli bir jestle görünür kılıyor. Benim için izleme deneyimi, hem arşivsel bir bakışa hem de bedensel bir duyumsamaya açıldı. Bütün bunlar filmi yalnızca bir “gözlem” olmaktan çıkarıp daha geniş bir hafıza alanına taşıyor. Ve bunun kuir sinemanın geleceği açısından müthiş kıymetli olduğunu düşünüyorum.
A Free Man (Laura Hojman, 2025)
A Free Man bana şiirin, sözün ve direnişin nasıl iç içe geçebildiğini yeniden hatırlattı. Laura Hojman seninle tanıştığım ve seni tanıdığım için kendimi çok şanslı hissediyorum.
Yönetmenin kurduğu anlatı, yalnızca bir portre değil; aynı zamanda bir dönemin zihinsel ve politik iklimine açılan bir kapı gibi. Şiirleriyle tarihe direnen bir figürü merkeze alırken, aynı zamanda onun yalnızlıklarını, kırılmalarını ve içsel çatışmalarını da görünür kılıyor. Filmdeki ritim, yazının ve sözün ritmiyle neredeyse birebir örtüşüyor; bu yüzden izlerken bir belgesel değil de uzun bir şiir dinliyormuş hissi yaşadım. Arşiv görüntüleriyle kurulan bağ, geçmişin yalnızca belgelenmediğini, aynı zamanda yeniden yorumlandığını gösteriyor. Arşive yeni bir soluk.
Benim için özellikle önemli olan nokta, filmdeki politik hafızanın yalnızca tarihsel bir olay olarak değil, bugüne sirayet eden bir ruh hâli olarak sunulmasıydı. Hojman, belleğin her zaman güncel olduğunu ve bizi her an yeniden şekillendirdiğini hatırlatıyor. Örneğin şairin kendi ülkesinde bile az tanınıyor olması ya da bu tarihi figürün HIV ile mücadelesi biraz geri planda bırakılıyor. Ama burada belleğin her bir kırılma anında yeni bir soluk atlama olacağını unutmamak gerekiyor. Evet görmek ister miydim? Kesinlikle ama dediğim gibi hikâyenin dağılma potansiyeli çok yüksek. Görsel dilin dinginliği ile sözcüklerin keskinliği arasındaki tezat, filmi kesinlikle çok güçlü kılıyor. İzleme deneyimi boyunca, sanatın hem kişisel hem de kolektif özgürlük için nasıl bir alan açabileceğini düşündüm. Bütün bunlar, filmi yalnızca bir biyografi değil, aynı zamanda bir hatırlama ve direnme mücadelesi hâline getiriyor. Bize bıraktığın her şey için teşekkürler sevgili Agustín Gómez Arcos. Mücadelen nasıl büyük!
Die My Love (Lynne Ramsay, 2025)
Bedenin taşıdığı acının nasıl görünür kılınabileceğine dair çok düşündürdü. Ramsay’in kamerası, karakterin iç dünyasındaki şiddeti ve çelişkiyi en küçük jestlere kadar hissettiriyor. Aman Allahım! Sınırda annelik, yeni doğmuş bir bebek, neşe, acı, yas, var olabilme ve bütün bunları aynı kapta karıştırmaca. Kesinlikle yılın en iyi filmlerinden birisi. Bütün oluru, olmazıyla kabulümdür.
Film boyunca yalnızca bir kadın hikâyesi değil, aynı zamanda toplumsal baskıların yarattığı boğucu atmosferi de izliyoruz. Benim için en çarpıcı olan, doğa ile kurulan ilişkideki o yabancılaşma hissiydi; sanki çevre de karakterin yalnızlığını bir yandan çoğaltır oldu. Yani karakterin attığı her adım boğucu bir ritüele dönüştü.
Film, melodrama düşmeden yoğun bir duygusal alan yaratıyor. Ki düşme anları çoktu. Sessizlik anları mesela. Kelimelerden daha ağır bir biçimde içsel çığlığı dışarı taşıyor. Jennifer Lawrence ile birlikte çığlık atasım geldi zaman zaman. İzlerken “anne” olmanın, “eş” olmanın ve “kadın” olmanın nasıl farklı yükler bindirdiğini sürekli düşündüm. Ramsay, hiçbir şeyi açıklamadan hissettirmeyi başaran bir yönetmen. Duyduğum büyük sevginin merkezinde bu var sanırım. Onun sinemasına girdiğim an izleme deneyimim çok kişisel, başka bir şey oluyor. Ve hâlâ benimle yaşıyor.
Film, hem bedensel hem de ruhsal bir çöküşün kaydını tuttu bir yandan. Ve bunu ne mümkündür ki bir bitiş ve bir başlangıç olarak asla yaşatmadı. Çok yaşayın Lynne Ramsay. Yılın en iyi filmlerinden birisi.
*Şu filmlere dikkat: Elder Son, Shape of Momo, The Mysterious Gaze of the Flamingo, If We Don’t Burn, How Do We Light Up the Night ve Un mundo para mí.