Sözcük anlamı “Bir insanı, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek amacıyla inceleme işi, tenkit” olan eleştiri kelimesinin günlük dilde olumsuz bağlamda kullanıldığı, eleştirme eyleminin düşmanca görüldüğü yurdumuzda mesleğini hakkıyla yapmaya çalışan bir avuç isimden birisi Barış Saydam. Yaptığı işe saygısı, bunun yanında gönülden bir bağlılığı olduğu yazdığı yazıların her kelimesinden ayrı ayrı anlaşılabiliyor.
Bu başarının sırrını öğrenmek isteyen ben, Saydam’ın kapısını çaldım ve kendisiyle sinema yazarlığı üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Türkiye’de sinema yazarı denildiğinde akla gelen ilk isimlerden birisiniz. Fakat, yine de Barış Saydam kimdir sorusunun cevabını ilk ağızdan dinleyebilir miyiz?
2006’da Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesinden mezun oldum. Aynı şekilde yüksek lisansımı da Marmara Üniversitesi’nde tamamladım. Sinema okumadaki amacım, film eleştirmeni olmaktı. Yani, yönetmen olmak gibi bir hedefim yoktu. O nedenle, okulu bitirir bitirmez askerliğimi tamamladım ve sinema yazıları yazmaya başladım. Profesyonel olarak yazmaya başladığım platform, Altyazı dergisiydi. İki yıl orada yazdıktan sonra Celil Civan’ın genel yayın yönetmenliğini yaptığı Hayal Perdesi sinema dergisine geçtim ve orada bir süre editör olarak görev yaptım. Sonrasında Türk Sineması Araştırmaları projesine başladık. Kurucu ekibin içerisinde yer aldım ve hâlâ koordinatör yardımcılığı yapmaktayım. Aynı zamanda altı yıldır Sinematek Derneği’nde film analizi ve film eleştirisi hakkında eğitimler veriyorum. Neredeyse on beş yıldır sürekli yazıyorum.
Avrupa Sineması oluşumu da sizin eseriniz diye biliyorum.
Evet, sekiz sene önce avrupasineması.com’u da ben kurmuştum. Hâlâ ara sıra, üniversitedeki arkadaşlar ile oraya da yazı yazmaya çalışıyoruz. Gerçi onlar farklı mesleklere geçtiler. Sinemada kalan çok az oluyor, ne yazık ki.
Şahsen, başlangıçların zorlu olduğuna inanıyorum. Sizin sinema yazarlığına başlangıç öykünüz nedir?
İlk başta Sinemafanatik diye bir site vardı. İnternet kullanımının yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı yıllardı. Tek sinema sitesi ise Sinemafanatik’ti. Bizlerde o sitede forumlar üzerinden yazılar yazıyor, filmleri konuşuyorduk. Üniversiteye başladığım yıllarda Türkiye vcd kullanımı yavaş yavaş yerini divx’e bırakmaya başlamıştı. Böylelikle divx siteleri tek tek ortaya çıkmıştı ve bizlerde oradaki forumlara yazmaya başlamıştık. Aynı zamanda herhangi bir ödeme almadan, sadece sinefil heyecanı ile sevdiğimiz filmlerin altyazılarını çeviriyorduk. Aslına bakarsınız, Türkiye’de film eleştirisi kültürü internet kullanımın artmasıyla yaygınlaşmaya başladı. Üniversitenin ikinci sınıfında da arkadaşlarla bir site açmaya ve sadece film eleştirileri yayımlamaya karar verdik. Sadece sevdiğimiz filmleri yazmak, yeni filmler keşfetmek ve o keşif duygusunu hiç kaybetmemek istiyorduk. Bu şekilde başladı aslında.
Türkiye’de sinema yazarlığı, ne yazık ki profesyonel bir meslekten çok hobi olarak tanımlanıyor. Bu sorunun kaynağı sizce nedir?
Açıkçası sinema eleştirmenliğinden çok cüzi telifler haricinde hiçbir zaman kazanç sağlayamıyorsunuz. İlk başladığım yıllarda da öyleydi, şu anda öyle. Bir ulusal gazetede yazar değilseniz, ekonomik bir kazanç sağlamanız mümkün değil. Ne yazık ki bu sebeple sinema yazarlığı, daha çok keyif amaçlı yapılan bir uğraşa dönüşüyor. Tabi ki bu durum, bir süre sonrasında kişinin motivasyonunu etkiliyor ve yazılarına da yansıyor. Halbuki film eleştirisi çok ciddi bir uğraş. Belirli standartları var, sadece beğeniler üzerine inşa edilen bir şeyden bahsetmiyoruz.
Geçmişte sinema eleştirisi daha çok gazetelerde ve fikir dergilerinde yer almaktaydı. Dolayısıyla, yazıların ciddi anlamda telif ücretleri oluyordu. Örneğin; Giovanni Scognamillo, Tuncan Okan, Semih Tuğrul, Attila Dorsay gibi isimler bu şekilde film eleştirmenliğini sürdürülebilir olarak yapıyorlardı. Ulusal gazeteler sinema yazılarına yer vermemeye başladıkça ve iş biraz daha internete kaydıkça eleştirmenliğin ciddiyeti giderek azalmaya başladı.
Günümüzde sosyal medya, her alanda olduğu gibi sinema ve sinema eleştirisi alanlarında da etkili bir şekilde kullanılmakta. Bir kısım, bu durumun eleştirilerin içini boşalttığını düşünüyor. Siz, bu konuda hangi noktada duruyorsunuz?
Aslına bakarsanız, bunun avantajları olduğu kadar dezavantajları da var. Her şeyden önce internette herkesin özgür olması başlıca avantaj. Siz de tek başınıza bir site açıp, hiçbir ideolojiye bağlı olmadan ve hiçbir reklam pastası içine girmek zorunda kalmadan yazılarınızı yayınlayabilirsiniz. Ama bu özgürlük ne yazık ki doğru kullanılamıyor. Tam tersi olarak sosyal medyanın jargonuna uygun bir dil geliştirme söz konusu son dönemde.
Mesela twitterdaki 280 karakter. İnsanlar düşüncelerini kısıtlı kelimelerle ifade etmeye çalışıyor ve bu durum sıfat kullanımının artmasına neden oluyor. Çünkü, büyük sıfatların kullanılmasıyla izlediğiniz filmin yönetmenine, yapımcısına veya senaristine ulaşabiliyor ve hatta onların sizi retweet etmesini sağlayabiliyorsunuz. Dolayısıyla internette bir anda daha popüler olabiliyorsunuz. Ama aynı zamanda bu durum eleştiri dediğimiz şeyi yozlaştıran bir hal alıyor. Çünkü eleştiri sosyal medyada yayınlanacak 280 karakter değil.
Eleştiri dediğimiz şey; sanat eseriyle izleyen arasında bir köprü kurmak aslında. Fakat, sosyal medyada sadece beğeniler odaklı bir film eleştirisi tarzı gelişmeye başlıyor. İş böyle olunca, insanların sinema eleştirmenlerine ve eleştirilerine bakışı da değişiyor. Mesela, insanlar artık benden filmleri puanlamamı istiyor. Çünkü, çoğunlukla yazıyı okuyarak vakit kaybetmek istemiyorlar.
Peki, sizce sosyal medya ile birlikte yükselen linç kültürü, sinema yazarlarının objektifliğini etkiliyor mu ya da yazarlar bu nedenle oto-sansür uyguluyorlar mı?
Açıkçası, kişi ne kadar dikkat ederse etsin bir noktadan sonra onu yönlendiren şey bilinçaltı oluyor. Bir filmden çıkar çıkmaz bir tweet paylaşıldığında, her ne kadar oto-sansür uygulanmaya çalışılsa da elbette bir noksanlık ortaya çıkıyor. Fakat, burada asıl önemli olan şey; linç kültürü. Ben bunu oto-sansürden ayrı tutuyorum. Bir insan düşünmeden bir şey yazabilir, kötü bir şey de söylemiş olabilir. Fakat, fark edip özür diledikten sonra bu konunun kapanması gerekir. Ne yazık ki günümüzde, bu şekilde değil. En son Kerem Akça olayında gördüğümüz gibi. Sosyal medya ile demokrasi gelişmesi gerekirken, aslında tam tersine demokrasinin de yok olduğunu görüyoruz yavaş yavaş.
Yazılarınızı yazarken okuru nereye konumlandırıyorsunuz.Daha uygun bir deyişle yazılarınızı okur için mi yazarsınız?
Bu aslında zor bir soru. Okuru tamamen yok sayma gibi bir durumum hiçbir zaman olmadı. Sonuç olarak yazıları, birileri okusun diye yazıyorsun. Fakat, hiçbir zaman da hedef kitleye göre yazma durumum olmadı. Bunun en büyük nedeni de yazdığım mecralardı, çünkü film eleştirisinin seviyesini belirleyen yazıldığı mecralardır. Hiçbir zaman gazetecilik yapmadım, hiçbir yazım gazetede yayımlanmadı. Dolayısıyla benim hedef kitlem daha seçilmiş, o yazıyı isteyerek arayıp bulacak kişiydi. Bu yüzden, ben genellikle yazılarımı daha özgür yazdım. Ama okur, her zaman yazar için önemlidir. Nasıl seyirci, yönetmen için önemliyse.
Başarılı bir sinema yazarı olmak için gereken olmazsa olmazlar nelerdir?
Bir üslubunun, bir dilinin, yazara ait bir karakteristiğinin olması gerekli. Bunlar olmazsa çok fazla okurun olamıyor açıkçası. Örnek olması için söyleyeyim, Fatih Özgüven’in kendine özgü bir stili vardır. Çoğu sinema eleştirmeni o stili kabul etmez, çünkü çok üst perde olarak görür. Fakat, bana kalırsa Özgüven’in üslubu çok değerli. Çünkü sadece onda olan ve ona özgü bir üslup. Benim için izlediğim her filmde Fatih Özgüven ne demiş acaba diye bakmak çok önemli. Fakat, bu üslup dediğimiz şey bir anda ortaya çıkmıyor tabi ki, zamanla damıtıla damıtıla şekil alıyor.
Son olarak, sinema yazarlığına hevesli olan okurlarımıza tavsiyeleriniz nelerdir?
Bir kere her şeyden önce sinema tarihini en azından genel hatlarıyla bilmek zorundalar. 1000-2000 tane film izlemiş olsunlar demiyorum ama en azından bir sinema tarihi kitabını temel hatlarıyla okumuş ve en azından 100 tane klasik izlemiş olsunlar. Çünkü her işin bir abc’si var, bu işin de bu. Mesela geçenlerde vizyona girmiş olan You Were Never Really Here (2017), filmiyle ilgili günümüzün Taxi Driver’ı (1976) yorumları yapıldı. Sinema tarihini bilen kişi, en azından bu filmin öncülerini bilmiş olacaktı ve film onun için bu kadar büyük olmayacaktı. Fakat, izlenilen filmin öncüllerini bilinmediğinde derinlemesine nüfuz edilemiyor ve perdede izlenen film seyirci üzerinde büyüyor. İlk defa sinemayı keşfetmiş gibi bir heyecan ile keşfediyorsun. Tabii ayrıca, kişilerin heyecanlarını kaybetmeden bu işe devam etmesi önemli. Çünkü, çoğu zaman bir hobi olarak yapılıyor. Fakat, ben yine de film eleştirisi yazabilmek için en azından bir tarih araştırılması yapılması ve eleştirinin beğeni düzeyinde tutulmaması gerektiğini düşünüyorum.