İnsanı konu alan tüm hikâyelerin içinde, yolculuğa çıkmış bir kahraman mutlaka vardır. Hayatın sırlarını ortaya çıkarma amacıyla yaratılan serüvene dayalı yolculuk öyküleri, varoluşun yükünü sırtına alarak yer değiştirmeye alışık insan doğasını anlayabilmenin de bir yoludur. Türlü engellerin aşıldığı bu yol, mesafelerin kat edilmesine dayalı gerçek bir yol değil; alışılmış tüm şartların ve insanların mütemadiyen değişmesine yol açan bir devinim hâlidir. Ve aslında bu yolculuğun içinde atılan her adım, benliğin sınırlarında yeni bir keşfe, yüzleşmeye ve ruhsal dönüşüme neden olur.
İnsan, yalnızca hikâyelerde değil; gerçek hayatın kurulu düzeni içinde de bir ilerleme hâlindedir. Kendiyle baş başa kalabildiği ender anlarda ise; modern yaşamın yarattığı “yabancılaşmadan” kurtulup kaybolan özünü tekrar bulabilmenin arzusunu duyar. Bazen yitip gittiği yaşamda kısa bir mola için; bazen de zihinsel arayışını makul bir sona kavuşturmak için hedefine doğru azimle yola koyulur. Ulaşılacak yer ne kadar uzak, aşılacak engel ne kadar büyük olursa, yolda olmaktan alınan keyif de bir o kadar artar. Bu yolculuk onu varacağı yere götürmese de; ilerlemenin keyfini yaşamak ister. Çünkü insan, yalnızca hareket hâlindeyken var olduğunu, dönüştüğünü ve yenilendiğini hisseder. Fikirlerine, korkularına, gerçeklerine ulaşabilmek ve onlarla yüzleşebilmek için, tabiatına uygun bir yer arar. Benliğinin derinlikleriyle bağlantı kurabildiği sığınağını bulduğunda ise; içindeki ve dışındaki doğayla harmonik bir bütüne dönüşmenin hazzını yaşar.
Bu yazıda, zamanın içindeki her bir ânın birbiriyle olan etkileşimini ve muhteşem uyumunu hissetmemizi sağlayan “serüvenin doğası” konusunu ele aldık. Her insanın hayatın muazzam dengesini arayan bir kahraman olduğu düşüncesinden hareketle, seyirciyi tabiatın içinde felsefi bir yolculuğa çıkaran filmleri bir araya getirdik. Doğanın enerjisini ve yaşamı şekillendiren gücünü hissetmemizi sağlayan; nemli toprağı, heybetli kayaları, buzulları, sıcacık çölleri ve gizemli denizleri konu alan hikâyeler seçerek zor koşulların insan üzerindeki arındırıcı etkisini ifade etmeye çalıştık. Gerçek yaşamın asıl kahramanlarına kendi serüvenini yazması için cesaret vermek; keşfetmenin yalnızca mesafeler aşarak değil; kendi içinde bir yolculuğa çıkarak da mümkün olabileceğini, filmlerin büyüsünü kullanarak göstermek istedik. Dolu dolu ama filtresiz, olduğu gibi yaşa mottosuyla hazırladığımız listemizi keyifle okumanızı dileriz.
Güneşin Çocukları: Kon-Tiki (2012)
Önemli olan Pasifik Okyanusu’nu aşmak değildi. Gitmekten daha önemli olan neden, gitmen gerektiğiydi. Neysen osun. Seni sevdiğim şey bizi ayıran şeydi…
İnsanoğlu doğduğu andan itibaren tabiatın ona sunmuş olduğu sonsuz bilinmeyeni keşfetmekle uğraşır. Bu keşif ancak tabiatın içerisinde kaybolarak mümkün olur. Modernleşmenin getirmiş olduğu masa başı bilimle yapılan tahminlerle belki yengeçlerin uçarak göç ettiğine de inanılabilir. Ancak yengeçlerin kanatlarının olması her ne kadar olanaksız ise, yüzmeyi bilmeyen bir insanın okyanusun ortasında yaşam mücadelesi vermesi de bir o kadar saçma gelir bilim insanlarına. Filme ismini veren mitolojik hikâyeye göre, her şeyin yaratıcısı ve yerlilerin atası olan Kon-Tiki var olmayanı var etmiş; imkânsız görüneni başarmıştır. Güney Amerika’dan Polinezya Adaları’na kadar tahta bir salla okyanusu aşarak göç etmiştir. Çünkü mümkün görünmeyen şeyler yalnızca teoride varlığını sürdürebilir. Oysaki tüm çıplaklığıyla insanlık, umudu var eden güneşe doğru yol aldığı müddetçe doğa onu yanıltmayacak, ona ayak bağı olmayacaktır.
Filmin kahramanı Thor için, yerlilerin atası olan Tiki önemli bir isimdir. Espen Sandberg ve Joachim Ronning imzalı, konusunu gerçek bir hikâyeden alan Kon-Tiki’nin çıkış öyküsü de, tarih öncesi soylar üzerine çalışma yapan Thor’un tezini kanıtlama isteği yatar. Doğudan batıya göç, ona göre imkânsız değildir; çünkü, bir keşif gezisinde, Amerika‘da yetişebilen bitkilerin Polinezya’da da var olduğunu görmüştür. Her şeyin doğudan geldiğine inanan ve bir grup kâşifle Peru’dan Polinezya’ya tıpkı Tiki gibi ağaçtan yapılma bir salla okyanuslara açılan Thor, özüne varmak amacıyla çetin bir yola çıkar. Bu yolculuk insanın doğayla arasındaki iletişimi açığa çıkarmak ve insanın içindeki tabiatı keşfetmesi adına yapılan sonsuz bir yolculuktur. Her ne kadar kendisini seven bir eşi ve çocukları olsa da, Thor’un kendini ait hissettiği dünya doğanın kalbidir. Ve doğaya karşı savunmasızlığını kabul ederek onun karşısına çırılçıplak yola çıkarak tahta bir salla okyanusları aşar.
Filmi bu kadar çekici kılan şey ise konusunu gerçek bir hikâyeden almasıdır. Modern hayattan uzak kaldıkları bir salın üzerinde uçan balıklarla, ışıldayan ahtapotlarla ve köpekbalıklarıyla karşılaşan karakterler bizi doğanın eşsiz güzellikteki masallar diyarıyla baş başa bırakır. Doğanın sesine kulak verdiğimizde, dünyanın gürültüsünden ve kavgasından uzak bir şekilde unuttuğumuz bambaşka bir doğayla baş başa kalırız. Okyanusun sesine kulak veren Thor gibi; insan ve doğa arasında eşsiz bir bağ olduğunu anlayabiliriz.
Hedefine Ulaşmak İçin Yola Koyulan Bir Kadın: Tracks (2013)
Bazı göçebeler için her yer yuva gibiyken, diğerleri için hiçbir yer olamaz.
Ben o diğerleri arasındayım.
Robyn Davidson’ın otobiyografik romanından uyarlanan film, yazarın 1977 yılında başladığı çöl gezisini ve doğada verdiği mücadeleyi konu alıyor. Hint Okyanusu’na kadar uzanan zorlu bir yolculuğu anlatan Tracks, yalnız bir kadının tüm zorluklara rağmen hayallerini gerçekleştirip hedefine ulaşmak için yola koyulma hikayesini gözler önüne seriyor. Film, iki bin yedi yüz kilometrelik uçsuz bucaksız bir çölü, dört deve ve bir köpek (Diggity) ile aşmaya çalışan bir kadının azim ve tutku dolu macerasını, yarı belgesel bir üslupta perdeye yansıtıyor.
Filmin kahramanı Robyn’in gezmeye olan tutkusunun altında doğanın iyileştirici gücüne inanması yatmaktadır. Bu yolculuk onun için kaybettiği insani duygulara kavuşmanın ve yeni bir hayata başlamanın da bir yolu olacaktır. 1975 yılında Avustralya’nın Alice Springs bölgesine geldiğinde, yolculuğunun henüz başlarındadır. Robyn, rotasını Hint Okyanusu üzerinden Ayers Rocks’a (Uluru) varacak şekilde planlar. İhtiyaç duyacağı ekipmanları hazırlaması ve yol için araştırma yapması ise iki yıla yakın sürer. Yolculuğu sırasında hiç kimsenin ve hiçbir şeyin kendisini engellemesini istemez. Yerel halkın yardım tekliflerini ise reddeder. Çevresindeki herkes çölü yürüyerek aşmanın delilik olduğunu ve bundan vazgeçmesi gerektiğini söylese de, Robyn hedefine ulaşmakta ısrarcıdır. Arkadaşları ve ailesine rağmen yola çıkar. Yalnızca, eşyalarını taşıması ve yolculuğunu kolaylaştırması için yüklerini koyabileceği birkaç deve ile yola koyulur. Ünü kendinden önce gideceği yerlere ulaşan Robyn, güzergâhı üzerindeki herkes için merak konusu olmaya başlar. Çocuklardan yaşlılara varıncaya değin bölge halkı tarafından “Develi Kadın” olarak anılır.
National Geographic dergisinde fotoğrafçı olan Rick Smolan, Robyn’in çöl yolculuğunun haberini yapmak için görevlendirilir. Kasabada herkes Robyn’nin bu hayalini saçmalık ve zaman kaybı olarak görse de Rick, plandan çok etkilenir ve Robyn’e yardım etmek ister. Yolculuk boyunca sadece birkaç kez bir araya gelirler. Çölün sükunetine duyduğu hayranlıkla yoluna başlayan gezgin, hep hayalini kurduğu sakinliğe ve huzura ilk adımlarını atmış olur. Hem kendini, hem doğayı, hem de birlikte oldukları zamanda Rick’i keşfetmeye başlar. Bu yolculuk bir maceradan çok bir şeylerin başarılması ve ispatlanmasıyla alakalıdır. Tracks, kaybolup sonra her defasında yeniden kendini bulmayı başaranlara adanmış bir yapımdır.
Doğadan Kendine Doğru Bir Yolculuk: Wild (2014)
Biliyorum, eğer korkunun beni ele geçirmesine izin verseydim yolculuğum mahvolmuş olurdu. Korku, büyük ölçüde bizim kendimize anlattığımız hikâyelerden doğar. Ve ben kendime şimdiye kadar anlatılanlardan daha farklı bir hikâye anlatmayı seçtim. Kendine güvenen, güçlü ve cesur biri olduğumda karar kıldım. Hiçbir şey beni yenilgiye uğratamazdı.
Cheryl Strayed; Pacific Crest Yolu üzerinde hem bedensel hem de psikolojik olarak çetin bir yolculuğa çıkan, kendi hikâyesini yazmaktan ve başkalarıyla paylaşmaktan çekinmeyen, zorluklara göğüs germeyi seçmiş cesur bir anı yazarıdır. Bin yüz mil uzunluğundaki Mojave Çölü’nden başlayıp Oregon-Washington sınırına kadar tek başına sürdürdüğü yolculuğunu, 2012 yılında kaleme aldığı Wild: From Lost to Found on the Pacific Crest Trail adlı kitapla çok kısa sürede geniş bir kitleye duyurur. Gerçek bir yaşam öyküsüne dayanan hikâyenin peşine düşen yönetmen Jean-Marc Vallée, Cheryl’in doğada tek başına sürdürdüğü yolculuğunu beyaz perdeye taşıyarak kariyerindeki sekizinci uzun metraj filme de imza atar. Senaryosunu Nick Hornby ve yazar Cheryl Strayed’in bizzat kaleme aldığı Wild’ın odağında, üç aya yakın doğayla iç içe bir yaşam sürdüren bir kadının hayatta kalma deneyimini yer alır. Bunun yanı sıra Cheryl’in kişisel itirafları, kabullenişleri ve içe bakışı filmin düşünsel yönünü oluşturur.
Cheryl’in bu zorlu yolculuğa çıkmaya karar vermesindeki en büyük etken, çocukluğunda yaşamış olduğu travmalardır. Babasından şiddet görerek büyüyen Cheryl’nin ailesindeki tek dayanağı ise annesidir; ancak, onu da kanser teşhisi konduktan kısa bir süre sonra kaybeder. Alkol, uyuşturucu, cinsellik gibi çeşitli bağımlılıklar edinir ve eşiyle bunların yarattığı sorunlar nedeniyle boşanır. Yaşadığı bu kötü olayların ardından hayatının kökünden değişmesi gerektiğine karar verir. İçinde değişimi gerçekleştirecek olan gücün olduğuna inanır ve bir yolculuğa çıkar. Cheryl için bu yolculuk, bir “tek başına hayatta kalma” mücadelesidir. Doğada geçirdiği süre içerisinde yaşama yeniden bağlanmak için ondan kuvvet alacak ve özgür bir kadın olarak ruhsal dönüşümünü tamamlayacaktır.
2015 yılında Reese Witherspoon’un başrolde yer aldığı ve iki dalda Oscar ödülüne aday gösterilen Wild, sıfırdan başlamak isteyen bir kadının, bu isteğini her şeyin olağan bir döngü içerisinde sıfırlandığı “doğa” içerisinde mümkün kılabildiği, ilham verici bir yaşanmışlık öyküsüdür.
Gerçeküstü Bir Macera: Swiss Army Man (2016)
Pasifik Okyanusu’nda mahsur kaldığım ıssız adadan tek başıma kurtuldum! Ve bu adam beni tam ölümün eşiğindeyken kurtardı. Onu deniz motoru gibi sürmeme izin verdi…
Daniel Kwan ve Daniel Scheinert tarafından yönetilen, Paul Dano ve Daniel Radcliffe’in başrollerini oynadığı film, kendisini ıssız bir adada yalnız başına bulan Hank ile maceraya beraber atıldığı, konuşan ceset Manny’nin serüvenini konu alıyor. Depresyonda olan Hank, tek başına ıssız bir adaya düşmüş ve intihar etmeyi tek çözüm yolu olarak gören çaresiz bir adamdır. Tam boynuna ip geçirmişken kıyıya vurmuş Manny’i görür. Yaşadığını düşünüp bir heves onun yanına gidince ne yazık ki Manny’nin çoktan ölmüş olduğunu fark eder. Fakat intiharına kaldığı yerden devam etmek yerine Manny’i sırtlayarak onu da bakir doğanın içinde çıkacağı sürreal bir yolculuğa dahil eder.
Film, hibrit yapısıyla ne dram kategorisine giriyor ne tam anlamıyla komedi janrına uyuyor ne de basit bir macera hikâyesi olmakla sınırlı kalıyor. Kimi zaman fantastik ögelere yer veren Swiss Army Man’i tek kelime ya da cümleyle anlatmak neredeyse imkânsız… Kendisi, birkaç filmin birleşmesinden oluşmuş gibi görünen, müzikleriyle ve nevi şahsına münhasır karakterleriyle alışılmışın dışında bir seyir zevki sunan absürt bir yapım olarak karşımıza çıkıyor.
Kendini insan içinde rahat ifade edemeyen ve düşüncelerinden ziyade insanların tepkilerini önemseyen içine kapanık Hank’in sürprizlerle dolu, acayip ve izleyicisini ters köşeye yatıran yolculuğunda en ihtiyacı olduğu kişinin, utanma duygusundan yoksun, içinde hiçbir şeyi tutmayıp olduğu gibi söyleyen “doğrucu davut” Manny gibi zıt bir karakter olması da ilginç değil. Üstüne üstlük çıkardığı gazla jet skiye dönüşebilen, elini şaklatmasıyla ateş yakabilen, on parmağında on marifet olan Manny, müthiş konuşma yeteneğine rağmen hafızası tamamen silindiğinden adeta bir çocuk gibi her şeyi sorguluyor. Hiçbir şeyi hatırlamayan bu konuşan cesede yaşamayı öğretmek de tabii ki bir süre önce kendi yaşamına son vermeye karar vermiş Hank’e düşüyor. İçini döktüğü, aşk, hayat ve insan olmaktan bahsettiği cansız yoldaşına bildiklerini tek tek anlatırken kendini de sorguluyor ve farkında olmadan büyüyor genç adam.
Korkularıyla yüzleşen Hank’in izleyicisini güldürürken düşündüren bu özüne dönüş macerasında ona eşlik edenlerin, yaşam döngüsünü tamamlamış ve toprağa;başladığı yere geri dönecek bir insan bedeni ile el değmemiş, bakir doğa olması tesadüf olmasa gerek… Önyargıların, ayıplamaların ve rahatsızlıkların nedeni olan insan eleştirilirken; doğanın saflığı ve iyileştirici gücünün ön planda tutulduğu filmde, Dano’nun muhteşem oyunculuğu ve Radcliffe ile olan sahne önü uyumu da görülmeye değer. En basit içgüdüsel davranış olan hayatta kalmayı kendi tarzıyla olay örgüsü olarak hikâyeye yediren yapım, Austin ve Toronto Film Critics Association tarafından “En İyi Film” kategorisinde aday gösterilmiş, Sundance Film Festivali’nde ise “En İyi Yönetmen” ödülüne layık görülmüştür.
Hayatın Kendisiyle Bir Mücadele: Arctic (2018)
“Yalnız değilsin. Her şey yolunda.”
Yönetmenliğini Joe Penna’nın üstlendiği ve Cannes Film Festivali’nde Golden Camera kategorisinde adaylığı bulunan Arctic (2018), doğanın yıkıcı koşulları altında hayatta kalmaya çalışan bir kazazedenin zorluklarla dolu yaşam mücadelesini beyaz perdeye taşıyor. Yönetmenin ilk uzun metrajı niteliğindeki film, talihsiz bir kaza sonrasında uçağı düşen ve kuzey kutbunda kaybolan bir adamı (Mads Mikkelsen) beyaz bir hayalet gibi sarmalayan çetin doğa koşullarının dayanma sınırları zorlayan, insanı umutsuzluğa sürükleyen etkisini konu alıyor. Yardım çağrılarının sonuçsuz kaldığı çıkışı olmayan bir evren yaratan yönetmen, bu filmde dünyanın unutulmuş bir köşesinde mahsur kalanlar için zorlu bir psikolojik savaşın başlamasına da ön ayak oluyor.
Aniden kopan şiddetli fırtınalara ve hayatta kalmayı imkânsız hâle getiren dondurucu soğuklara, vahşi hayatın büyük tehlikeleri ve birbiri ardına gelen talihsiz olayların eklenmesiyle Overgard’ın kurtulmaya duyduğu inanç, her geçen gün biraz daha uzaklarda yankılanan yorgun bir çığlığa dönüşüyor. Filmde genç adam sıradan bir insanın gerçekleştirdiği günlük ritüelleri unutup belirsizliğin karanlık atmosferinde kendisine daha da çok yabancılaşmamak adına inatçı bir umutla hayata tutunmaya çalışıyor. Zaman algısını yitirmemek için her gün düzenli olarak kurduğu saat, direncini düşürmemek için avladığı balıklar ve kutbun belirli bir bölgesine işaretlediği yardım çağrısı, içine düştüğü beyaz cehennemden kurtaracak şansı yakalamasına destek olamıyor. Yaşadığı olumsuzluklar karşısında uzunca bir süre direnmeye devam eden ve pes etme düşüncesini aklından uzaklaştırmaya çalışan Overgard, kendisini kurtarmaya gelen helikopterin hava akımına kapılarak düşmesi sonrasında “dirençli mücadelesini” enkazdan sağ kurtulan yaralı bir kadınla birlikte yürütmeye başlıyor. Genç adam, onu kurtarmaya gelen helikopterin ölen pilotunun yaralı kadının eşi olduğu gerçeğiyle yüzleştiğinde kalbinin orta yerine koca bir yumru gibi çöken vicdan azabının etkisiyle, kadını bir kızağa bağlıyor ve çizdiği kurtuluş rotasında yanında taşımaya ve hayatını kurtarmaya çalışıyor.
Başına gelen felaketler sonrasında taşıdığı son ümidi de yitiren Overgard, kendisini belirsizliğin soğuk kucağına bırakarak ölüme teslim olmaya karar verse de seyircinin beklediği “umut ışığı” sıcak yüzünü geç de olsa gösteriyor. Beyaz perdede son yılların en dikkat çekici hayatta kalma hikâyelerinden biri olarak nitelendirilen Arctic, yaşamın tezatlarından beslenerek bir senteze dönüştürdüğü anlatısı ve etkileyici atmosferi ile izleyiciyi soluk soluğa bir maceranın belirsiz kovalamacasıyla baş başa bırakıyor.