Kusursuzluğun ortasında beyaz, tek bir renge dönüşür.
Kan, içeriğine ait tek bir kırmızının eseridir.
Gökyüzü mavisi aynı şekilde heyecanlandırır iki farklı gözü.
Ama siyahın dili sonsuzdur. Herkesin kendine ait bir acısı, yası, karası vardır. Suskun da olsa gözyaşına da karışsa herkesin kendi nazarında bin bir siyahı vardır. Her şey boyalıdır bu dünyada, bir tek siyahın rengi görünmez.
Polonyalı yazar Jerzy Kosinski’nin aynı adlı eserinden uyarlanan –ve yine yazarın bizzat senaristliğini yaptığı- 2019 yapımlı The Painted Bird, görsele taşıması hayli zor bir esere soyunmuştur. Ancak edebiyattan ziyade siyahın dilini beyazperdeye hemen hiçbir dokuyu bozmadan ve ayrıntıları atlamadan aktarabilmesi, Vaclav Marhoul’un da ne kadar başarılı bir yönetmen olduğunu ortaya koyar.
Kara’da Bir Yolculuk
Film, II. Dünya Savaşı sırasında daha güvende olabilmesi için ailesi tarafından teyzesinin yanına gönderilen; fakat bundan böyle yapayalnız kalıp ömrü boyunca acının bin bir türlüsüne tanıklık eden bir çift kara gözü konu alır. Filmin kahramanı, neredeyse baştan sona sessizliğin dilinde konuşur. Nitekim kelimelerin dimağı, anlamlı bakışlarının dile getirdiği kadar keskin anlatamaz içindeki acıyı. Dolayısıyla her ne kadar sadık bir uyarlama olsa da kitabından farklı olarak film, bakışların diliyle yazılmıştır desek yanlış bir yorum getirmeyiz.
Ölümün doğal ve belki en rahat yüzünü ilk olarak teyzesinin taşlaşmış bedeniyle karşılaştığında görür kahramanımız. Ne yazık ki bundan sonra karşılaşacağı ölümler, hem savaşın korkunç yüzünün hem de insanlığın kara kalbinin birer eseri olacaktır. Merhamet, kahramanın güzergâhına pek uğramayan bir duygudur. Bu nedenle kahramanımızın bakışları da küçük yaşta karanlığın da koyusuna bürünür. Bir vakit sonra bu bakışlarda çocuksuluğun izini göremeyiz artık. Fakat yetişkinliğe de erişememiş, donuk bir arafta kalmıştır. Böylesi bir araf içinde vermek zorunda kaldığı savaş, koca bir dünya savaşından çok daha derin acıların gelip geçtiği bir “kötülükler panoraması” hâline gelir.
Filmin siyah-beyaz olması da anlamını bu noktada kazanır. Hatta bir adım ileriye giderek görüntülerin siyah-beyazdan ziyade “kara-siyah” bir anlatım taşıdığını söylemek yanlış olmaz. Nitekim Romantizm akımına doğrudan bir eleştiri niteliğindeki çırılçıplak gerçeklikte insanlar ne tümden siyah ne de baştan sona beyazdır. Hâkim olan, kimi zaman beyazın dâhil olduğu, bin bir renkli siyahtır –bir başka deyişle belki grinin her tonu. Karamsarlık, öfke, duman kadar yoğun bir kötülük, acımasızlık, karanlığın hep başka bir yüzünü gösterir. Bu nedenle filmin koyu atmosferinde başka bir renk yer bulamaz, tıpkı aslında içinde çocukluğun bin bir coşkulu renginin cıvıldaması gereken küçük kahramanımızın hiçbir toprakta yer bulamaması gibi.
Kötülük Ne Kadar İçimizde?
Bu denli karanlığın ve içkin bir kötülük hâlinin hâkim olduğu filmin senaryosu, akıllara bu kez William Golding’in kaleminden uyarlanan Lord of the Flies’ı (1963) getirir. Yine ekranda izlediğimiz siyah beyaz görüntüler, bu iki kadim uç arasındaki gri geçişleri bizlerin tonlaması için anlamsal bir boşluk bırakmıştır. Kötülüğün rengi The Painted Bird’deki kadar acımasız ve çok değildir belki. Ama nispeten daha masum bir siyah bile kötülüğün içsel olduğunu, insanın çocukluktan itibaren bu şeytani duygularla hayatını kurduğunu anlatmak ister. Kahramanımızın gözlerindeki masumiyetin günbegün yitip yerini donuk bir kayıtsızlığın alışı da ne bu kötülüğün kabullenildiği gerçeğini gösterir.
Bireysel boyutta kalmayan bu durum, ne yazık ki insanlığın en çıplak hâlidir bir bakıma. Vaclav’ın bu gerçekliğe tuttuğu aynaysa diğer yapay aynalar gibi görüntüyü uzatıp genişletmekten, devleştirip küçültmektense ona “doğrulardan daha gerçek” bir görünüm sunar. Koyu atmosferin oluşturduğu bunaltıcı etkiyi pekiştiren bu durum, art arda sıralanan sarsıcı, çoğunlukla şiddet ve vahşet içerikli olaylarla da izleyicide doğrudan hedeflediği huzursuzluğu oluşturmayı başarır. Üstelik meydana gelen her olayın yarattığı etki, huzursuzluğun bir başka tonundadır. Ve her birinde bir öncekinden daha sert bir tokatla çarpar.
Bu bakımdan izleyici de zamanla acımasızlığın şiddetine dayanamaz ve kahramanımız gibi bunu kabullenmeye, daha doğrusu yadsımaya mecbur kalır. Başta kötülüğün derinliklerine tanık olmayı reddeden bakışlar, sonlara doğru acının donduğu bir şekle bürünür. Artık ne kurşuna dizilen Polonyalı çocuklar, ne şişeyle tecavüze uğratılarak linç edilen kadınlar, ne sürüklenerek can çekişen yaralı atlar ne de ölesiye dövülen insanlar bir anlam ifade eder. Acının ve acımasızlığın kara yüzüne cila çekilmiştir.
Beyazın Adı Yok
Peki, çocukluğun saf masumiyetine dair hiçbir işarete mahal bırakmayan bu siyah gerçekliğin bir sonu yok mudur? Savaş bağlamının hiçbir coğrafyasında umudun ışığı beyaza ilişkin bir iz bulamayan Vaclav, bu sorunun yanıtını bir de din kurumunda arar. Başından geçen sayısız kötülüğün ardından sonunda bir pedere rastlayan kahramanımız, artık sözüm ona beyaz kanatların himayesi altındadır. Yaşadığı acılara isyan etmektense onları göğüslemekten gurur duymasını öğütler peder: “İsa beşeriyetin bütün günahını sırtına yükledi. Ve ölümüyle tüm insanlığı bigünah eyledi… Tıpkı senin gibi.” Fakat hemen her din öğretisinde rastladığımız bu fedakâr ve cefakâr üstlenici, Kantçı bir vicdan ve sorumluluk ülküsüyle mi hareket etmektedir, yoksa yücelik adı altındaki bu kılıf, bireyin daha sonra karşılaşacağı zulmü hoş kılmaya yönelik bir afyon mudur?
Soru, kısa sürede yanıtını bulur; pederin yanında kaldığı dönem, beyaz kanatlar altında küçük kahramanımız için acının bir başka koyusunu gizlemektedir: istismar. Ne var ki acıyı ve zulmü kabullenme ve hatta görmezden gelme noktasına getirilen çocuk için bu durum, günlük yaşantının bir parçası olabilecek kadar normalleştirilmiştir. Nitekim istismara uğradığı gecelerin ardından yatağında “beyaz” giysileri içinde neredeyse bebeksi bir huzurla uyuduğu görülür. Acıyı deneyimlemek, hiçbir koşulda hafifletilemez; ancak daha kötüsü, insanın acıyı deneyimliyor olduğunu fark bile edememesidir. Kahramanımız böylece uyuyadursun, tüm durumun gayet farkında olan biz izleyiciler için huzursuz gecelerin başladığı nokta, bu kayıtsızlıkla yüzleştiğimiz andır.
Tüm bu dokusal unsurlarına baktığımızda filmin umuda hiçbir surette yer vermemesi, acımasızlığı ise kurgusal bağlamda gerçekte olduğundan daha yoğun ve uç örneklerle yansıtması yönünde sert eleştiriler alması şaşırtıcı değil. Ancak kitabının yayımlandığı dönemde de büyük bir kitle tarafından reddedilen, sansürlenmek istenen bu çıplaklık, senaristin ailesinin II. Dünya Savaşı’nda bizzat yaşadığı olaylara dayanıyor. Bu nedenle yüzleşmekten korktuğumuz gerçeklik, aslında tarih şeridimizde kelimelerin süsleyerek dile getirdiği, “doğru bildiklerimiz”den epey uzaklarda, görmeyi reddettiğimiz “siyah bir karanlıkta” nefes alıyor. Vaclav bunu yansıtmada ne kadar acımasız görünürse görünsün dünyamızın bugünkü gidişatı, hemen her toprakta tazeliğini koruyan kara dumanlar, hiç dinmeyen hüzünlü bebek ağlamaları, bu siyahın dinmeyecek bir sonsuzluğa sahip olduğunu ortaya koyuyor.