The Water Diviner (2014) usta aktör Russel Crowe’un ilk yönetmenlik deneyimi. Crowe, filminde başrolü de kendisinden başka kimselere emanet etmemiş ve ortaya bir savaş ve aile dramı çıkarmış. Film, Avustralyalı bir çiftci olan Joshua Connor’ın (Crowe) Türkiye’ye seyahat ederek Çanakkale Savaşı’nda kaybolmuş üç oğlunu arayışını anlatıyor.
Savaş bitmiş, aradan 4 yıl geçmiştir. Connor, artık işgal altında olan İstanbul’a gelmiş, buradan Gelibolu’ya gidiş yolları aramaya başlamıştır. Connor, amacı için elinden geleni ardına koymayacak bir baba, sezgileri kuvvetli bir su bulucu… yani oldukça spiritüel bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Öyle ki, bu portre, filmin sonlarına doğru adeta fantastikleşiyor.
The Water Diviner ne tam anlamı ile bir savaş filmi ne de başlı başına bir melodram. Gösterişli savaş sahnelerinin zaten olmadığı filmde, ‘flashback’ ve ‘slow motion’lara başvurmuş Crowe.
Hikâyenin hızlıca bağlanması, yan öykülerdeki sıkıntılardan, özellikle Ayşe karakterinin Connor’la yaşadığı romantizm ve yine Ayşe’nin kendi hikâyesinin havada kalması ile kendini belli ediyor. Kurgusal aksamalar, senaryoda kopukluklar, zorlama ve sırıtan noktalar filmde yok değil. Crowe, filmin Avustralya’da çekilen bol yeşillikli bir arka planda, Western tadında, tren sahnesinin o dönemin Türkiye’sinin coğrafyasına oturtmaya çalışmak gibi hataları neyse ki çok fazla tekrarlamıyor.
Filmde Türk kahveli, hamamlı, bol alaturkalı sahneler de eksik edilmemiş. Filmin başlarındaki kum fırtınası sahnesi gibi akılda kalıcı birkaç andan söz etmek mümkün. Bunun yanı sıra filme lokasyon oluşturan yerlerin mistikliği ve tercih edilen mekanların hikâye ile uyumu, özelde olmasa da genelinde başarılı bir sinematografiye göz kırpıyor.
Oyunculuklara bakacak olursak, Russel Crowe ve son dönemde beyazperdede karşımıza sıklıkla çıkan, filmde Avustralyalı Yarbay Hughes rolünde izlediğimiz Jai Courtney, bu anlamda ne kadar rahatsa diğerleri de bir o kadar yavan ve tutuk bir performans sergilemiş. Ayşe adlı Müslüman bir kadını canlandıran Olga Kurylenko’ya yapılan dublaj ise -sadece Türk seyirci kitlesi tarafından fark edilir bir ayrıntı olmasına karşın- oldukça rahatsız edici ve bayağı durmuş. Kuvay-ı Milliye’ci subaylar Hasan (her ne kadar AACTA’ dan adaylık almış olsa da Yılmaz Erdoğan) ve Cemal’in (rolünü Erdoğan’dan biraz daha iyi kotarsa da Cem Yılmaz) her ikisi de filmde ortalamanın altı bir performans sergilemişler. Cem Yılmaz’ı sert mizaçlı ve alaycı bir karakterde görüyoruz. Av Mevsimi’nde (2010) seslendirdiği Hayde’yi akıllara getirecek bir sahne ile karşımıza çıkarak Hey Onbeşli türküsünü seslendiriyor. Kısacası film, oyunculuk açısından ne yazık ki akılda kalıcı bir başarı sergilemiyor .
Eksikliklere rağmen hikâye anlatılırken baz alınan savaşın gerçekliği ve oluşturduğu yıkımın etkileri, vicdan sorgulayan ve bir nebze de olsa izleyiciye geçebilecek nitelikte ele alınmış. Bu anlamda filmin teknik kusurları, anlattığı hikâyenin etkisi ile geri plana düşüyor.
“Savaşta kazanan taraf yoktur” dan sapmayan bir düşüncede devam edip konuya objektif bir ‘öteki’ gözle bakılabilmiş olması, her iki tarafı ‘tarafsızlıkla’ anlatması ve hümanist altyapısıyla göze çarpan bir film The Water Diviner. Düşmanlıkların dostluğa dönüşümünü, affetme üzerine yapılan atıflar ile zenginleştiren bir olay örgüsüne sahip. Sırtını sembolik bir anlatıma sık sık dayandıran film, hissetmeye oldukça önem vermiş ve empati, hikâyenin tümüne hakim olmuş. Baştan sona sürdürdüğü bu tutarlı bakış açısı filmin elle tutulur en büyük yanı. Bir ‘ilk film’ olarak baktığımızda, oyunculuğunun yanına yönetmenliği de ekleyen Crowe’un ana akım sinema adına bir film yapmış olduğu söylenebilir. Ayrıca filmin Avustralya Sinema ve Televizyon Sanatları Akademisi Ödülleri’ne ‘En İyi Film’ dahil toplam 8 kategoride aday gösterildiğini belirtmekte de fayda var.