Neye bürünürsem ben, ona bürüneceksin sen
Bana ait her bir zerre sana da aittir zaten
Seçme Şiirler, Walt Whitman
Her bahar vakti geldiğinde toprak, nisan yağmuruyla ıslanmış, alabildiğine geniş ufuklara uzanan yumuşak bağrını yüz binlerce çeşit tohuma analık yapmak üzere açar. Bu bağırda her tohumun birer rahim misali kabuğun altında koca kış boyu uyuyan bir yürek atar. Yüreğin içindeyse hiçbir gözün henüz tesadüf etmemiş olduğu renkler, adı konmamış kokular, eşi benzeri bulunmayan desenler kundaklanmıştır. Yeryüzü toprağının hiçbir karışını ayırmadan her zerreyi aynı şefkatle okşayan güneş ışığını duyumsayınca tohumlardaki nefesler de başlarını bir bir dışarı çıkarır. Hepsi yeşildir en başta; hepsi ince beyaz köklerle tutunur suya ve toprağa. Yanı başlarındaki onlarca başka filiz gibi hepsi aynı doğanın döngüsüne katılmış birer yürektir, nefestir, candır. Büyüyüp serpildikçe zaman, farklı uzunluklara bölünür her biri için. Mizacının ömür çarkına göre kimi birkaç günde renklenir, kimi yüzyıllara tanıklık etmiştir ilk meyvesini döktüğünde. Kimi kokusuyla eşlik eder havaya, kimi gökyüzünü büyütür; kimi bir sese, kimi bir tada dönüşür. Yüz binlerce çeşit tohumun büründüğü yüz binlerce çeşit ad, doku, tür; aynı toprağa kök salan mucizenin yüz binlerce farklı suretinden ibarettir ve her biri; kendi özgün rengini ekleyerek yeryüzü toprağını süsler, hayatı çeşitlendirir, zamanı güzelleştirir.
Kısacası farklılık ve çeşitlilik, doğanın en derinlerine kök salmış bir nimet; hepimizin hamurunun mayalandığı toprağın en temel mizacı olagelmiştir. Ta ki insan bu farklılığı adlandırana, “bir”i diğerinden ayıran bir sıfat hâline getirene, hayatın çeşnilerinden keyif almak yerine onu güçler dengesinin hiyerarşisine serpene kadar… “Öteki” kavramı, bu anlayışın dimağına bir defa girmeyegörsün kır çiçeği buketinin içindeki her bir güzellik, ansızın üstünlüğünü ilân etme yarışına girmiştir artık. İnsan, dokunduğu her yerde yaptığı gibi toprağın dimağına da kendi kokusunu sindirmiş; ana dilinden başlayarak sen’i, ben’i, o’nu ayırmış, haritaların ölçeğinde coğrafyalara böldüğü toprağı ırk ırk parçalamış, aynı mayadan serpilip büyüyen her filizi, ideolojinin ötekileştiren diliyle adlandırmıştır. Whitman’ın “insan” kimliği altında her birimizi çimen yapraklarına benzetmesi boşa değil; ancak özgünlüğü, istenmeyen bir radikal duruş olarak tanımladığımız gün, ne geleceğe uzanan yeni yaprakların bir anlamı kalmıştır ne de aynı toprağı paylaşıyor oluşumuzun.
Hepimizin bildiği üzere dünya gündeminde “ötekileştirme”, özellikle geçtiğimiz haftalarda sarsıcı görüntülerle yeniden patlak verdi. Mültecilerin uğradığı insanlık dışı muamelelerin yaraları henüz kabuk bağlamamışken herkesin tanıklığında, dünyayı güzelleştiren bir renk daha hayata gözlerini yumdu. Yeni bir skandal mıydı bu? Tüylerimiz neden ilk defa görüyormuşçasına diken diken oldu sessizce seyrederken? Haberimiz yok muydu, işin içinde değil miydik bunca zaman? Hayır; tarih boyunca savaşlardan kent sokaklarına, mahallelerden evlerin odalarına kadar nefes aldığımız her yeri çoktan işgal etmiş olan ırkçılık, ön yargılar, dayatma normlar, kabul görmeyen kimlikler, gittikçe sivrilen bir hiyerarşi, kapitalizmin beslediği yarış, üstünlüğün sonsuz tanımı… Kısacası ayrımı ve farklılığı bir uçurum gibi derinleştiren, korkutucu kılan, bir tehlike gibi algılayan bu görüş, insanlık madalyonunun diğer yüzünü oluşturuyordu. Görmek istemedik belki, görmezden gelirsek gönlümüz katlanır dedik.
Ama bin kere yaşamış yılanın ucu bir kere bizlere dokununca kendi kanımızın da akabileceğini, yaralanabileceğimizi, canımızın ve can parçalarımızın yanabileceğini gördük bu sefer.
Sessizliğe sığındıkça insanlığın ne kadar yıkıcı bir kıyamet olduğunu gördük.
Daha derinlere baktıkça karanlığa karışmış, “karanlıklaştırılmış” yahut üstü karartılmış nice güzel rengin bugün artık “nefes alamadığını” gördük.
Görmek, çok dar bir alanla sınırlı kişisel minvalde kalıyor elbette; bir de karanlığa ayna tutarak göstermek gerekiyor bu gerçeği. Ki tüm dünya, aynaya düşen karanlıkta kendini görebilsin… Bu karanlıktan kendine bir pay çıkarabilsin ve aydınlığın ancak çeşitliliği kucaklamakla geleceğini anlasın.
Her şeye rağmen karanlıkta nefes almaya çalışan tüm canlara adadığımız bu özel dosyamızda “öteki” kavramını beyazperdeye yansıtan filmleri inceledik. Dile gelmeyen her ayrımcılığın görünen sesi olmak dileğiyle…
Elif Rabia Özcan
The Butler (Lee Daniels, 2013)
“Beyaz adama bir şey yapma, onun dünyasında yaşıyoruz.”
Öldürülmeden önce Gaines’in söylediği son sözler olur bunlar. Yalnızca birkaç dakika içinde de sözünü ettiği beyaz adamın tabancasından çıkan tek kurşunla hayatı son bulur. Ardındaysa her şeye tanıklık eden küçük oğlu Cecil’in haykırışı, karısının az evvelki taciz sonrası gökyüzüne çakılan çığlıkları kalır. Bu kadar gerçek, bu kadar çıplak, bu kadar doğrudan anlatılır her şey. Zira milyonlarca insanın paylaştığı bu yaşanmışlıkları dile getirmenin başka yolu yoktur.
Kurgusunu gerçek bir hikâyeden alan The Butler (2013), Lee Daniels yönetmenliğinde Birleşik Devletler’deki siyahi ırkçılığı konu alır. 1920’li yıllardan 1950’ler ve sonrasına uzanan olaylar, bu süre içinde ırkçılığın geçirdiği evrimi de sahneler. Babasının ölümü üzerine bir ev hizmetkârı olarak yetiştirilen Cecil Gaines’in yalnızca adı ve kimliği değil, tüm hayatı da âdeta sömürgeleştirme furyasının bir parçası olmuştur. Hemen her evde zenci kölelerin geleneksel olarak yetiştirilip kullanıldığı ancak hiçbirinin bir “insan” sayılmadığı ve dolayısıyla herhangi bir söz hakkına sahip olmadığı bu dönemde Cecil, kendini işine adar. Büyüdüğü evden ayrıldıktan sonra bir otelde yaptığı başarılı vale kariyerinin ardından Beyaz Saray’da hizmetkâr olmaya kadar yükselir. Bu süreçte pek çok Amerikan başkanının yanında görev yapmış; babasının ölümüne şahit olan gözleri, Amerikan ırkçılık tarihinin de birer sessiz tanığı hâline gelmiştir. Ancak bu sessizlik, Amerikan Yurttaşlık Hakları Hareketi’yle alevlenen gündem, kendi ailesini de etkilemeye başlayınca bozulur. Çünkü Cecil’in, koruması gereken bir ailesinin yanı sıra mütemadiyen aşağılanıp dışlanan milleti, rengi, kimliği, haysiyeti de vardır.
Amerika’nın 50’li yıllardan itibaren farklı başkanlık dönemlerine ev sahipliği yapan film, on yıllık süreçlerde ırkçılığın uğradığı farklı muamelelere ve ötekileştirme kavramına yönelik değişken tutumlara ayna tutar. Bu özelliğiyle Cecil’in tarih şeridi niteliğindeki hayatı, aralıksız bir hareketlilikle çalkalanırken toplumun sosyal ve kültürel dokusu da sorgulanır. Dönemin içindeki her nesil, bir başka fırtınanın kazazedesidir ve değişen isimlere, başkanlık koltuklarına, ailelere rağmen değişmeyen “ırkçılık” görüşü, aslında tüm insanlığın aynı enkaz altında kıvrandığının bir göstergesidir.
Özellikle Amerika’da dumanı hiçbir zaman sönmeyen siyahi ırkçılığın boyutları, Daniels’in objektifinde tarihten gelen gerçek yansımalarını bulmuştur. Dolayısıyla film, anlattığı döneme belgesel niteliğinde ışık tutar. Neyse ki siyahiler arasında hızla yayılan ve güçlenen kimlik bilinci, filmde de anlatıldığı üzere XX. yüzyılın ikinci yarısından sonra kendi aktivist kitlesini yaratmış ve böylelikle yüz yıllar önce kaybettiği insanlık haklarını adım adım yeniden kazanma yoluna girmiştir.
Sonunda Daniels gösterir ki kırılması mümkün olmayan ideolojik zincirlerin esaretinde beyaz adamın dünyasına mahkûm edilen bir millet, bu temsiliyle kendi türünden bir canlıya değil; ancak insanın kalbindeki karanlığı göstermeye hizmet eder.
Elif Rabia Özcan
The Children’s Hour (William Wyler, 1961)
“Bu bir günah değil; onların söylediği bir şey.”
Birey olarak sanatçı; kendi yaşantısından veya tanık olduğu yaşantılardan edindiği deneyimleri, düşünceleri ve duyguları sanat yoluyla yorumlar. Genellikle ana akım sinema izleyicisi, karakterle özdeşleşerek empati kurar. Diğer yandan sanat sineması ise; daha çok yabancılaştırma yöntemini kullanarak izleyicinin sorgulamasını sağlar. 1895 yılında Paris Grand Kafe’de oturan izleyiciler, yüzyılın icadına tanıklık ettiklerini bilmese de sinema, var olduğu günden beri kitleleri etkileme gücüne sahipti. Bu bağlamda sinema; Nazi Almanya’sı veya Sovyetler Birliği döneminde olduğu gibi bir yandan propaganda aracı olarak kullanılırken diğer yandan; Toplumsal Gerçekçilik Akımı gibi olabildiğince tarafsız bir şekilde durumları ve olguları yansıtabilir.
Her sanat dalı gibi sinema da yaşamın kendisinden beslenir. Bu doğrultuda 1960 sonrası gelişen “yeni toplumsal hareketler” sinemayı da etkiler. Beyazperde de feminizm ve LGBTİ hakları üzerine eğilen hikâyeler yoğunlaşır. LGBTİ bireylerinin ilk açık direnişi olarak kabul edilen Stonewall Ayaklanması’nın 1969 yılında olduğu ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından eşcinselliğin, Akıl Hastalıkları Teşhis ve İstatistikleri Kılavuzu’ndan 1990 yılında çıkarıldığı düşünüldüğünde; William Wyler’ın 1961 yılında çektiği The Children’s Hour zamanının ötesinde bir sinema filmidir.
The Children’s Hour, Lillian Hellman’ın gerçek bir hikâyeden uyarladığı tiyatro oyunudur. Yönetmen Wyler, bu oyunu iki kez beyazperdeye aktarmış; ilk uyarlaması olan These Tree’yi 1936 yılında çekmiştir. Bu film, sansürlenmesi nedeniyle ana hikâyeden farklıdır. Hays Yasası hafifletince yönetmen Wyler, asıl hikâyeye sadık kalarak 1961’de filmin yeniden çekimini yapmıştır. Buna karşın ikinci filmde bile doğal olmayan müdahaleleri, yani sansürü hissetmeye devam ederiz.
Hikâyeye göre; Martha ve Karen, çok eski iki dosttur. Beraber üniversiteye gitmiş, mezun olmuş ve küçük bir kasabada öğretmenlik yapmaya başlamışlardır. Karen, nişanlısı ile evlilik hayalleri kurarken; Martha ise bu evliliğin tarihini geciktirmeye çalışır. Fakat bir gün, öğrencilerden birisi, iki öğretmeni hakkında bir yalan söyler. Bu yalan, kulaktan kulağa tüm kasabaya yayılır. Ardından bu dedikodu, Martha ve Karen için kasabalılara karşı bir onur savaşına dönüşür. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne göre (1948) “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğar” fakat kasaba haklının; önyargılı davranması, Martha ile Karen’ı “ötekiler” olarak yorumlaması, dışlaması kahramanlarımızı önce sosyal hayattan yoksun bırakacak ardından tüm ülkeye yayılan bir mahkeme sürecini başlatacaktır. Queer Sinema’nın ilk örneklerinden birisi olan The Children’s Hour; özellikle yapım yılı düşünüldüğünde ahlâk, önyargı ve homofobi kavramları üzerine dikkat çeker. Dönemin bakış açısını bir belge niteliği olarak yansıtan yapım, toplumun acımasızlığını da gözler önüne serer.
Martha’nın final sahnesi, dönemin sansüründen dolayı bir cezalandırılma olarak yorumlanır ve oldukça tartışmalıdır. Genç kadının, cinsel kimliğini keşfetmesi ve toplumun bakış açısıyla kendini yargılaması; dönemin müdahale biçimini yansıtır.
Büşra Soylu
Fox and His Friends (Rainer Werner Fassbinder, 1975)
“Yükseğe tırmananın düşmesi daha uzun sürer. Ama o kadar da uzun değil.”
Kapitalizmin aşkı nasıl yok ettiğinin zalim ve çarpıcı bir portresi olan Rainer Werner Fassbinder’in Fox and His Friends (1975) filmi, Fassbinder’in hayat verdiği, işçi sınıfına ait eşcinsel Franz “Fox” Bieberkopf’un sevgilisinin vergi kaçakçılığından hapse girmesiyle birlikte karnavaldaki işini kaybetmesiyle başlar. Şansını piyangoda denemeye karar verdiğinde bu yolculukta Max ile tanışır ve onun zengin arkadaş grubuyla yakınlaşır. Özellikle de kısa zamanda âşık olduğu, babası fabrikatör olan Eugen ile tanıştığında işler çok daha karmaşık bir hâle bürünür ve Fox büyük bir tuzağın içine düşer. Babasının fabrikası çökme yolunda olduğu için Fox, piyangoyu kazandıktan sonra Eugen onunla ilişki yaşamaya ve onu kullanmaya başlar. Belki Fox cinsel yönelim açısından Max, Eugen ve diğerleriyle benzerdir; fakat aralarındaki sınıf farkı onlar tarafından kullanılmasına ve ayrımcılığa uğramasına, sonunda ise hayatı dâhil her şeyini kaybetmesine neden olur. Fox’un aşk anlayışı ekonomi ve alışveriş kavramlarından uzak ve saftır, bu da onun sömürülmesini kolaylaştırır; parası yokken mutlu mesut olan Fox, paranın hayatına girmesiyle aşk uğruna sonuna kadar sömürülmeye ikna olur. Eugen ile evlerini döşerken sadece onun zevkine göre hareket eder ve tek işlevi para sağlamak olur. Sadece parasının olmasıyla orta sınıfa giriş yapabileceğini düşünse de bu yolda işçi kimliğini de kaybederek kişiliğini yitirir. Orta sınıfın cinsellik ve ekonomi oyunlarına ayak uyduramadığı için hem metaforik hem de gerçek anlamda yok olur.
Fox’un bu entrikalardan uzak olabildiği tek yer genelde işçi sınıfından eşcinsellerin bulunduğu bir bardır. Burası göreceli olarak güvenli bir ortamdır fakat kazanmaya çalıştığı yeni kimliği yüzünden Fox eski arkadaşlarına bile şiddet göstermeye başlar. Filmde gösterilen tek ötekileştirme Fox’a dair değildir. Eugen ve Fox Fas’a tatile gittikleri zaman orada tanıştıkları bir adamla otel odasına gitmek isterler fakat adam Arap olduğu gerekçesiyle otele alınmaz. Bu kişiyle hiç iletişim kuramadan, kurmaya da çok çaba sarf etmeden onu geri gönderirler. Film, bazılarını üstten olsa da eşcinsel topluluğunda birçok ayrımcılık katmanını göstermeyi amaçlar. Yine de, en çok üstünde durduğu katman sınıf mücadelesi ve bunun aşkı nasıl imkânsızlaştırdığıdır. Son darbe de Eugen’in babasının Fox’a emeğinin karşılığını ödememesi ve iş gücünü sömürdükten sonra onu işten çıkarmasıdır. Fox, hem orta sınıf olamamış hem aşkını yaşayamamış hem de işçi kimliğini kaybetmiştir. Bara geri döndüğünde tanıştığı iki asker de ona onlarla bir gece geçirmek için ne kadar vereceğini sorduğu zaman, Fox artık asla kendisi için sevilmeyeceğini ve sadece parasıyla var olduğunu anlayarak kendine yer edinemediği kapitalist dünyadan yok olmaya karar verir; daha doğrusu, zorunda bırakılır.
Film eşcinsellik değil sınıf mücadelesi üzerinden bir dram yaratsa da Fox’un cinsel yönelimi yüzünden yaşadığı ayrımcılığa karşı kendini savunması çok daha zordur. Eugen ve Max gibiler ait oldukları sınıf sayesinde aşklarını ve cinselliklerini göreceli olarak açıkta yaşayabiliyor olsa da Fox için bu aynı derecede kolay değildir. Eşcinsel bir yönetmen olarak Fassbinder’in Fox karakterini oynaması belki de kendi yaşadığı zorluklara da bir göndermedir, o zamanlar sevgilisi olan El Hadi Ben Salem’in de bu filmdeki rolü hapishanede intihar etmeden önceki son rolüdür.
İpek Ömercikli
Mississipi Burning (Alan Parker, 1988)
“ Beyazlar tarafından öldürülen siyahların cenazelerine gitmekten bıktım.Bu ülkenin insanlarının bu tip şeylere izin vermesinden bıktım. Bir zenciysen, “Alınamayan Hak”kın ne anlamı var? “Kanun Karşısında Eşit Muamele”nin anlamı ne? “Özgürlük ve Adalet”in ne anlamı var? Bu insanlara diyorum ki: Bu gencin yüzüne bakarsanız, siyah bir adamın yüzünü görürsünüz. Ama, kanına bakarsanız kırmızıdır; tıpkı sizinki gibi. “
Tarih boyunca süregelen insan hakkı ihlalleri; dönem dönem zoraki bir şekilde azalsa da, son zamanlarda şovenizm politikalarının ayyuka çıktığını reddetmek, pek iyimser bir yaklaşım olacaktır. Neden ve ne uğruna olduğunu asla bilemediğimiz eylemlerin akabinde; her gün anaakım medyada ırkçı saldırılara maruz kalan, nefret söylemlerinin girdabında boğulan, kadından erkeğe, çocuktan yaşlıya birçok kesim; cinsel yönelim, din, ırk, renk, etnik köken, “eğitim seviyesi” bile dâhil edilmek koşuluyla çeşitli yönden hak ihlaline uğruyor. Eylemselliğin yitirildiği, onayımız dışı pasifize edildiğimiz bu yüzyılda, farkındalık sahibi olup kamuoyu baskısı oluşturabilmenin gücünü insanlık adına bir borç bilmeliyiz. Her bireyin, eşit haklara sahip olup, ayrımcılığa uğramaksızın yaşam hakkının iyileştirilmesi gerekmektedir. Yüz yıllardır insanlık suçu olarak anılan, bu ırkçı politikaya dayanan, gerçek bir hikâyeden beyazperdeye uyarlanan Mississipi Burning, 1960’lı yıllarda Amerika’nın güney eyaletlerinin birinde yaşanan drama ev sahipliği yapıyor.
Irkçı eylemleri ve birçok yolsuzluk suçuyla nam salmış Mississipi Eyaleti, insan hakları aktivisti iki beyaz gencin ve yerel halktan bir siyahi bireyin kayboluşuyla sarsılır. Çevre halkı, olaya gayet normal bir yaklaşım sergilese de söz konusu üç gencin hayatı üzerine endişelenilmektedir. Aktivistlerin kayıp vakası ile ilgili görevlendirilen iki FBI ajanı, Mississipi’ye adım atar atmaz beraberinde huzursuzlukları da getirmiş olur. Konfor alanları sarsıntıya uğrayan yerel yönetim bir an önce durumu ekarte etmek ister. Ağız birliği yapan halk, hiçbir şekilde, FBI görevlisi olan Anderson ve Ward’a yardımcı olmaz. Üstelik; yardımcı olmadıkları gibi, bütün huzursuzluğun temelinde siyahi halkı hedef gösterir. Bölge şerifi ve emniyet görevlileri de sıkı bir pazarlık ile üç gencin nerede olduklarına dair hiçbir kanıt paylaşmamaktadır.
Halkı yakından tanımak ve süreci hızlandırmak için aralarına katılmayı planlayan Anderson, genç ajan Ward’a göre hem yaşça büyük hem de daha deneyimlidir. Aynı coğrafyadan geldiği için kırsalı ve kasaba hayatını iyi bilen Anderson, kendine has yöntemiyle soruşturmaya soluk getirmek ister. Ancak, idealist ve henüz kariyerinin başında olan Ward, her şeyi usulüne uygun yürütmek taraftarıdır. Tüm özverili çalışmalara rağmen, hiçbir ilerleme kaydedemeyen FBI, yerel halk tarafından birçok tehdite maruz kalır. Beyazların oluşturduğu cephe, daha da alevlenmeye ve siyahilere yönelik yapılan halk saldırıları daha şiddetli bir hâle gelmeye başlar. Onların yaşadığı birçok yer ateşe verilir. Vali, şerif ve idari görevliler, kasabadaki bu huzursuzluğun nedeni olarak FBI ajanlarını suçlar. Artık olay üç gencin bulunmasından öte adalet savaşına döner. Anderson ve Ward, Ku Klux Klan’ın tüm gizemini açığa çıkartıp adaleti sağlamak için mücadele eder. Ajan Anderson, hedefe gidecek yolda, tüm merhametini bölge halkı için kaybetmiştir.
Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International), yayınlamış olduğu bir raporda; yüz milyonlarca yerli ve etnik azınlığın dünyada ırkçılığın kurbanı olduğu belirtilerek; hiçbir ulusun ırkçılığın pençesinden kurtulamadığını bildirdi. 1977’den 2001’e kadar idam edilen suçluların yüzde sekseni’nden fazlasının, bir beyaz insanı öldürmekten suçlu bulunduğunu belirterek, ABD’nin adalet sistemi suçlandı. Hâlen Pandemi süreci içerisinde bulunduğumuz bu günlerde; göçmenler ve sığınmacılar, hastalık yaydıkları gerekçesiyle ırkçı nefret ve söylemelere maruz kalmaktadır.
İrem Yavuzer
The Great Debaters (Denzel Washington, 2007)
“Rakibim kanunları sarsmanın ahlaki olmadığını söyledi, fakat Jim Crow güneyinde kanun kuralları yoktur. Zencilerin barınma hakkı reddedildiğinde, okullardan, hastanelerden geri çevrildiklerinde yoktur. Ve bizler linç edilirken de yoktur… “
1930’lu yılların Teksas’ında yaşanmış bir hikâyeyi konu alan The Great Debaters, idealist ve eğitimin gücüne inanan profesör Tolson’ın önderliğinde kurulan münazara takımının, başarılarla dolu yükseliş sürecini ele alır. Siyahilerin okuduğu küçük bir okul olan Wiley Koleji’nde kurulan bu takım, birbirinden farklı hayatlara sahip olan bir grup öğrencinin, aynı hisler etrafında toplanarak ortak bir amaç uğruna verdikleri mücadeleye dönüşecektir.
Annesini ve babasını kaybetmiş, “sadece siyahi” olduğu için bile hayatta iyi bir konuma sahip olmayacağına inanan, insanlardan ümidini kesmiş bir karakter Lowe; idealist ve mücadeleci bir profesörün oğlu, kendisini eğitim hayatına vermiş, kitaplarla bezenmiş dünyasında yaşayan, henüz on dört yaşında kendisinden büyüklerle aynı seviyede ders alacak potansiyelde bir çocuk, Farmer Jr.; sadece siyahi olduğundan dolayı değil, cinsiyetinden dolayı da ayrımcılığa maruz kalmış, fakat tüm bunlara rağmen dik duruşundan ödün vermemiş bir kadın olan Booke ve olaylar alevlendikçe ailesinin baskısıyla takımdan ayrılacak, okulun başarılı ve deneyimli öğrencilerden Burgess, Harvard’a dek uzanacak olan bir sürecin parçaları olacaktır. Hepsinin ortak noktasıysa; onları uygun gördüğü sosyolojik konuma rağmen, okumaktan ve hayallerinden vazgeçmemiş olmalarıdır.
Başrolünde yer alan Denzel Washington’ın aynı zamanda yönetmenliğini de yaptığı filmde, siyahilerin asla söz hakkı olmadığı bir dönemde, karşıt görüşler ve haklarını savunması münazara konseptine dayandırılır. Sadece genetik kodları sebebiyle, asla sözlerine ve fikirlerine değer verilmeyen bu insanlar, içlerinde baskılamak zorunda kaldıkları fikirleri yarışmalar aracılığıyla dile getirebilecektir. Onların başarısına kaynak olacak güç ise; o güne dek yaşadıkları, doğduklarından beri dillendiremedikleri ve içlerinde baskılanmış acıların birikimidir. Bu birikim, ancak “dinleme” eyleminin kurallaştığı böyle bir yarışmanın temsili ile kelimelere dökülebilecektir.
Finali daha başlangıcından tahmin edilebilen, kötü şartlara sahip bir takımın zaferleriyle dolu, klasik bir duygusal filmi andıran The Great Debaters; bu klişeden ibaret olmadığını işlediği fikirlerin keskin aktarımlarıyla kanıtlar. Çünkü filmin ana odağında, galibiyetlerin salt bir biçimde duygusal tasviri değil; cesur ve mücadeleci bir profesör sayesinde umutlanan, inanmış, odaklanmış ve yıllardır baskılanmış fikirlerin, uygun ortam sağlandığında dışavurumuyla birlikte ulaşabileceği nokta ele alınır.
Müsabakalarda savundukları teoriler adeta bu takımın yaşamlarının bir toplamı; argümanları ise o güne dek ezilmiş hissiyatıdır. Düşüncelerini dillendirdikçe, içlerindekileri kustukça hırslanır; öğrendikçe araştırmaya devam eder, araştırdıkça ilham alırlar. Anlattıklarının karşıt görüşlere karşı kazandığını görmek -küçük bir münazara yarışmasında olsa bile- onların yeşerecek umutları için birer başlangıç noktası olur. Doğruya ve haklıya, çoğunluğun ve güçlünün karar verdiği bir dünyaya razı gelmeyenlerin, bu duruma canları pahasına başkaldıranların verdiği bu mücadelenin; umutsuzca boyun eğmekten daha yüce olduğunun farkına varırlar. Boyun eğmedikleri sürece kazanmaya devam ederler. Kazandıkça sesleri daha fazla duyulur ve daha fazla çıkar. Yükselen farkındalıkları, giderek sivrilen başkaldırışları, geleceğe açılacak aktivist bir kapının da temelleri olur.
İtaatin ve boyun eğmenin siyahilere dayatıldığı bir ülkede, sivil itaatsizliğin otoriteyi sorgulayabilmesi için gerekliliğinin; sadece renklerinden dolayı aynı şartlarda eğitim alamayan bir ırkın, beyazlarla aynı eğitimi alabilmesinin bir “hak” olduğunun; sadece genetik farklılıktan dolayı ötekileştirilmiş bir ırkın “Biz de Amerika’nın bir parçasıyız” haykırışları olarak somutlaştığı bu filmde, o zamanlardan bugüne dek süregelmiş bir yozlaşmışlık tüm yalınlığıyla tasvir edilir.
Burakhan Yanık
Cahillik Düşmanınız, Bilgi Silahınız!: 120 Battements Par Minute (Robin Campillo, 2017)
“Biz ya ölüyüz ya da hayattayızdır.”
Literatürde karşılığı HIV olarak bilinen ve açılımı Human Immunodeficiency Virus olan İnsan Bağışıklık Yetmezliği Virüsü her ne kadar belli bir kesimi ilgilendiriyor gibi görünse de HIV kısaltmasındaki “H” harfi, “insan”ı tanımlamaktadır. Yani öncelikle HIV ile doğrudan teması olmayan bireyleri de ilgilendiren human harfine odaklanmak, HIV ‘i ötekileştirmemek gerektiğini unutmamalıyız.
HIV ve AIDS’in çok fazla yaygın olmadığı, internet ve sosyal medya ağlarının çok kullanılmadığı, insanların bu virüsü yalnızca homoseksüel bireylerin taşıdığını düşündüğü zamanlarda ACT-UP gibi örgütler vardı. Ancak 1987’de New York’ta, 1989’da ise Paris’te eşcinsellerin kurduğu, AIDS’e karşı mücadeleyi ve bu salgın hastalığın sorumlularının belirlenmesini amaçlayan bu örgütler çok bilinmiyor ve ötekileştiriliyordu. Günümüzde bile pek çok kesimin hakim olmadığı, HIV pozitif olan her kişide aynı zamanda AIDS olduğu gibi yanlış bir algı sebebiyle bu konuya olan hakimiyet ve bilinç tam olarak kavranamamaktadır.
ACT-UP Paris grubunda bir aktivist olarak çalışan Robin Campillo’nun senaryosunu yazıp yönettiği, AIDS’i anlamamızı ve bu bilinci yaymamızı sağlayacak adeta belgesel niteliğinde olan 120 Battements Par Minute (2017), yıllar geçse bile izlenmeye değer bir film. Film, gerçek bir yaşanmışlıktan konu edilerek Campillo’nun aktivistken yaşadığı olaylara dışarıdan bir göz olarak tanıklık etmemizi sağlıyor. Genel itibariyle hararetli tartışmaların ve organizasyonların oluşturulduğu sınıfta geçen filmde, ön plana çıkan bir karakter yok. Aslında ana karakter olarak ACT-UP grubunu görüyoruz. Filmin içerisinde yalnızca yan hikâyede naif bir şekilde işlenmiş Sean ve Nathan arasındaki bir aşk yolculuğuna, anne ve çocuk arasındaki ilişkiye odaklanıyoruz. ACT-UP grubunun karakter yolculuğunda naif ve derdini şiddet karşıtı eylemlerle aktarmaya çalışan grubun zamanla ciddiye alınmamaları ve hatta alay edilmelerine karşın daha sert bir yaklaşım sergilemeye başlamalarını izliyoruz.
ACT-UP örgütü; AIDS’e karşı farkındalık yaratmak, devletin yapmadığı ve aslında dile getirmekten çekindiği seks mevzusunu dile getirmek, okullarda prezervatif dağıtarak gençleri bilinçlendirmek amacı güder. Çünkü konuşulmaktan sakınılan ve devletin tabiriyle ‘gençleri cinselliğe teşvik etmemek’ adına konuşulmaktan sakınılan mevzular, gün gelir gençlerin bilinçsiz cinsel deneyimleriyle birlikte kendi mezarlıklarını kazmalarına sebep olur. İşte tam da bu yüzden cinselliğin konuşulması, AIDS’in tüm insanlığı ilgilendiren bir mevzu olduğu aşılanması gerekir.
Sağlık bakanlığının, bürokratlarının ikiyüzlülüğünü, ilaç şirketlerinin samimiyetsizliğini sert bir dille eleştiren film, aynı zamanda çarpıcı sahneleriyle izleyiciyi rahatsız etmeyi amaçlıyor. Nitekim boylu boyunca kırmızı akan bir Seine nehri tasviri, protestolar sırasında yere uzanan ve bir mezarlığı andıran aktivist topluluğu, annenin çocuğunun ölümü karşısındaki soğukkanlılığı filmin en iyi sekanslarını oluşturuyor. Ölü bilinci harekete geçiren nokta ise; aktivistlerin aynı anda mezarlarından uyanarak; ‘Ölmek istemiyoruz.’ bilinciyle toplumu harekete geçirmek istemesi ve ayaklanması, karanlık ve görülmek istenmeyen topluluğu discotek sahnesiyle aydınlatmak filmin vuruş noktaları niteliğinde.
Dünya sağlık örgütünün verilerine göre 40 milyonu aşkın insan HIV/AIDS‘le birlikte yaşıyor. Aynı yıl hastalığın neden olduğu ölüm sayısı ise üç milyonken günümüzde bu hastalığa karşı insanlar duyarsız kalamıyor. Ancak duyarlılığın derecesi, durumun yaygınlık seviyesi ne denli güçlüyse o denli artış gösteriyor. Empati yeteneği gelişmeyen ve kendisini kendi gibi olmayan insanlardan ayrı tutan, ötekileştiren ve hor gören bireyler var olduğu sürece bireysel mücadeleler herkesin mücadelesi olacaktır. Öteki kelimesi yerine herkes gelecek ve tüm insanlığı ilgilendiren konulara karşı duyarsız kalınmayacaktır.
Göksu Ertüren
Get Out (Jordan Peele, 2017)
“Bir yere davet edilmen, oraya kabul edildiğin anlamına gelmez.”
George Floyd’un ölümü başta olmak üzere, içinde bulunduğumuz dönemde şahit olduğumuz ayrımcılık zulmü ve güç propogandası, hepimizi Koronavirüs’ün yarattığı bireysel kaygılardan daha toplum odaklı bir endişe haline sevk etti. Hastalıklı bakış açılarının, bir fırsatını bulduğunda ve otorite yetkisini elde ettiğinde çevresine felaket saçmakta bir saniye bile tereddüt etmediğini bir kez daha görmüş olduk.
Ayrımcılık nefretinin bir kaza veya tesadüf olmadığı, sinemada da Get Out (2017) gibi eleştirel filmlerle birçok defa dile getirilmiştir. Korku ve gerilim türünde öne çıkan Get Out, ırkçılık ve ayrımcılık eleştirilerinde akla ilk gelen Amerikan yapımları arasında yerini alır. 2018 yılında “En İyi Orijinal Senaryo” Oscar’ına layık görülen filmin, hem yönetmen hem de senarist koltuğunda Jordan Peele otururken başrollerini ise Daniel Kaluuya, Allison Williams, Bradley Whitford gibi isimler paylaşmaktadır. Hikâye ırklararası ilişkilere vurgu yaparak Afro-Amerikan bir gencin (Chris) birkaç aydır birlikte olduğu beyaz bir kızla (Rose) birlikteliğinden şekil almaya başlar. Davet sonucu, Rose’un şehirden uzak, ormanın içinde yaşayan ailesiyle tanışmaya giden ve onlarla vakit geçirmeye başlayan Chris’in, çevresindeki tuhaflıkları fark etmesi ise fazla zaman almaz. Herhangi bir ırksal ayrıma hayatlarına yer vermediğini söyleyen ailenin ilk tutarsızlığı, –Get Out’u korku ve gerilim türüne taşımaya da epey yardımcı olan- evdeki siyahi çalışan karakterlerdir. Aynı şekilde bu çalışanların ve daha sonra filme dahil olan tüm siyahi karakterlerin davranışlarındaki gariplikler, ortada bir sorun olduğunun sinyalini vermektedir.
Jordan Peele, ilerleyen dakikalarda da bu sorunu, Rose’un psikoterapist annesi Missy ve cerrah babası Dean karakterleriyle bilim kurgu türüne bağlar. Bir çay kaşığı ve fincanla, kızının yeni erkek arkadaşını daha yakından tanımak isteyen “ilgili anne”, aslında Chris’e gizlice hipnoz tekniği uygulayarak onun kapana kısılmasını sağlar. Her şeyin bir kurmaca olduğu bu aile ziyareti, Chris için çıkışı olmayan karanlık bir tuzağa dönüşür.
Ötekileştirme, ayrımcılık, sömürgecilik konularını, hem psikolojik hem de kurgusal bir düzlemde rahatsız edici bir “tutsak edilme” benzerliğine dayandıran Peele, komedi filmlerindeki oyunculuk kariyerine de bir nevi gönderme yapar. Ciddi bir konunun işlediği bu filmde komik sahnelere de yer vererek farklı tarzları bir araya getirir. Ancak eleştirel bakış açısını film boyunca istikrarlı bir şekilde korumaya devam eder. Tüm ufak detaylarıyla, kostüm ve dekor incelikleriyle, diyaloglarıyla ve karakter yapılandırmalarıyla her şekilde bir ırkçılık hicvi vadeden Get Out, aksiyon dolu finali ve altını çizdikleriyle cesur bir yapım olarak sinema dünyasında yerini alır.
Yağmur Baki
Nefretin Rengi: The Painted Bird (Václav Marhoul, 2019)
“Eğer olabilecekleri daha önceden görseydim, Boyalı Kuş’u asla yazmazdım” Jerzy Kosinski
Polonyalı yazar Jerzy Konsinski’nin 1965’te yayımlanan ilk kitabı The Painted Bird, erken yaşlarında savaşın tüm dehşetini kendi gözleriyle gören ve iyiliğe dair tüm umutlarını yitiren “isimsiz” bir çocuğun başından geçen olayları konu alır. Roman, Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı tahribatın izlerinin henüz kapanmadığı ve şiddetin yıkıcı gücünü yeniden göstermeye başladığı yıllarda, Avrupa’nın çorak bir bölgesinde, kimsesiz kalan bir çocuğun peşine takılır. Trajik bir şekilde hayatına son veren yazarın tartışmalar yaratan romanını sinemaya uyarlayan yönetmen Vaclav Marhoul, “Şiddetin Şiiri” olarak adlandırılan The Painted Bird’ü, siyah-beyaz bir başyapıta dönüştürür. Dram yüklü bir konuyu -ağlak bir melodrama dönüştürmeden ve seyirci üzerinde duygusal bir yönlendirme yapmadan- insan ruhunun karanlık tarafını yansıtan zalim bir yol hikâyesine çevirir.
Kötülüğün sınırlarında gezen ve bazen dayanılmaz hâle gelen anlatı, insanın sebep olduğu vahşete tanık olmak ya da olmamak arasında bizi bir seçim yapmaya zorlar. Altı yaşında bir çocuğun, siyah saçları ve kara gözleri nedeniyle açık tenli, sarı saçlı ve dindarlıklarıyla nam salmış bir toplumda oradan oraya savrulmasını; uğursuz bir varlık ve bir canavar olarak nitelendirilmesini anlamakta zorlanırız. Filmde küçük çocuğun yaşadıkları “İnsanlar bu kadar da kötü olamaz!” dedirtse de, dönemi yaşayanların anlattıklarına dayanarak hikâyede yer alan olayların “taşrada geçen pastoral bir öykü” gibi ele alındığı söylenebilir.
Hikâyenin geçtiği coğrafyada yüzyıllar boyunca uygarlıktan yoksun yaşayan, din tarafından ikiye bölünmüş ve birbirine düşürülmüş halk, salgın hastalıklar ve yoksulluk nedeniyle kırılmıştır. Kısır topraklarda ve yalnızca güçlü olanın yaşayabildiği sert iklim şartlarında, hayatta kalmak bir mucizeye dönüşmüştür. İkinci Dünya Savaşı yıllarında hem Almanların hem de Rusların işgal ettiği Avrupa’nın içlerinde, kör cehaletle bilenmiş bir kitle, insan karakterinin geriye doğru evrim geçirmesine neden olmuştur. Toplulukları oluşturan bağların yıprandığı, sefaletin ve şiddetin normale dönüştüğü bu gibi şartlarda yaşayanlar, The Painted Bird’te olduğu gibi başlarına gelenlerin sorumlusu olarak bir günah keçisi seçerek onu yok etmeye çabalar.
Herkesin birbirinden kuşkulandığı, endişenin ve korkunun egemen olduğu; biz ve öteki ayrımının kesin bir şekilde yapıldığı kırılma noktalarında, bireyin kendini güvende hissedebileceği bir gruba olan ihtiyacı daha da çok artar. Korkuya dayanan ve biz olma adına yapılan bu ayrıştırma çabası, özü itibariyle belirsiz gri renkte boşluklar bırakır. Bu gri renkler, ne beyaz gibi ne de siyah gibi yeri belli olmayan kişileri ifade eder. Onların varlığı, kategorilerin keskinliğine gölge düşürerek çoğunluğun kendini güvende hissetmesini engeller. The Painted Bird filminde ve romanında olduğu gibi ilk grubu (beyaz) oluşturan köylülerin karşısında öteki (siyah) olarak Naziler ve Sovyet Askerleri yer alır. Bu iki grubun arasında yer alan gri “yabancı” figürler ise Yahudiler ve Çingenelerdir. Her ne kadar düşmanları siyah ötekiler olsa da beyazlar için griler düşmanlarıyla arasında sorun yaratan, uğursuz ve sakınılması gereken yabancı bir türdür. Ve onların nazarında tüm “boyalı kuşlar” uzaklaştırılmaları gereken bir belanın temsilidir.
Esere ismini veren boyalı kuş hikâyesinde olduğu gibi yabancının sahip olduğu her özelliğin toplum tarafından bir “leke” olarak görüldüğü anlatılır. Leke adı verilen bireysel farklılıkların, ayrıştırmayı zorlaştıran bir ikilem yaratması durumunda ise mümkün olan en hızlı şekilde yabancının gruptan atılması ya da yok edilmesi gerektiği düşünülür. Farklı, yani renkli olanın topluma karışması durumunda ise çoğunluğun gösterdiği vahşi tavrın nedenini sürüye dâhil olmak isteyen bir boyalı kuş efsanesine dayandıran The Painted Bird, rengin ya da lekenin Habil ve Kabil’den beri ötekini yok etmeye yönelik arzumuzun bir metaforu olduğunu savunur.
Mehmet Neşet Turgut
BlacKkKlansman (2018)
“Tıpkı kontrol dışına çıkmış bir kanser gibi, nefret kişiliği çürütür ve onun yaşamsal bütünlüğünü yiyip bitirir.” Martin Luther King
Yönetmenliğini Do the Right Thing (1989), Malcolm X (1992), Chi-Raq (2015) gibi başarılı işlerle adından sıklıkla söz ettirmeyi başaran Spike Lee’nin üstlendiği BlacKkKlansman’ın başrollerini Ron Stallworth ve Adam Driver paylaşıyor. Film, yönetmenin önceki işlerinde olduğu gibi ırkçılık, ayrımcılık, insan hakları, eşitlik gibi konuları merkezine yerleştiriyor. Gerçeğin vurucu yüzünü eleştirel ve mizahi tonu karışık bir hikâye örgüsü ile beyaz perdeye taşıyan BlacKkKlansman, Cannes Film Festivali’nden iki ödülle ayrılırken, En İyi Uyarlama Senaryo Oscar’ını kucaklamayı başardı ve katıldığı festivallerde büyük yankı uyandırdı. Film, Afro-Amerikan ve çaylak bir polis memurunun nefret dolu ırkçı bir örgütün şehri ele geçirmek ve siyahi insanlara uygulanan psikolojik ve fiziksel şiddeti daha fazla körüklemek amacıyla başlatmayı planladıkları kitlesel eylemleri, örgütün içerisine sızarak engellemeye çalışmasını konu alıyor.
Tarihsel olaylardan beslenen ve siyahilerin maruz kaldığı büyük baskıyı ve zorbalığı cesur bir söylemle, sözünü sakınmadan beyaz perdeye taşıyan film, esasen Ku Klux Klan örgütünün nasıl doğduğunu, ne gibi faaliyetler yürüttüğünü ve temsil ettiği ırkçı nefret söylemleriyle toplumu nasıl kutuplaştırmaya çalıştığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Siyahi insanların sırf sahip oldukları ten rengi sebebiyle beyaz insanlardan ayrılmaları ve eşit haklara sahip olmamaları gerektiğini savunan hastalıklı bir düşünce, bir yandan ırkçı kesimi saldırgan tutumlarını çekinmeden açığa çıkarmaları yolunda cesaretlendirirken; diğer yandan doğdukları ilk andan itibaren nefret dolu bakışlara ve hiçbir mantıklı yanı olmayan ötekileştirici uygulamalara maruz kalan siyahilerin özgürlük ve haklarını kazanma yolunda verdikleri kararlı mücadelelerin fitilini de ateşlemiş oluyor.
Bir utanç vesikası olarak tarihin tozlu sayfalarına gömülmeden, insanların yaşanan olaylardan ders alması gerekmektedir. Irkçılığın yükselişe geçtiği yeni dünyada, yeniden ve ısrarla hatırlatılması gereken eşitlik mücadelesi, uzun yıllar süren çatışmaları ve eylemleri de beraberinde getirmiştir. Bugün, siyahi insanlar hala akıl almaz ırkçı ve aşağılayıcı uygulamalara maruz kalırken, BlacKkKlansman, bizlere dünyanın hak, eşitlik ve adalet kavramları sağlıklı bir şekilde benimsenebildiği takdirde yaşanılabilir bir yer olabileceği mesajını, sürükleyici olay örgüsü ve gerçekten esinlenen hikâyesiyle, korkusuz bir üslup eşliğinde bir kez daha göstermektedir.
Elif Düşova
Trapped: The Alex Cooper Story (2019)
“Ailem öbür dünyada olacaklar için o kadar endişeliler ki bana bu dünyada neler olduğunu göremiyorlar.”
Kişileri olduğu gibi kabul etmek kimine zor geliyor. Farklı düşüncelere, isteklere ya da davranışlara önyargı ile yaklaşan, kendi yaşam görüşüne uymayanları kategorize eden ve ona göre davranan birçokları bulunuyor. Bu kişiler tanımadıkları, insanlara kendilerince tepki verdikleri gibi farklı ya da anormal gördükleri yakınlarından biri olunca işler daha ciddi boyutlara ulaşıyor. İşte 2019’un Eylül ayında televizyon filmi olarak yayınlanan Trapped: The Alex Cooper Story’de eşcinsel olduğunu açıkladıktan sonra Mormon olan kendi öz anne babası tarafından Utah’ta bir dönüşüm evine yollanan Alex Cooper’ın hikâyesini anlatıyor.
Jeffrey G. Hunt’ın yönetmen koltuğuna oturduğu bu biyografik drama, kadrosunda Addison Holley, Nicolette Pierce ve Sara Booth gibi oyuncuları barındırıyor. Senaryosunu kaleme alan, kendisi de eşcinsel olan Michelle Paradise, filmi 2016 yılında Joanna Brooks’un Alex Cooper’ın tecrübelerini kâğıda döktüğü biyografik kitap Saving Alex: When I Was Fifteen I Told My Mormon Parents I Was Gay, and That’s When My Nightmare Began’den uyarlıyor.
California’da yaşayan lise öğrencisi on beş yaşındaki Alex, Mormon ailesine eşcinsel olduğunu açıklayıp kız arkadaşı Frankie’den bahseder. Aşırı dindar anne babası ise Alex’in yaşı küçük olduğu için kafası karıştığını ve bu anormalliğin düzelebileceğini düşündüğü için kızlarını Utah’ta bir ailenin yanına götürür. Alex’in velayetini de kısa süreliğine verdikleri ev sahipleri Johnny ve Tiana, hem fiziksel hem de psikolojik ağır ceza yöntemleri kullanarak kızın eskiye dönebileceğini, tek yapması gerekenin yaptığı yanlışı kabul edip tövbe etmesi gerektiğini söyler. Birçok defa kaçma girişiminde bulunan Alex ise zaman zaman pes edip kendisinden istenenleri yerine getirse de umudunu hiç kaybetmeden bir gün oradan kurtulacağı günü iple çeker.
Zindan edildiği o evden kurtulduktan sonra Utah’ta tarih yazarak, yasalar tarafından korunan ilk eşcinsel genç unvanını alan Alex Cooper, ne sekiz ayını geçirdiği sadist aileye iyileşmesi için ulaşan Utah’taki büyükanne ve büyükbabasına ne de anne babasına kızgın olmadığını, olamayacağını söylüyor. Onların da aslında kendisinin hiçbir zaman acı çekmesini istemediğini anlatıyor ve ailesinin ölümden sonra gelecek sonsuzlukta kendisiyle beraber yaşamak istediği için sabırsızlıkla iyileşmesini bekledikleri için böyle bir çözüm yolu bulduklarını belirtiyor. “Saçmalık. Ama onlara kızamam,” diyor.
Dönüşüm terapisi, belirli bir grup tarafından eşcinselliğe karşı gösterilen tepkilerden yalnızca biri. Üstelik sadece Amerika’da, otuz üç eyalette bu tarz terapiler hala yasal. Eşcinsel olmanın fiziksel ağırlığını hissetmesi için taşlarla dolu bir çantayı sabahtan akşama kadar taşıtmak ya da çanta sırtında kahvaltıdan akşam yatana kadar bir duvarın önünde sabit durmaya zorlamak gibi insancıl olmayan yöntemlerle bu gençlerin değişebileceğini düşünenler aramızda yaşıyor. Biraz olsun bu gerçeğe dikkat çekerek izleyicisini etkileyen film, her Mormon’un aynı olmadığını da vurgularken homofobiye, en basit insan hakları aykırılıklarına, yobazlığa ışık tutuyor; ötekileştirme, ayrıştırma gibi konularla ilgili de farkındalık yaratıyor.
Efsane Karayılanoğlu Toka