Sinema diliyle din ve inanç kavramlarını sorgulamak, alt üst etmek ve içlerini yüklenmiş değerlerden boşaltarak tüm çıplaklığı ve ikiyüzlülüğüyle seyircinin gözlerinin önüne sermenin değeri bir yana dursun; tüm kaosun, güvensizliğin ve acının içinde saf inancı bulup gün yüzüne çıkartmak, her ne kadar karmaşık ve gerçekdışı olursa olsun, umut dolu bir bakış açısı sunabilir. İnanç kavramı genellikle din ile iç içe olsa da, din inançsız, inanç da dinsiz var olabilir. Bu nedenle din veya inancın özüne yolculuk yapan filmlerde kaçınılmaz olarak acı ve eziyet de incelenir, hatta bazı filmler kurgusuyla ve anlatısıyla dinin şiddet takıntısını, kendi şiddet yansıtma şekliyle harmanlayarak bu kavramlarla büyülenişini teşhir eder. Seyirciyi de kendi röntgenciliğini kabul etmeye teşvik ederek onu suç ortağı yapar. Veya, sadece inançsız bir evrende tek inançlı insan olmanın getirdiği acıyı ekranlara taşır. Bazen de, tüm acının içinde tek umut ışığı olarak inancın kendisini belirler, aşkın bir dille saf bir inanışa işaret eder. İnanç ve acının bu karmaşık ilişkisi filmlerde bazen sakin bazen kaotik bir kurgu ve anlatıyla yansıtılır.
“Ben insanlara umut ve inanç aşılayan bir sanattan yanayım. Sanatçının anlattığı dünya ne kadar umutsuzsa bunun tam zıddı olan ideali belki de o kadar belirgin hissettirecektir— yoksa hayatın anlamı kalmaz!” -Andrey Tarkovsky*
Stalker (Yön. Andrey Tarkovsky, 1979)
Tarkovsky’nin tüm filmleri saf inanca övgü olarak görülebilir, fakat belki de bunun ekrana en ustaca yansıtılılmış hâli Stalker’dır. Başkarakter tüm benliğini öznesi belirsiz bir kaynağa adamış bir derviştir. Kaynak her ne kadar dünya dışı ve gizemlerle dolu Bölge olarak gözükse de, dervişin inandığı şey belki de inanç kavramının kendisidir. İşi insanları para karşılığı Bölge’nin içinde tüm arzuları gerçekleştirdiği söylenen Oda’ya götürmek olan Stalker, bunu para için değil inanç için yaptığını çoğu kez ispat eder. Fakat sorun onun dışında kimsenin gerçekten, onun istediği gibi saf bir inanca sahip olmaması veya olamamasıdır. Stalker’ın çektiği acı bundan kaynaklanır— yanında götürdüğü Profesör bir ödül için, Yazar da varoluşsal ve entelektüel bunalımından kurtulmanın küstah ve alaycı yaklaşımıyla Oda’yı görmek ister— ikisinde de dervişin görmek ve paylaşmak istediği saf inanç yoktur.
The Tree of Life ( Yön. Terrence Malick, 2011)
İncil’in yeniden yorumlaması olarak okunabilecek bir film olan The Tree of Life’ın meselesi özünde aşkınsal, deneyim üstü ve yoğun bir inanç ve fedakârlığın portesini çizmektir. Başkarakteri Jack’in anıları üzerinden giden anlatı, hatıraların karmaşık doğasını başarılı kurgusuyla yakalar. Tüm anlatının üstünde kara bir gölge olan Jack’in kardeşinin ölümü ( ya da doğa anaya ve evrene feda edilmesi) de ana acı kaynağı olarak filmdeki inanç ögesini güçlendirir. Texas’ta yaşayan çekirdek bir ailenin üzerinden evrenin köklerini ve nasıl oluştuğunu da inceleyen film, dini bir yaklaşımı olsa da dinin kendisi değil inanç, fedakârlık ve yas üzerinden evrene bir bakış sunar. Tüm varoluşu içine sığdırmaya çalışan film, aşkın sinematografisi ve kurgusuyla da ağızları açık bırakır.
Winter Light (Yön. Ingmar Bergman, 1963)
Bergman’ın Tanrı’yla hesaplaşmasının en belirgin olduğu film belki de bir rahibin inanç mücadelesini anlatan Winter Light’tır. Film boyunca yoğun bir ıstırap vardır ve Tanrı sessizdir. Dünyaya ve Tanrı’ya olan inancını kaybeden bir adam ve hamile kapısıyla tanışmasından sonra kendi inancını da sorgulamaya başlayan Tomas’ın acısı yüzünden her sahnede okunur. Tanrı’ya yakarışları cevapsız kalır ve film minimal müzik kullanımıyla Tanrı’nın sessizliğini daha da pekiştirir. Din ve inancın karmaşık doğasını usta bir biçimde yakalar.
The Devils (Yön. Ken Russell, 1971)
Yıllarca yasaklanan The Devils, belki de tarihte din kavramını, daha doğrusu din kurumunu, en cesurca eleştiren filmlerin başındadır. Rahip Grandier’in gerçek yaşam öyküsünü anlatan film, başında yaşanan tüm olayların tamamen filmde gösterildiği şekilde yaşandığını iddia ederek daha da cesurlaşır. Dinin acı ile içinden çıkılmaz ilişkisini kendi şiddetli ve aşırılığıyla inceler, ve gerçekten inanca sahip olan kişinin nasıl din kurumu ve politikası altında kişiliğinden ve bedeninde boşaltılana kadar işkenceye maruz kalıp yok edildiğini gözler önüne sürer. Cinsellik ve şiddetin din yoluyla ifade edilmesi ve bu kavramların güç ilişkileri üzerinden incelenmesiyle, inancın karmaşık doğasını açığa çıkartır. Aşırı cinsellik ve “kutsallığın lekelendiği” sahneleri günümüzde hala filmin çoğu versiyonunda yoktur.
Silence (Yön. Martin Scorsese, 2016)
Adından da anlaşıldığı üzere, Silence yoğun bir şekilde Tanrı’nın (herhangi bir tanrının) sessizliğini hissettiriyor. On yedinci yüzyılda Japonya’da Katolikliğin yasaklandığı zamanda iki misyonerin öyküsünü anlatan film, dine yeterince tarafsız bir bakış sunar. Dinin deneyimlenmesi ve sembolleşmesi arasındaki ince çizgiyi de son derece başarılı bir şekilde incelerken seyirciye kesin ve rahatlatıcı yanıtlar vermekten de kaçınır. Onca acının içinde inancın ne derece ve ne şekilde yaşandığını, inancın sınırları ve pasifliğini sorgulayarak anlatısını karmaşıklaştırır.
The Baby of Mâcon (Yön. Peter Greenaway, 1993)
Asıl meselesi şiddetin tiyatroda ve dolaylı olarak sinemada temsilini ve seyircinin bundan aldığı hazzı sorgulatmak olan The Baby of Mâcon, korkunç derecede uzun şiddet sahneleriyle yönetmenin ve seyircinin bu fetişist şiddet temsilindeki suç ortaklığını ortaya çıkarır ve bunu din üzerinden yapar. Yıllardır çocuk doğmamış bir kasabada doğan ilk bebeğin hikâyesini anlatan bir tiyatro oyunu, film ilerledikçe gerçeklik ve kurgunun karışmasıyla dinin nasıl politika, para ve güç için kullanıldığını gözler önüne serer— sonra da film kendi yapım sürecini de tanıyarak anlamsızlaşır, her şey sadece sembollere, temsile ve performansa indirgenir. Saf inancın sıfır olduğu bu film, hem din kavramını hem de insanların birbirine olan inancını yerle bir ederek anlamsızlaştırır.
Diary of a Country Priest ( Yön. Robert Bresson, 1951)
Beden ve ruh arasındaki ilişkiyi din üzerinden inceleyen film, Hristiyanlık hakkında yapılmış en iyi filmlerden biri olarak anılır. Azimli ve son derece inançlı bir rahibin etrafını saran inançsızlık ve nefret yüzünden kademeli olarak fiziksel ve ruhsal olarak çökmesini anlatan film, saf inancın bile bazı şeylere katlanamayacağını kanıtlar niteliktedir. İnsanları inandıramayan, görevini tamamlayamayan ve dünyada hiçbir etki bırakmadan yitip giden bir kişinin hikâyesi olmakla beraber, inanç için çekilen onca acının sonunda ödül getirmemesi de filmin pesimizmine ekler.
Love Exposure (Yön. Sian Sono, 2008)
Babası sıkı bir Katolik olan Yū, her ne kadar iyi birisi olduğunu düşünse de günah çıkarmak ve suçlu hissedebilmek için kendini çeşitli durumlara sokar. Filmdeki karakterlerin hepsi dini farklı yönlerden yorumlarlar, kendilerini dini görüşlerine göre şekillendirirler— film ise Hristiyanlığı ve daha birçok dini benimseyiş şeklini (tarikatlar gibi) alay konusu hâline getirir. Sonunda karakterler dini inançları veya batıl inançlarıyla birlikte değil, sevgiye olan inançla var olmaya başlarlar— film bu kadar nefretin içinde birleştirici güç olarak sevginin altını çizer. Şiddet, cinsellik ve nefretle dolu olsa da, bir iyimserliği de vardır. Hristiyanlığı eleştirse de belli sahnelerinde özünde saf inanç barındıran İncil alıntıları da kullanılarak bir defa daha sevgi ön plana çıkarılır.
Lucifer Rising (Yön. Kenneth Anger, 1972)
Belki de Kenneth Anger’ın yapımlarını film değil ritüel okumak daha doğru olur. Zamanımızın çoğu standart dışı yönetmenine ilham vermiş olsa da adı çok da geçmez— Satanist olduğu iddiaları ve Lucifer Rising’in müziklerini de besteleyen Manson ailesinin bir üyesi olan Bobby Beausoleil ile ilişkisi yüzünden olsa gerek. Filmin yapımında bile bu kadar acı katmanı varken, içindeki şeytana yoğun inanca şüpheyle yaklaşmamak mümkün olmamakla beraber, filmde Lucifer’ın şeytandan çok ışık getiren bir Tanrı olarak görüldüğü de açıktır. Anger’ın Mısır’da çekim yaptıkları mekânlarda halkı onların tanrıları hakkında film çekeceğini söyleyerek kandırması, ama asıl amacının o tanrıların Lucifer’ı çağırdığı ağır sembolizm içeren filmini çekmesi olması yine inancın sınırlarını zorlar.
Ordet (Yön. Carl Theodor Dreyer, 1955)
Borgen ailesinde her kişi ( filmin diğer karakterleri de dahil) dini farklı bir şekilde deneyimler; fakat bu oldukça ciddi bir dille ekrana yansıtılmıştır. Filmin amacı dini ve inancı sorgulamak değil, basit bir şekilde inancın nasıl deneyimlendiğini görmek ve yansıtmaktır. Fakat, bu farklı dini görüşlerden hiçbiri yüceltilmez— asıl odaklanılan aşkın, özünsel ve ruhsal bir inançtır. Film Hristiyanlık kurumu tarafından hakaret sayılabilecek bir sonla biter— bu ancak tüm dinsel sınırları zorlayan bir inanç biçimiyle açıklanabilir. Film boyunca çekilen acılardan bu son sahnede olan mucize ile adeta temizlenilir.
*Tarkovski, Andrey. Mühürlenmiş Zaman. Agora Kitaplığı, 2008, pp 170.