Yağmur sesinin gök gürültüsüne karıştığı bir gecede yeni ekipman (ç)almak üzere bir müzik dükkânına giren üç genç, silahlı dükkân sahibiyle bir çatışmaya girer. Film ilerledikçe bir aşk üçgeninin merkezinde konumlandığını öğrendiğimiz Anne, dükkân sahibi tarafından rehin alınır. Her şey bir çırpıda, karanlıkta olmuştur. Henri gitar teli ile dükkân sahibini çoktan boğmuştur. Üç arkadaş, çamurlu topraklarda çoktan koşmaya ve olay yerinden uzaklaşmaya başlamıştır. Henri teslim olmak ister, Ivan ise “sesimizi çıkarmayalım!” der, Anne gönülsüzce Ivan’a katılır. Konuşmaya birileri kulak misafiri olur, her şey bir kez daha bir çırpıda ve karanlıkta olur. Herkes sesini çıkarmamaya çokta ikna olmuştur.
Disorder (1986), bir soygun teşebbüsünün ardından fail Fransız post-punk grubunu takip etmektedir. Suç ve yasadışı katmanlarını göz ardı ederek ve bu katmanları bir alt kültür ile bağdaştırmadan yalnızca eylemselliğini ele alarak söylenilebilir ki bu başa bela soygun, son derece punk bir dışavurumdur. Gelgelelim ki soygun bir teşebbüs ile kalmakla birlikte aynı zamanda birinin ölümüne yol açarak geri döndürülemez bir sonuca, uçsuz bucaksız bir anlamsızlığa itiyor tüm failleri. Ekipmanlar hiçbir zaman alınmıyor. Müzik camiasına başarılı bir çıkış hiçbir zaman yapılmıyor. Adalet yerini bulmuyor, aşıklar kavuşmuyor. Ortaya çıkıp çıkmayacağı meçhul bir suçun vicdani yükü failler ile ikincil tanıkları sessizce fakat tüm yoğunluğu ve ağırlığıyla takip ediyor. Filmin seyircisi de bu tanıklıktan nasibini alıyor, suçun ne zaman gün yüzüne çıkacağının gerginliğini failler ile paylaşıyor.
New Order sevenler için kuşkusuz ki konser sahneleri oldukça keyifli olacaktır. Işık ve kamera kullanımı bu sahnelerde kusursuz bir mesafe yaratmaktadır. İlk konser sahnesini ağırlıklı olarak karşıdan, seyirci ile özdeşim kurarak izliyoruz. İkinci konser sahnesinde ise müzisyenlerle daha yakın bir kamera kullanımı göze çarpıyor. Ancak filmde hakimiyetini kuran müzik türü post-punk değil hatta filmin içinde duyduğumuz bir tür bile değil. Filmin açılışından sonuna kadar Gabriel Yared’in viyolonsel bestesi açıkça film üzerinde hakimiyet kuruyor. Ortak noktalarını düşündüğümde aklıma ilk gelen aykırılığı ve filmin açıkça dışında konumlanması sebepleri geliyor. Fakat bazı sorular sorarak bu hakimiyeti biraz daha irdelemek yararlı olacaktır. Sahi, neden piyano değil de viyolonsel? Pek tabii klasik müzik film evreninin dışından eşlik edecekse duyduğumuz bir piyano veya bir pan flüt de olabilirdi. Ek bir soru daha soralım; Henri neden davulcu değil de gitarist? Başka bir enstrüman ile öz savunma yapabilirdi, hatta belki daha bile etkili olurdu böylesi. Fakat, duyduğumuz bir viyolonsel solosu, Henri’nin enstrümanı ise gitardı. Bana kalırsa ikisi de nefes kesiciydi. Soygunda gitar teli ile kesilen soluk, sona yaklaşırken Ivan’ın intiharında bir kez daha kesildi. Henri gitarının sesini kaybetti, böylece punkın dışavurumunu ve kanlı canlılığını yansıtmakta yetersiz kaldı. Anne, aşk üçgeninin merkezi olarak konumlanmaktayken bir anda Paris’i terk etti, onunla haberleşen, sesini duyan olmadı. Viyolonsel belki de beklenmeyecek bir şekilde punkın sesini kesti. Sinsi sinsi kol gezen suçluluğu hatırlatırken bir yandan da tekinsiz, sırlarla dolu ve yer yer taşkın olarak nitelendirilebilecek romantizmi imlemeyi de ihmal etmedi.
Esas noktalarından biri müzik olan filmde sesin yarattığı ahenge ek olarak mekân kullanımı da benzer bir şekilde işlemektedir. Tüm mekân kullanımlarını teker teker incelemek yerine hatırda kalanları inceleyecek olursak mekânı hiçbir zaman tam anlamıyla, uzaktan görmediğimizi; neredeyse her zaman parçalanmış ve öznel bir şekilde seyirciye sunulduğunu söyleyebiliriz. Bu kullanım karakterleri bir uzamda konumlandırma ihtiyacımızı baltalayarak seyirci bakışını karakterlerin öznel bakışına indirgemektedir. Ancak olayların ne içinde ne de dışında olmak mümkündür. Zira karakterler bu sıkıştırılmış mekânlarda düzensiz bir şekilde hareket ediyor gibi görünmektedirler. Karakterler, kimin kime âşık olduğu gibi kişisel meselelerle oldukça meşgulmüş gibi görünürler. Bu küçük meseleler, büyükmüş gibi görünür. Kameraya bu denli yakın konumlansalar bile aralarında soğuk ve sonsuz bir mesafe vardır. Hepsi bir türlü çıkaramadıkları bir günahın pençesindedirler.
Müzisyenlerin bir müzik dükkânına uğraması belki de en olağan ziyaretlerden biridir. Ancak film, isminin de çağrıştıracağı gibi düzeni alt-üst eden bir ziyaret formu sunuyor, soygun. Diğer şartlarda olağan bir ziyaret, önce haneye tecavüze sonrasında ise cinayete yol açıyor. Bir gitaristin elinde oldukça doğal duran gitar teli, cinayet silahına dönüşüyor. Bu üç arkadaş olağanın olağan-dışına dönüştüğü bu olay ile belki işler farklı ilerleseydi farkına bile varmayacakları ancak hep orada olan temel bir şeyin farkına varıyorlar. Müzisyenin elinde kendi enstrümanının bir cinayet silahına dönüşmesine sessizce şahitlik ediyorlar. Ancak saklamaya karar verdikleri bu sır, çıkarmamaya karar verdikleri bu ses diyaloglarda kendine bir yarık bulup sızıyor. Öyle ki özellikle soygun sonrasında tüm diyaloglarda ses üzerine yapılan bir vurgu var: Sesimizi çıkarmayalım, dinle, daha önce duyduk, vs. Bangır bangır olan bastırılıyor.
Film üç karakteri kendilerinin dehşet verici bir yanı ile beklemedikleri bir anda karşı karşıya getiriyor. Haykırmasını beklediğimiz bir müziği icra ederken, üçü de bu karşılaşma sonucunda anılarını sessizliğe gömmeye karar veriyor. Karşıtlıklar, denk gelememeler ve anlamlandırılamayan birtakım şeylerle bezeli olay örgüsü, film içerisinde birbirine kenetleniyor, bütünleşiyor. Öyle ki seyirci hem perdede hem de sahnede karşıya alınıyor, karakterler ise kendilerini gizlerken aynı zamanda da alenen ortaya koyuyor. Kendi müziği ile yıkımının kesişiminde sesi soluğu kesilen müzisyenlerin trajik hikâyesi: Disorder.