29. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde Belgesel kategorisinde yarışan Senin Yıllardır Gerçekleştirmeyi Beklediğin Bir Düş Var filmi hakkında yönetmen Pınar Fontini ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. İyi okumalar…
Filminiz, görece uzun sayılabilecek bir belgesel; ancak çok akıcı ve sürükleyici ilerliyor. Filmin içinde pek çok hikâye mevcut; hem sizin hem kadın yönetmenlerin hikâyeleri var. Sinema açısından da önemli bir belgesel olduğunu düşünüyorum. Öncelikle tebrik ederim.
Vurucu bir sahneyle başlayalım: Belgeselin bir kısmında yalnız ölmekten duyulan korkudan bahsediliyor. O konuşmanın sonunda şu sonuca varılıyor: birinin en fazla yanında olabiliriz. Marilyn Monroe’nun şu sözünü hatırlattı: Sadece parçalarımız dokunacak, başkalarının parçalarına. Bu filmde misyonunuz, diğer kadın yönetmenlerin parçalarına dokunabilmek miydi?
Aslında onlarla birlikte bir yolculuğa çıkmak, belki daha güzel bir ifade etme biçimidir. Bu projenin en başı şuna dayanıyor: Üniversitede okumak için İstanbul’a geldiğimde Beyoğlu’nda gezerken bir sergi gördüm ve içeri girdim. Orada Gülsün Karamustafa’nın “Vaat Edilmiş Bir Sergi” isimli bir sergisi vardı. Bir seyirci olarak o kadar etkilendim ki sanki o sergi kişisel olarak bana seslenmiş gibi geldi. Bundan birkaç yıl sonra Gülsün Karamustafa’nın 1990’larda Füruzan’la birlikte bir film çevirdiklerini gördüm: Benim Sinemalarım (1990). O filmi izlediğim zaman ne kadar etkileyici bir cümle kurduğunu keşfedince kadın yönetmenler üzerine çalışmak istediğimi fark ettim. Çünkü Türkiye sinema literatürü ve tarih çalışmaları çok hatalı ve eksiklerle dolu. Günümüzde bile tekrar eden bir şekilde kadınların başarıları, erkek ekip arkadaşları üzerinden anlamlandırılıyor. O nedenle kadınları bulup onlarla konuşmak en doğru metottu aslında. Özellikle Senin Yıllardır Gerçekleştirmeyi Beklediğin Bir Düş Var filminde pandeminin de etkisiyle kaynaklara erişememenin ve ortaya çıkan ürünün film içinde ne kadar güzel bir dil oluşturabileceğini fark edip kendi maceramı da içine kattım. Onların hikâyesini anlamaya çalışırken, ben de anlattığım kadın yönetmenlerden biri oldum, belgeselin hem çekeni hem de öznesi hâline geldim. Bu dönüşümü de göstermek istedim aslında.
Filmde çeşitli kitaplar var. Benim dikkatimi çeken ise birkaç kitap üzerinde duran Füruzan’ın Benim Sinemalarım kitabıydı. Bununla birlikte filmi seyrederken Duygu Asena’nın çok izini gördüm hem sizde hem de diğer yönetmenlerde. Bu belgesel boyunca sizi motive eden, size ilham veren kitaplar ve yazarlar oldu mu?
O kadar konuşmak istediğim bir konu ki… Kimden alıntı yaptığınız çok önemli çünkü yaptığınız alıntı daha sonra yapılacak olanlara bir referans gösteriyor. Kitap meselesi şöyle: İki tane tripod vardı evde ve bir yükseklik oluşturmam gerekiyordu. Bu yüksekliği oluşturmak için o kitapları kullandım aslında. Kitaplığımdaki kitaplardan söz etmek gerekirse, çoğunluğunu kadın yazarlar oluşturuyor. Füruzan da bunlardan biri. Onun haricinde Audre Lorde, Sara Ahmed, bell hooks var. Ben genellikle Batılı olmayan, academics of color olarak değerlendirilebilecek olan diğer yazarları okumak, diğer kadın seslerini duymak taraftarıyım. Aslında hem söylediğim sözde hem de yazdığım yazılarda ve çektiğim filmlerde bu yazarların etkisi çok büyüktür. Bir yandan da tabi çok iyi yönetmenler var: Agnes Varda gibi, İran’dan Samira Makhmalbaf gibi, yine son dönemlerde Afganistan’dan çıkan Sahraa Karimi gibi. Türkiye’deki kadın yönetmenler Pelin Esmer, Gülsün Karamustafa, Yeşim Ustaoğlu gibi… hepsinin izi var aslında filmde. Kitap olarak Sara Ahmed’in Feminist Bir Yaşam Sürmek kitabı beni çok dönüştürmüş bir kitap. Audre Lorde’un otobiyografisini yazdığı Zami kitabı da aynı şekilde. Bu iki kitabın önemi çok yüksek. Hatta Feminist Bir Yaşam Sürmek’i her gittiğim yere götürüyorum.
Filmde Yeşilçam Sokağı’nda herhangi bir kadının isminin yer almadığını ifade ediyorsunuz. Yeşilçam Sokağı’nda kadının adı yok peki Türk sinemasında var mı sizce?
Türkiye sinemasına bence özellikle son dönemde bir kadın sineması var. Biraz daha geriye baktığımız zaman 1800’lerin sonlarından beri Türkiye’de film çevriliyor. Ben Manaki Kardeşlerin yaptığı filmi de Türkiye sinemasının içinde görüyorum. 1950’ye kadar bir kadın yönetmen yok elli, altmış yıl boyunca. Bu üzerine düşünülmesi gereken bir veri. Türkiye’nin ilk kadın yönetmeni Cahide Sonku filmini 1951’de çeviriyor. 50’lerden 2000’lere kadar da çok az sayıda kadın filmi var. Ama ben 2000’lerden sonra bir farklı oluşum tespit ettim. Yani kadınlar, daha başka bir perspektifle film yapmaya başladılar. Belmin Söylemez’in bir sözüdür: Tek tip bir şey yapmak zorunda değiliz, güçlü kadınları anlatmak zorunda değiliz. Güçsüz kadınları da anlatabiliriz. Her şeyi anlatabilecek bir kadın sinemasının doğuşuna tanıklık ettiğimizi düşünüyorum ve çok şanslı hissediyorum kendimi çünkü projelerim sayesinde hem onlar üzerine düşünme fırsatı hem de onlarla tanışma fırsatı geliştirdim.
Benim en etkilendiğim şeylerden biri, lenslerin bir diş hekiminin muayenehanesinde yapıldığı sahneydi. İsteyenin bir şekilde yolunu bulacağına dair önemli bir işaretti ama uzun bir zaman diliminden söz ediyoruz. Burada vazgeçmeye yakın hissettiğiniz bir an oldu mu?
Yönetmenlerden bir tanesi pandemi nedeniyle çok üzgün, yorgun ve endişeliydi. O beni çıkarın, yapmayalım, dedi ve benim belkemiğini oluşturduğunu düşündüğüm yönetmenlerden biriydi. Ben de çok inatçıyımdır bir şeyi kafama taktığım zaman o olmazsa eksikmiş gibi gelir proje. O zaman bir kötü hissetmiştim kendimi ama sonra görüntü yönetmenim Nalan’la da konuşunca biraz daha kendimi toparladım, o çok pozitif yaklaşmıştı. O enerjisel alandan böylelikle çıktım. Ama şunu söylemek istiyorum, bu da Yeşim Ustaoğlu’nun ilk belgeselimde, 2016’da söylediği bir sözdür: Sorun, insanın karşısına gelir, mesele sorunu nasıl aştığınız. Ben buna kendi hayatımda da son dönemlerde daha dikkat ederek yaşamaya çalışıyorum. Büyük bir ıstırap içinde mi o soruna yaklaşıyorum yoksa farklı bir perspektiften ele alıp bunun da bir basamak olduğu ve bunun da atlatılabileceğine dair inançla mı yaklaşıyorum. Çünkü orada takındığınız tavır, yapıcı ya da yıkıcı olabiliyor sorunun kendisi değil.
Siz, filmin yapımcılığını da üstleniyorsunuz. Bu süreçte finansal destek nasıl ilerledi? Kaynaklarınız neler oldu?
Ben parasız çektim bunları. Sadece şöyle bir avantajım var: Ben çekebiliyorum ve kurgulayabiliyorum. Sadece post prodüksiyon desteğine ihtiyacım var. Bu çok büyük bir avantaj. Çünkü bir filmi, hiçbir şeyiniz olmadan çekebilirsiniz aslında size inanan bir arkadaşınız varsa… Post prodüksiyonda çok tatlı insanlar da var. Onlarla yolunuz kesişirse ve onlara belgeselci olduğunuzu söylerseniz gerçekten de anlayıp ona uygun bir şekilde renk ve ses düzenlemesini de bütçelendirebiliyorlar. Ben Antalya Film Forum’dan destek aldım. Film Forum’un ve bunu söylemenin önemli olduğunu düşünüyorum ancak tabi verilen destek, bir belgeselin çevrilebilmesi için yeterli değil. Daha fazla kaynak yaratılması gerektiğini düşünüyorum Türkiye’de sinemacılar için. Burada aslında festivallerin sorumluluğun da çok yüksek olduğunu düşünüyorum. Festivallerin bunu güzel organize ederek becerebileceklerini de düşünüyorum. Aslında bu anlamda festivalleri hem eleştiriyorum hem de tebrik ve takdir ediyorum.
Filmin bir sahnesine değineceğim yine: Filmde pandeminin en patlak verdiği zaman, siz birkaç gün boyunca vapurları ve bir ağacı çekiyorsunuz. Soldan sağa doğru gelen bir vapur var fakat kamera en sağa döndüğü zaman orada kuru, hâlâ baharı bekleyen bir ağaç görüyoruz. Bu birkaç defa tekrarlanıyor. Ben bunu şöyle yorumladım: Bahar henüz gelmedi ama hâlâ ulaşılabilir. Siz bu filmden sonra bahara ulaşabildiniz mi? Sizin yıllardır gerçekleştirmeyi beklediğiniz düş gerçekleşti mi?
Çok tatlı bir soru bu, teşekkür ederim. Evet gerçekleşti. Çok uzun zamandır benden bir sanat eseri çıksın istiyordum. Resimle de, fotoğrafla da müzikle de uğraştım. Ortaya benden orijinal bir şey çıksın istiyordum ve bu bir film oldu enteresan bir şekilde. Bu da güzel bir macera. Evet, gerçekleştirmeyi beklediğim düş oldu, bu filmin kendisi o düşün kendisiydi aslında belki de. Ama bahar metaforuna dönersek bence güzel bir yorumlama biçimi. Bana şöyle geliyor: Bahar da var kış da var. Aynı dünyada yaşayan, aynı anda yaşayan belki de aynı mekânı paylaşan iki kişiden birinin baharı yaşaması, birinin kışı yaşaması mümkün. Bunun hayatı algılama biçimiyle ilgisi olduğunu düşünüyorum. Her daim baharı deneyimliyor olmak mümkün bence aslında bu hayatta.
Yine filmin ismiyle devam edelim. İngilizce adı Dream Workers, yani hayal işçileri. Yönetmenliği ele alacak olursak bizim ilk yönetmenlik deneyimimiz, ilk hayalimizi kurduğumuz an mıdır?
Evet, belki çocukluk en büyük sanatçı olduğumuz dönemdir. Daha sonra hayal kurmayı bize yasaklayan sistemlerin içine giriyoruz. Aile, eğitim, çalışma, çocuk beklentisi, evlilik, normlara uygun devam etmesi gerekiyor insanın… O zaman hayaller teker teker kırılıyor ve ölüyor. Bu filmi çevirirken en keyif aldığım şey bir çocuğun oyun oynamasından aldığım keyifti. Bir oyun oynar gibi bu filmi çevirdiğimi fark ettim. Hiçbir beklentim yoktu filmi çevirirken. Hep bir çocuksu neşeyle, oyun oynar gibi Nalan’ı da kendime oyun arkadaşı yapıp onunla böyle el ele tutuşup sokaklarda, çok güzel bir oyun oynadık. O neşenin kendisi de yansıyor diye düşünüyorum seyirciye. Bu benim hayatı okumamla da ilgili. Böyle bakıyorum gerçekten hayata. Problem tabi ki var ama onun ötesine geçebilmek, çözüm enerjisini, problemden almadan aslında bir üçüncü pozisyonun da var olduğunu bilerek, sıkışmaktan ziyade olayları daha geniş okuyabilmek, daha farklı hislerin de olabileceğini ve bunların da hissedilebileceğine inançla yaşamak gerekli.
Müzik filmin yapısına ritmi, yüksekliği ve enerjisi bakımından çok uygun. Birkaç müzik arasından mı seçildi?
Pandemide ben gökdelenleri çekmek istedim. Yine Nalan’la el ele tutuştuk, çıktık dışarıya. Ona uygun da bir müzik vardı kafamda aslında. Bu Batı menşeili bir müzikti. Neşeli, vals yapan, dans eden gökdelenleri gösterebileceğim bir müzikti soundtrack olarak. Daha sonrasında buna çok yakın Türk menşeili ama aslında klasik ve sirto olan yani hem Batılı hem Doğulu olan bir müzik bulduk. Sadi Işılay’ın bir parçası. Çok mutluyum aslında onu aldığımız için çünkü diğer müzik daha dışarlıklı bir müzikti. Bunu hem Sadi Işılay’ın orijinal bestesi hem de Cihat Aşkın birlikte performe ediyor. Onun kemanından böyle bir müzikle birlikte kurgulamak beni çok mutlu etti çünkü tam da cıvıl cıvıl, hareketli bir şey gerekiyordu bana. O müziğin aslında başında da çok hüzünlü kısmı var. O kısmı hiç kullanmadım. Çünkü gerçeğin bir bölümü zaten hüzünlü. Hüzne daha da hüzün katmadan hiçbir sahneyi kurbanlaştırmadan, ötesine geçerek, başka bir hissetme biçiminin olduğuna inançla ortaya çıktı. Ben müzikten de çok mutluyum.
Filmin yolculuğu nasıl geçiyor şu anda? Çeşitli festivallere katılmaya devam ediyor musunuz?
Bu film Adana’da gösterildi. Üçlemenin ilk filmi olan Filmin Adı Ne’yi 2016’da çevirdim, 2021 de bitirdim şimdi de Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gösterime sokabiliyorum. O biraz uzunca bir süre, bitmedi çünkü benim kim olduğumla çok alakası vardı filmin. Benim başka bir versiyona dönüşmem gerekiyordu filmi bitirebilmem için; onu bekledi. O anlamda eserle sanatçının bağının da ne kadar garip bir bağ olabileceğini bana öğretmiş bir filmdir. Üçüncü filmi de şu anda geliştirme aşamasındayım. Güzel bir davet aldım. Bu yılın sonunda biraz Brüksel’de kalıp filmi düşüneceğim. O, üçlemenin son filmi ve Anadolu kadınının seyir deneyimini içeriyor. Ama yine içinde kadın sinemacılar ve bir film var içinde. Bu sırada anemin, teyzemin hikâyesini de çekmeye başladım. Belki o da araya girer, bilmiyorum. Hangisi önce olmak istiyorsa… Biraz da buna eserler, kendileri karar veriyorlar.
Peki sizin bundan sonraki kariyer hedefinizi yönetmenlik ve film üzerine mi kurulu yoksa başka bir kariyer hedefiniz de var mı?
Ben şu an olduğum yerde çok mutluyum. Sürekli dönüşen bir yer, olduğum yer. Çünkü pek çok şeyi aynı anda yapmama imkan tanıyor. Akademisyenim, sinema üzerine ders veriyorum, yazarım, dergilerde editörlük de yapıyorum, bir yandan doktora tezimi yazıyorum, o kitap olacak, bir yandan film çeviriyorum, filmlerimin yapımcılığını da üstleniyorum, kurgusunu da ben yapıyorum… Bütün bunları aynı anda yürütmek bana çok iyi geliyor. Ama ileride başka şeyler de olur. Ben dönüştükçe hayatıma bir şeyler girecektir. Açığım çünkü.
Eklemek istediğiniz başka şeyler var mı?
Ben çok teşekkür ederim. Güzel bir sohbetti. Siteniz de çok tatlı. Çok başarılı şeyler yapıyorsunuz. Ben kimlerle röportaj yaptığınıza biraz baktım, çok güzel isimler gördüm. İyi ki varsınız.
Sizler de iyi ki varsınız. Röportajınız ve filmlerinizle bize katkı sunduğunuz için çok teşekkür ederiz.
Esra Kars