”Bazen okuldan eve giderken peşimden ayak sesleri duyduğumu zannediyorum, senin ayak seslerini… Dönüp baktığımda ise orada kimsecikler olmuyor.”
Voula
Andrew Sarris, 1990 yılında, Film Comment dergisinde auteur kuramından bahsederken; “Önemli olan, auteur kuramın, eserin onu yaratanın dışında da var olabileceğini ortaya koymasıydı. Eğer birçok iyi fakat çözümlenememiş film olmasaydı, keşfedilmeyi bekleyen bu kadar tanrısal auteur yönetmen de olmazdı.” demiş, Theodoros Angelopoulos’u da kelimelerine katmıştı şüphesiz. Yunan yönetmen Angelopoulos’un, geleneksel ve durağan bir çizgide ilerleyen, mitolojik, naif, özgün ve yalın sineması, tam da auteur kuramında bahsedildiği üzere geleceği şekillendirmek yerine geçmişi anlatmayı seçer.
Sınırların anlamını kaybettiği hükümsüz coğrafyalar yaratan, geçmişi şimdiymiş gibi yaşatıp içine hiçliğe uzanan manzaralar ekleyen, Yunan günlük hayatında artık eskisi kadar sık görülmeyen özlenilesi düğünleri filmlerinde kritik anlara yerleştiren, görüntülerle şiir yazıp altına sarı yağmurluklardan, sislerden imzalar atan bir yönetmenden, Angelopoulos’tan bahsediyorum. Theodoros Angelopoulos’un çocuksu hayretini anlattığı Landscape In The Mist (1988), iki kardeşin hiç görmedikleri babalarını bulmak için Almanya’ya yaptıkları yolculuğun hikâyesidir. Her gün Almanya’ya gitme umuduyla uyanan Alexandros ve Voula, yüzünü hiç görmedikleri babalarını, her gece rüyalarında görecek kadar çok özlemektedir. Ve her gece hayallerinde mektuplar yazmaktadırlar ona. İki kardeş trenin koridorunda birbirlerine sarılıp uyurken, Voula’nın yanıtsız mektubunun satırları bir fısıltı gibi dolmaya başlar kulaklara:
‘’Bize cevap yazarsan tren sesiyle yap: tatan… tatan… tatan… tatan…”
Filmdeki kız kardeşin ismi, Angelopoulos’un kız kardeşininkiyle aynıdır. Öte yandan Angelopoulos’un çocukluk döneminde yaşadığı bir olayın: babasının Yunan İç Savaşı’nın hemen öncesinde tutuklanıp uzun süre ortadan kaybolmasının, onu hayatı boyunca etkilediği söylenir. Filme bakınca da bu etkiyi görmek mümkün. Zira filmdeki çocukların babası da kayıp bir kahraman. Trenin soğuk rayları, Alexandros ve Voula’nın içinde bulunduğu ıslak, sonsuzluğa uzanan vaziyeti çağıran bir sembolken; demir gibi sapasağlam, daima birbirine kenetli ve kararlı oluşlarının da ayrıksı bir okumasıdır.
İlerleyen sahnelerde, Voula ve Alexandros, aslında gayrimeşru olduklarını, babalarının kim olduğunun belli olmadığını, dolayısıyla da Almanya’da yaşamadığını öğrense de Voula bunu inkâr eder. Umudunu yitirmemesi için de Alexandros’a hiçbir şey söylemez. Gerçeği, hayalleriyle değiştirip, inandıkları masalın mutlu olduğunu umdukları sonuna doğru ilerlemeyi sürdürürler. Babaları vardır. Orada, sınırların ötesinde bir yerde.
Biletleri olmadığı için bindikleri her trenden indirilen iki kardeş, sıradaki durakta kendi düğününden kaçan bir gelin görürler. Kar ve beyaz gelinliğin ardından, ayakları bağlanarak sürüklenmekte olan beyaz bir at durur önlerinde. Beyaz çaresizlik ve çırpınış, patetik bir çatışmaya seyirci kalır. Özgür at tutsak edilmiştir. Gelin ise istemediği bir evlilik yaparak tutsak olma yolunda ilerlemektedir. At, ölür. Alexandros, karlar içinde yatan ölü atın başında ağlamaya başlar. Küçük çocuğun bu hüznüne ortak olmayan misafirler, düğün salonundan dans ederek çıkarlar. Biçare ölüme mahkûm edilen at mı yoksa zorla evlendirilip bir kafese hapsedilen gelinin acı hüznü mü çocukların sonunu belirleyecektir? Ekran kararır.
Issız bir asfaltta yürümektedirler bir sonraki karede. Yolun ilerisinde, yolda kalmış bir otobüs görürler ve yolculuklarının bir çeyreği bu otobüste devam eder. Adı Orestes olan şoför tiyatrocudur. Orestes, yönetmenin ilk kez O Thiasos (1975) filminde tanıştığımız ailesiyle birlikte oyunlarını sergilemek için şehir şehir gezen bir karakterdir. Bu uğraş, Almanya’da olduğuna inandıkları babalarına ulaşmak için mücadele eden Voula ve Alexandros’un uğraşının bir eğretilemesidir. Harıl harıl repliklerini ezberlemeye çalışan bu tiyatrocu grubunu Landscape In The Mist‘te kaydırma hareketiyle veren kamera, kronolojik bir tarih akışını da gözler önüne serer. Repliklerde, İngilizlerin Atina’ya yürüyüşünden, ulusal birliğin ilk hükümetinin kuruluşundan, ülkesi uğruna ölen insanlardan, Yunanistan’ın bağımsızlık sevdasından ve bu sevda yolunda çektiği sancılardan bahsederler. Tiyatrocuların gittikleri her yerde inatla aynı oyunu sergilemeye çalışması ama gösterilerinin hep yarım kalması veya gerçekleşememesi, görünenden çok daha belirgin bir anlam taşır. Film bu yönüyle Yunan tarihinde tekrar eden acılara, demokrasi oluşturuluncaya kadar geçen uzun süreye değinir.
‘’Orestes’’ ve Orestes’in babası ‘’Agamemnon’’, aynı zamanda Yunan mitolojisinde adı geçen karakterlerdir. Angelopoulos bu isimlerle filmin referans alanını iyice genişletir ve bir anlamda Yunan tarihini ele alır. Öte yandan babasız kardeşler, sahipsiz bir Yunanistan’ı da temsil ederler. Alexandros ve Voula’nın yolculukları boyunca gittikleri hemen her yerde yoğun bir hüzün vardır. Fabrikaların bacalarından dumanlar yükselir, inşaatlar sürer, vinçler, buldozerler, otoyoldan geçen arabalar gürültüleriyle ses bandını işgal eder. Bir anlamda yeni kapitalist sisteme yenik düşmüş, çaresiz bir Yunanistan’ı anlatır bu imgeler. Hemen her filminde mitolojik bir isim kullanan Angelopoulos’un filmleriyle ilgili olarak ‘’Mitolojiyi yükseklerden indirip doğrudan halka getirmeye çalıştım.’’ demesi boşuna değildir. Onun, günümüzü anlayabilmek için geçmişi sorgulayan, geçmişle şimdiki zamanı yan yana getirebilen şarkılı, danslı sinemasında mitoloji, tarih ve tiyatro hep kol kola gezer.
Orestes ve iki kardeş kasabanın sokaklarında dolaşırken çöpün kenarında fazla ışık almadığı için kararmış, ayırt edilemeyen bir film negatifi bulurlar. Çocuklar bu film negatifinde ‘’sislerin arkasındaki bir ağacı’’ görür. Negatifle özel bir ilişki kuran Alexandros, onu hiç yanından ayırmaz, zaman zaman gökyüzüne tutup seçmeye çalışır. Bu film parçası kayıp babayı bulmaya dair giderek azalan umudu da yeniden canlandırır.
‘’Ama biliyor musunuz, ruhumuz bir kuş gibidir.”
Voula ve Alexandros, Orestes’in yanından ayrılıp yeniden puslu yollara düştüğü vakit, bu sefer bir kamyon şoförüyle kesişir yolları. Alexandros’un yorgun bacakları daha fazla dayanamayınca kamyona binmeyi kabul ederler. Bir süre sonra arabayı durduran kamyon şoförü, kamyonun kasasında dinlenmek üzere giderken Voula’yı da sürükleyerek peşinden götürür. Seyirci olanlara dair hiçbir şey görmez. Ekranda uzun bir süre sadece kamyonun brandayla örtülü kasası durur. Önce kasadan üstü başı dağılmış bir şekilde çıkan şoförü görürüz. Ardından kasanın kenarına oturup küçük ayaklarını aşağı sarkıtan, bileklerinde toplanmış beyaz çoraplarının aksine iki bacağının arasından boşalan kanla Voula belirir. Parmaklarına bulaşan kanı kamyonun iğrenç kasasına sürerek, bu niteliksiz adama gittiği her yerde beraberinde götüreceği kara bir leke bırakır. Hiç görmediği babasını bulma ümidiyle yollara düşen Voula, bir daha görmek istemeyeceği bir adamın kamyon kasasına bırakır çocukluğunu.
Bindikleri her trenden atılsalar da pes etmeyip bir sonraki trene binerek adım adım devam ederler yolculuklarına. En son geldikleri yerde yine Orestes’le karşılaşırlar. Tiyatrocular şehir şehir gezmeye devam ediyordur. O gece Orestes, iki kardeşi bir otele götürür. Sabah uyanan Voula, Orestes’i deniz kenarında oturur vaziyette bulur. O anda bir helikopter sesi duyulur. Kimseye yardım için uzanamayan, işaret parmağı kırık taştan bir el heykeli denizden çıkarak gökyüzüne doğru yükselmeye başlar. Landscape In The Mist, çocukların gökyüzünde yükselen devasa antik eli izledikleri sahnenin söylediği gibi nereyi işaret ettiği belli olmayan, hangi yola gidilmesi gerektiğinin söylenmediği bir dünyanın filmidir.
Puslu yolları, puslu kasabaları, puslu istasyonları ve istasyon insanlarını koyu renklerle, durağan bir ritim ve umutlu müziklerle anlatan film, nihayete erdiğinde puslu bir manzara bırakır zihnimizde. Az ve yavaş kamera hareketleri, uzun plan sekanslar, filme adını da veren ‘manzaraları’ en etkili şekilde çizer. Film, Angelopoulos’un dediği gibi: ‘’Sadece babalarını arayan iki çocuğun öyküsü değil, hayata atılmanın maceralı yolculuğudur. Yolda ölüm, gerçekler, yalanlar, güzellikler ve yıkım hakkında her şeyi öğrenirler. Yolculuk ise sadece hayatın bize, hepimize verdikleri üstünde yoğunlaşmanın bir yoludur.’’
Angelopoulos’un film müzikleri, izleyende kodlar oluşturabilmesi açısından da üzerinde durulmaya değerdir. Eleni Karaindrou’nun muhteşem yaratımıyla ortaya çıkan müzikler, yönetmenin her filminde olduğu gibi yalnızca ‘bir’ filme aittir ve o müzik, filmden ayrı düşünülemeyendir. Dinlemeye değil, görmeye başladığınızdır.
“Benim sinemam, epiktir; öyküdeki kişiyi tarihsel bir bağlama yerleştirir. Karakterleri hayattakinden daha büyük olan Brecht’te olduğu gibi, tarihin ya da fikirlerin taşıyıcısı olan benim karakterlerim de analiz edilmezler, Bergman’ınkiler gibi işkence çekmezler. Çok daha insancıldırlar. Kayıp şeyleri ararlar, arzu ile gerçek arasındaki kopuşta kaybolmuş şeylerin peşindedirler.”
İnce teferruatlarla özenli bir masal anlatan yönetmen, Hansel ile Gretel’de olduğu gibi kırıntıları serper yolunuza; siz onları toplaya toplaya muhteşem finallere ulaşırsınız. Filmlerinde hep bir arayışın, yolculuğun içine sokar izleyeni ve hangi filmini izlerseniz izleyin, içinde Angelopoulos imzasını bulmanızı sağlar. Yeri gelir bu bir yağmurluk olur, bazen Yunan mitolojisinden bir isim, bazen rayları ıslak bir tren, bazen bir gelin, bazen akordeonun bir ezgisi, bazense bir ağaç… Angelopoulos’un, filmlerinde çarpıcı anlara yerleştirdiği ağaç metaforu, Landscape In The Mist‘in son perdesinde babanın yerini alır. Trenden trene atlayarak Almanya’ya varmaya çalışan iki kardeş, son olarak bindikleri trenden de pasaportları olmadığı için atılınca, pusların arkasından usulca belirmeye başlayan ağaca doğru koşarlar. Çöpte buldukları film negatifindeki sisler arkasında olduğu varsayılan ağaç, rüya gibi bir final sahnesinde babanın yerini alır.
Bazı insanlar vardır, özel ve doğrudan hiçbir hukukunuz olmadığı hâlde, içsel yollardan kurduğunuz ilişki üzerinden hep aşina olduğunuz biri gibi hisseder ve sonunda göçüp gidişlerine sanki bir uzvunuzu yitirmiş gibi kederlenirsiniz.
‘’Ama biliyor musunuz, ruhumuz bir kuş gibidir.” diyordu Angelopulos. “Bu kuşun bir bacağı havadadır; uçmak mı, uçmamak mı sorusunu taşıyarak…” Yaşamla ölüm arasındaki sınırda, bir ayağı havada asılı bir Feniks’ti Angelopoulos. Küllerinden yeniden doğmak üzere aştı o sınırı, sınırların en sonuncusundan uçup gitti. Geriye puslu manzaralar kaldı, bakmaya doyamadığım.