30. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali ulusal yarışma seçkisindeki on bir filmden biri olan ve festivalden En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Yönetmen ve SİYAD En İyi Film ödülleriyle dönerek festivale damgasını vuran Sanki Her Şey Biraz Felaket filminin yönetmeni Umut Subaşı ve yapımcısı Cemre Erül ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Dünya prömiyerini Rotterdam Film Festivali’nde yapan, Türkiye prömiyerini İstanbul Film Festivali’nde gerçekleştiren film, Seyir Derneği’nin düzenlediği Ayvalık Film Festivali’nde de bu yıl senaryo dalında düzenlenen ‘Yeni Bir…’ ödülünü kucaklamış ve hiç soluklanmadan Adana’daki yolculuğuna başlamıştı. Adana’da ise ödüllerin çoğunu sırtlayan Sanki Her Şey Biraz Felaket’in alacağı nice ödülleri şimdiden kutlar ve yolunun açık olmasını dileriz. Keyifli okumalar…
Röportaj: Nazlı Esen ALBAYRAK & Tuba BÜDÜŞ
Nazlı Esen Albayrak: Sanki Her Şey Biraz Felaket, 2023 yılında Rotterdam Film Festivali’nde prömiyerini gerçekleştirdikten sonra hem yurt dışında hem Türkiye’de farklı festivallerde gösterilmeye devam ediyor. Son olarak 30. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde izleyicilerle buluştu. Sizin bu süreçte seyirciyle kurduğunuz iletişim nasıldı? Söyleşilerde aldığınız etkileşimleri de düşündüğünüzde beklentilerinizi karşılayan veya karşılamayan noktalar neler oldu?
Umut Subaşı: Ben seyirciden çeşitlilik bekliyorum. Seyirci film konusunda ortak bir yargıya varsın, ortak bir çıkarım yapsın istemiyorum. Bahsettiğiniz bütün gösterimlerde filme farklı yerlerden temas eden bir sürü seyirciyle buluştuk. Dolayısıyla bu beni tatmin etti diyebilirim. Filmin anlaşılmadığı yönünde bir hissim olmadı.
Cemre Erül: Benim için deneyimlemesi heyecan verici olan kısmı, dünyanın neresinde olursak olalım, insanların yaşananlarla özdeşlik kurabilmesi oldu. Yani sadece Türkiye’ye has bir durum değil bu. Dünyanın neresinde olursak olalım filmdeki karakterlerin yaşlarındaki insanlar da diğer insanlar da filmle bağ kurabildi.
Nazlı Esen Albayrak: Ben de benzer bir soru soracaktım aslında. Film, Türkiye prömiyerini 42. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gerçekleştirdi ve Mansiyon Ödülü kazandı. Son olarak Ayvalık Film Festivali’ndeki gösteriminin ardından Yeni Bir Senarist Ödülü’ne layık görüldü. Filmin odağına aldığı temel meseleyi de düşündüğümüzde, uluslararası seyirci ile yerel seyirci tepkileri arasında belirgin bir farktan söz etmek sizce mümkün mü? Bu sorunlar evrensel düzlemde de karşılığını buluyor mu?
Umut Subaşı: Belirgin bir farklılık var diyemem. Bence yok. Sadece şöyle bir fark var, salondan salona değişebiliyor izleyicilerin tepkileri. Bazı salonların reaksiyonu farklı oluyor, bazılarının soru-cevap kısmı iyi oluyor. Bizim mesela birinci gösterimimiz fena değildi, ikinci gösterimimiz muhteşemdi. Bunlar oluyor. Bu da bence filmin evrensel olarak iyi bir yerde olduğunu gösteriyor.
Nazlı Esen Albayrak: Sanki Her Şey Biraz Felaket, Türkiye’deki yaşamlarından farklı gerekçelerle memnun olmayan 20′li yaşlarındaki dört genci konu alıyor. Aslında bizim kuşağımızın çok aşina olduğu bazı duyguları oldukça mizahi bir dille anlatıyorsunuz. Bu hikâyenin çıkış noktası nedir? Yolun başında da aklınızdaki anlatım dili bu muydu?
Umut Subaşı: Hikâyeden, karakterlerden ziyade genel mutsuzluk, sıkışmışlık duygusunu temel aldım aslında. Kendi hissettiğim de bir şey bu. Yani tam senesini veremeyeceğim ama özellikle son beş senedir iyi olmak kolay değil. Dolayısıyla ben de bununla ilgili, kendi jenerasyonumla ilgili bir film yapmak istiyordum. En temeldeki çıkış noktam buydu. Ben bu filmi yazmaya başladığımda yirmilerimin sonundaydım. Şöyle söyleyeyim, bu jenerasyon dediğim şeyi 90’lılar 93’lüler diye kısıtlamamak gerekiyor. 20’lerin başından 30’ların ortasına kadar bütün insanları kapsayabilir bu tanım. Zaten karakterler için de net olarak Z kuşağı, Y kuşağı diyemiyorsunuz. Bir de kuşak mevzusu biraz kafa karıştırıcı. Türkiye’deki Y kuşağıyla Amerika’daki Y kuşağı birbirinden farklı. Y kuşağını tanımlarken internet çok önemli bir yerde duruyor. İnternetin yaygın bir şekilde Türkiye’ye gelmesi on sene sonra oluyor. Amerika’da Y kuşağını 80’lerden başlatıyorlar, 92-93’e kadar getiriyorlar. Bizde ise 80 doğumlularla 90 doğumlular arasında bambaşka bir uçurum var. O yüzden bizim 80’liler Y kuşağı değil aslında. Y kuşağı burada 90’lılardan başlıyor daha çok. Dolayısıyla o kuşak isimlerini çok adlandırmadan “gençlik” diyelim. Ben kısa filmlerimin çoğunda olduğu gibi bu filmde de bir ana karakter yerine çoklu karakterler yaratmak istiyordum. Benim için heyecan verici olan şey karakterlerdi. Karakter yaratmak karmaşık bir süreç. Bir yandan karakter çıkıyor, bir yandan hikâye çıkıyor. Ardından hadi onlar ev arkadaşı olsun diyorum. Benim için ifade etmesi zor, kronolojik olarak nasıl ilerlediğini de tam olarak hatırlamadığım bir süreç aslında. Sonunda beni yeteri kadar heyecanlandıran şey bir araya geldiği zaman, bu artık bir senaryo oldu diyorum.
Nazlı Esen Albayrak: Filmin ciddiyeti ve komedisi arasındaki denge çok yerinde. Naçizane fikrim, filmin festival seçkisi içerisindeki ‘mutlu’ film ihtiyacını da karşıladığı yönünde. Bunu “Seyirciye iyimser bir atmosfer çiziyor” anlamında söylemiyorum ama seyirciyi eğlendirdiği çok açık. Her travmamızı mizah unsuru yaptığımız ülkemizde, varoluş bunalımlarına ve büyüme sancılarına absürt bir ton katmak sizce meseleyi gerçeğe daha yakın kılıyor mu?
Umut Subaşı: Bunun sebebi şu; delirmemek için bunu yapmak zorundayız çünkü çok fazla kötü habere maruz kalıyoruz. Dolayısıyla bu artık bir refleks gibi olmuş. Bundan dolayı filmin de böyle bir hissi var. Zira ben de böyle biriyim. Ben de bir şeylerle başa çıkmak için mizaha sığınıyorum. Ona sığındığım için filmimin de böyle olması gerektiğini düşündüm. Ama dediğin doğru. Aslında temelde anlattığım mesele çok depresif ve bunu diğer türlü anlatmak bana göre değil. Ama filmin içinde kurduğu o kendine özgü tondan memnunum. Komedi mi? Değil. Dram mı? Değil. Soru-cevap kısmında da söylediğim gibi bence seyirciyi çok da düşünmeden film yapmak lazım. Çünkü aksi halde o vasatlıkta bir yerde kalıyorsun. Seyircinin gelişmesi, kendini aşması için farklı anlatımlardaki filmleri de görmesi gerekiyor.
Nazlı Esen Albayrak: Film isminin seçim sürecinden de özel olarak bahsetmek istiyorum. Beni duyduğum ilk anda içine çeken bir iş oldu Sanki Her Şey Biraz Felaket. Bundan önce yönetmenliğini yaptığınız kısa filmleri de göz önüne aldığımızda, filmlerinizin isim seçimleri konusunda ciddi bir özen gösterdiğinizi düşünüyorum. Sana İnanmıyorum Ama Yerçekimi Var (2018) filminiz de izleyicinin merakını celbetmesi konusunda bahsettiğim özelliği taşıyor. Bu süreçten de biraz bahsedebilir misiniz? Filmin ismine nasıl karar verdiniz?
Umut Subaşı: İsim süreci bazen çok sancılı olabiliyor. Bir de bu tarz isimlerin akılda kalmaları zor oluyor ama tabii ismi tam bilmesen bile bahsi geçtiği zaman film kendini hatırlatıyor. Ben bu ismin, filmi çok iyi ifade ettiğini düşünüyorum. Çünkü bir sürü şeyle ilgili gibi ama bir yandan da acaba hiçbir şeyle ilgili değil mi diye düşünüyorsun. Bir anda buldum ismi, Cemre’ye başka hiçbir şey yazmadan whatsapp’tan mesaj attım. Çok kısa bir an anlayamadı neden bahsettiğimi. Sonra “Aa, filmin ismi!” diye cevap yazdı bana. Üstüne hiç tartışmadan kabul ettik. Bir de biz; biraz kararsız, öyle mi yoksa böyle mi gibi bir hâli olmasını seviyoruz. “sanki, HER ŞEY, biraz, FELAKET.” Tam da böyle işte, bizim hayatımız gibi. Şu anda çok mutluyuz ama biraz sonra telefonumuza bir mesaj gelebilir, ülkede saçma sapan bir şey olmuş olabilir ve bir anda çok mutsuz olabiliriz.
Nazlı Esen Albayrak: Oyunculuklara da ayrıca değinmek gerekiyor sanırım. Film, kendine özgü çok doğal bir dengede ilerliyor ama ortalama oyunculuklarla bu büyüsünü kaybedebilirdi. Oysa filmdeki her karakter için çok başarılı oyuncular tarafından canlandırılmış diyebiliriz. Bu seçim süreci nasıl ilerledi?
Cemre Erül: Cast direktörümüz vardı. Öncesinde projeyi kurarken sadece oyuncular değil, ekip de ilk uzun metrajını yapacak düşüncesiyle, bu motivasyonla yola çıktık. Oyuncularımız da daha görülmemiş yüzler, yeni yetenekler olsun istedik.
Umut Subaşı: En başından beri dört tanınmamış oyuncu olsun istedik. Çünkü bir ünlü oyuncular var, bir de bağımsız filmlerin ünlüleri var. Bunlardan biri parladığı zaman her festivalde dört filmi aynı kişi oynuyor. Ben birçok şeyden sıkıldığım gibi bu durumdan da sıkıldım. O yüzden en başından hiç tanınmayan oyuncularla ilerlemek istedim.
Cemre Erül: Onları bulma süreci de çok uzun sürmedi aslında.
Tuba Büdüş: Hiç zorlandığınız olmadı mı yani?
Umut Subaşı: Oldu. Şöyle bir şey var, iki oyuncu filmin yarısını İngilizce oynuyor. Türkiye’de hem iyi oyuncu olup hem iyi İngilizce konuşabilen birini bulmak çok kolay değil. Bir de tanınmamış olacaklar. Bu bir problemdi mesela.
Nazlı Esen Albayrak: Eminim size sıkça sorulan bir sorudur fakat Sanki Her Şey Biraz Felaket’i bir iyimserlik-kötümserlik çizgisine yerleştirecek olsanız, filmin başından sonuna kadar olan sürede nasıl bir ilerleme olduğunu söylersiniz? Özellikle gösterim sonrasındaki soru-cevap kısmında filmin final sahnesine dair iyimser izlenimler alındığı söylendi ama açıkçası ben böyle düşünmüyorum. Belki Zeynep ve Ayşe özelinde umut hep vardır fakat film boyunca süregelen o sıkışmışlık ve ne yapacağını bilememezlik hissi bende finalde de yok olmadı. Filmin sonunda da her şey bir bakıma felaket olmaya devam ediyordu.
Umut Subaşı: Aslında bununla ilgili bir şey söylemek istemiyorum. Siz ne güzel bir yerden yaklaşmışsınız. Soru-cevap kısmında da birileri çok iyimser bir yerden okudu finali. İkisi de kabulüm. Dediğim gibi, bireysel olarak her bir seyircinin filmi alıp götürdüğü yer, benim kabulümdür.
Cemre Erül: Ben de bir seyirci olarak cevap vereyim. Filmi hakikaten yirmi-yirmi beş kere izlemişimdir. Her izlediğimde farklı bir şey hissediyorum. Ayvalık’taki gösterimde mesela birkaç yerde gözüm doldu. Bir iki aydır da izlememiştim. Arada özlüyorum çünkü filmi. Bu nedenle geri dönmeyi de seviyorum. Tamamen ruh halime göre değişiyor. Üç senemi geçirmişim filmle, her aşamasında oradaydım. Buna rağmen bana hâlâ farklı duygular hissettiriyor olması çok kuvvetli geliyor.
Tuba Büdüş: Filmin hiçbir anında içi dolu bir diyalog göremiyoruz. Ayşe ile Zeynep arasındaki konuşmalar bile genellikle göz teması kurulmadan gerçekleşiyor. Ali ile Mehmet’in buluşmasında da çoğunlukla Mehmet’in kendi hayatını anlattığını görüyoruz. Böylesine iletişim yokluğu çeken bireylerin dördünün bir araya geldiği tek sahnenin ise çok daha farklı olacağını ve karakterlerin çözülüp iletişime geçeceğini, çok eğleneceğini düşünmek gibi bir ihtimal var. Fakat, tam tersi oluyor. Filmin en büyük meselesi de zaten bu iletişimsizlik mevzusu. Kalabalıklaştıkça daha da ketum oluyorlar. Gerçekten bu kadar umutsuz mu görüyorsunuz durumu?
Umut Subaşı: Buna şu açıdan da yaklaşmak lazım. Zaten günlük hayattaki konuşmaların ne kadarı derinlikli iletişim ki? Hayat böyle bir şey. Bir de bu karakterlerin hiçbiri gerçekten arkadaş değiller. Kızlar ev arkadaşı ama o kadar. Zeynep’in Ayşe’den gelecek paraya ihtiyacı olduğunu da düşünmüyorum, o yalnız kalmak istemiyor sadece. Zeynep yine çaba gösteriyor, dışarı çıkalım, konuşalım diye uğraşıyor. Ayşe çok karşılık vermiyor çünkü onun da başka derdi var. Dolayısıyla bu onların ilişkilerinin düzeyiyle ilgili. Sadece Zeynep’le Ali’nin konuşmaları biraz daha kayda değer iletişim içeriyor.
Tuba Büdüş: Ağlama sahneleri nasıl geçti peki? Çok mu zorlandınız, çok mu eğlendiniz? Çünkü çok gerçek dışı bir ağlama var karşımızda.
Umut Subaşı: Biz son sahne ve ağlama sahneleri dışındaki bütün sahneleri çok iyi prova yaptık. Ağlama ve final sahnesinin provasını ise hiç yapmadık. Ağlamalar için belki “Bir ucundan göster bakayım” demişimdir. Sette bunun provasını ne kadar yaparsam o kadar mekanik bir şeye dönüşecekti. Ben setteki sürpriziyle çıkarmak istiyordum. Çok zorlandığımızı söyleyemem. Belki oyuncular biraz zorlanmıştır. Çok eğlendiğimizi de söyleyemem. Çünkü siz müzikle duyduğunuz için size komik geliyor ama çekerken birisi üç-dört dakika boyunca ben “Kes!” diyene kadar hıçkıra hıçkıra ağlıyor. O açıdan belki zordu.
Tuba Büdüş: Filmde eğitimleri ve yaptıkları işlerle yaşantıları ve hayalleri bambaşka olan gençleri görüyoruz. Ülkemiz gençliğinin bir izdüşümü âdeta. Siz de muhtemelen çevrenizdeki hayatlardan etkilenerek kurdunuz bu karakterleri. Özellikle hayatından etkilendiğiniz biri var mıydı? Yoksa genel olarak gözlemlerinizden mi yola çıktınız?
Umut Subaşı: Aslında bir sürü şey var. Ailesiyle yaşayan, bunun sıkıntısını çeken arkadaşım var. Benim arkadaşlarımın yarısı yurt dışına gitti bile zaten. “Siz gitmeyi düşünmüyor musunuz? Ne zaman gidiyorsunuz?” diye sürekli bana soruluyor. Doğrudan böyle bir arkadaşım var, ondan esinlendim diyemem ama bunlar hepimizin bildiği şeyler zaten.
Tuba Büdüş: Peki, filmin fikri oluşurken ya da senaryoyu yazarken esinlendiğiniz, filmle hiç ilgisi olmasa da size fikir veren, ufuk açan bir eser var mıydı? Bu bir film, roman, tiyatro eseri ya da bir albüm de olabilir. Ben filmlerde okunan kitaplara, izlenen filmlere, duvardaki tablolara çok dikkat ederim. Bir saygı duruşu var mı diye. Bu filmde de Ayşe karakterinin okuduğu kitap dikkatimi çekti. Çok sevdiğim Olga Tokarczuk’un Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerine kitabına benzettim.
Umut Subaşı: Evet, kitap o gerçekten. Filmde neden o kitabı kullandığımıza dair bir bağlantı daha var ama onu söylemeyeceğim. Biraz şu mantıkla düşünüyorum aslında, Ayşe karakteri bu yazarı okur.
Tuba Büdüş: Filmdeki sahne geçişlerinde Osmanlı kıyafeti giymiş bir karakter görüyoruz. Bunun Türkiye’de son zamanlarda hortlayan Yeni Osmanlıcılık göndermesi olduğunu söyleşinizde de dile getirdiniz. Ama sadece bu değil tabii. Mülteci krizi, işsizlik, ekonomik kriz, iletişimsizlik, Yeni Türkiye zenginleri, depresyondaki insanlar, yurt dışı hayalleri kuran gençler, vize sorunu ve daha nicesi… Film, bir Yeni Türkiye panoraması sunuyor bir yandan da. Bunun kara mizahla yapılmasının bir nevi ağlanacak halimize gülmek olduğunu düşünüyorum. Sizce de böyle mi?
Umut Subaşı: Bu bir soru değil valla, bu senin güzel yorumun. Ama böyle söylediğin zaman şu şekilde anlaşılıyor. Bu yönetmen bu meselelerin hepsini almış, filme doldurmuş. Böyle değil aslında. Bunların hepsi küçük küçük espriler halinde var. Film hiçbirini gözüne sokmuyor.
Tuba Büdüş: Sahne aralarında çocuğunu bebek arabasıyla gezdiren bir anne görüyoruz. Bu anne çok mutsuz, çok büyük bir depresyonda. Buradan hareketle, hâlihazırda mutsuz olan nesil, bir sonraki nesli de mutsuz olacak şekilde büyütüyor diyebilir miyiz? Bakın bu bir soru ama.
Umut Subaşı: Evet olabilir. Çünkü şöyle bir şey var. Bazen bazı seyirciler filmi sadece tek boyutuyla ele alıyor. Mesela İspanya’da bu depresyonun temelinde ekonomiyi gördüler. Ama hayır, parayla ilgili bir mutsuzluk değil bu. Oradaki kadının mutsuzluğunun paradan dolayı olmadığını düşünüyorum. Belki de çalışmak zorunda olmayan bir kadın. Hafta içi gündüz vaktinde bebeğiyle yürüyüş yapabilecek bir kadın ama o da mutsuz. Ben zaten yeni anne olmuş birinin yaşayabileceği mutsuzluk ve depresyonu anlayamam ki. Sadece uzaktan gözlemleyebilirim. Bu benim bilebileceğim bir şey değil. Her şey biraz felaket diyoruz ya, bu da onun içinde aslında. Sadece işsiz olan çocuk değil; herkes. Dolmuş sırasında yanında bekleyen de öyle, bebekli kadın da öyle. Bu arada sorunun cevabı evet galiba.
Nazlı Esen Albayrak: Bizim ilk uzun metraj filmini çeken yönetmenlere sorduğumuz bir soru var. Çoğu kariyerine kısayla başlıyor, ilk uzun metraj filmini çektikten sonra kısaya dönmüyor. Çok nadir örnekleri var bunun. Siz yeniden kısa film çekmeyi düşünüyor musunuz?
Umut Subaşı: Düşünürüm. Ben dört kısadan sonra uzun yaptım. Kısayı bir basamak olarak kullananları da anlıyorum bu arada. Çünkü uzun metraj yapabilmek için bir şekilde kendini göstermen gerekiyor. Ben kısa filme de iyi bir kısa film yapayım diye yaklaştım hep. Ama tabii uzun metraja geçerken de kendimi kanıtlamam açısından yardımcı oldu.
Nazlı Esen Albayrak: Pek çok festivalde gösterilen ve bizim de izlemek için hevesle beklediğimiz Sanki Her Şey Biraz Felaket’in belirli bir vizyon tarihi var mı? Filmin festival süreci devam edecek mi?
Umut Subaşı: Festival süreci devam edecek. Brezilya, Arjantin, Almanya, Romanya var belli olan. Türkiye’de de Ekim sonunda Başka Sinema’yla özel gösterimlerimiz olacak.
Tuba Büdüş: Bir sonraki projeniz belli mi peki? Kafanızda şekillenen proje ya da projeler var mı? Yoksa bir sonraki Umut Subaşı projesi için biraz beklememiz mi gerekecek?
Umut Subaşı: Biz çok küçük bir ekibiz. Filmin her şeyine biz koşturuyoruz. Bir de festival çıkışımız çok hızlı oldu bizim. Filmi Ocak ayında çektik, öbür Ocak’ta Rotterdam’da açıldı. Bir de normalde şöyle bir şey oluyor. Siz filmi bitiriyorsunuz, festival beklerken aradan bir iki sene geçiyor ve o esnada yeni projeye hazırlanıyorsunuz. Bizde hiç böyle bir şey olmadığı için yeni bir proje hazır değil. Bazı fikirler var ama şu an sürecin keyfini çıkarıyorum.