Ünlü Call me By Your Name (2017) yönetmeni Luca Guadagnino’nun yeni yapımı Suspiria’yı (2018) beklerken, filmin orjinali olan ve 1977 yılında Dario Argento tarafından çekilen Suspiria’yı anmadan olmazdı. Guadagnino filmim orijinal Suspiria’nın yeniden yapımı olamaz derken, şöyle devam ediyor: “Kimse Suspiria’yı yeniden yapamaz. Benimimkisi bana özgün bir yaklaşım sadece.” Guadagnino daha önce herhangi bir filmi yeniden ele almazken ilk denemesinin Suspiria olması yıldızı iyiden iyiye parlayan yönetmenin neden bunu tercih etmiş olabileceğini düşündürtüyor.
Orijinal Suspiria, çoğunlukla tür filmi kategorisinin klişelerinin içine sıkışmış korku ve gerilimin ve onunla özdeşleşen sığlık ve yaratıcı kıtlığın tabularını yıkmış sıra dışı bir film. Her ne kadar orijinal bir şey yaptığını düşünebilecek olsa da, Dario Argento dahi Suspiria’yı 1977 yılında üç cadı üçlemesinin ilki olarak tasarlarken filmin kült statüsüne yükseleceğini tahmin edemezdi herhalde. Argento Suspiria’da bunu korku türüne özgü en klişe temalardan biri olan cadılığı kullanarak başarıyor. Zira filmdeki cadılık; ruh kovuculuğu, zombi, vampir vb. gibi temaların arasında gezinirken korkuya özgü olup gerilimi arttırmaya yönelik yöntemlerin yeniden ve yeniden kullanımı yerine; korkunun renk, kurgu, sahne ve dekor tasarımı, mizansen ve müzikle yeniden tanımlanmasına imkân veren bir işlevsellikle kullanılıyor. Suspiria, korkuyla ilişkilendirilen karanlığın ve tekinsizin, tehlikeyi sezebildiğimiz ancak göremediğimiz sıkıntı verici atmosferin yerine gözleri kamaştıracak parlaklıkta ve çeşitlilikte renkleriyle bir dans okulunu ana platosu olarak seçiyor. Bu seçim tartışmaya açık olsa da içine girdiğimiz dünyanın pastel boyalarla boyanmış alternatif bir zaman-mekân uzam olarak tasarlandığı hissini veriyor. Filmdeki cadılığın 19.Yüzyıla kadar dayandığı hesaba katıldığında, içine girdiğimiz uzamın sıra dışılığının zamanı da kendi ürperticiliğine kattığını söylemek yanlış olmaz. Nihayetinde olayların çoğunluğunun bir dans okulunda başlayıp bittiği Suspiria’da, günün ne zaman başlayıp ne zaman sona erdiğinin gözlemlenebilmesinin olanakları çok sınırlıyken, dans okulu Argento’nun özgün korku anlayışının deneyselliklerinin merkezi haline geliyor. Bu noktadan hareketle film, korkunun temel ögesi “görünmeyeni” bu denli parlak ve göz alıcı bir yere taşıyarak bilinmezle ilişkilendiren çevreyi bozuyor ve tekinsizin saklanan bir şey değil, aramızda olan bir şey olduğunu imliyor. Suspiria’nın yalnızca bu yeniliği dahi korkunun nasıl mümkün olabileceğini sorguluyor ve buna yeni yöntemler öneriyor. Bu anlamda hem filmin kahramanı hem de biz, korkulanı bulmaya çalışmaktan ziyade onu seçmeye ve ayırt etmeye zorlanıyoruz.
Dışarısıyla ilişiğin neredeyse kesildiği ve gün ışıklarının spektrumunun arka plana atıldığı bir atmosferde Suspiria, bu boşluğu dans okulunun renklerinin göz alıcılığına paralel bir şekilde kullandığı film paletiyle dolduruyor. Zaten okulun pastel iç cephesiyle öte dünyasal bir etkiye sahip olan Suspiria, günün ilerleyen vakitlerinde okulun içini yoğunca boyayan çoğunlukla kırmızı, nadiren mavi, yeşil ve sarı renkleriyle dans okulu dünyasının fizikselliğini alt etmeyi başarıyor. Filmin paleti, dışarıdaki dünyaya ve insanlara hem iç tasarımı hem de çalışanlarının bariz gariplikleriyle tezat oluşturan dans okulunun ve sıradan dünyadan gelen ve onun normalliklerini beraberinde getiren öğrenciler için ürpertici soyutluğuyla cadılar komünü dünyasının saklı gizlerini ortaya çıkarıyor. Suspiria, sahne ve dekor tasarımına eklemlenen renk kullanımını korkunun ifade araçlarını ve korkutma gücünün yeni olanaklarını keşfeden deneyselliğine yönelik kullanırken, haliyle çarpıcı olan görselliğini fazlasıyla hızlı, geçişli ve aktüel olan kurgu yöntemiyle bir araya getirerek hareket halinde (yine alışılageldik korku filmlerinin zamanı neredeyse duracak noktaya kadar yavaşlatan yöneliminin aksine) bir hikâye yaratıyor. Suspiria bu hareketliliği ünlü İtalyan grubu Goblin’in bestelediği güçlü ve ürpertici vokal kompozisyonlu, hızlı perküsyonlu, kötücül tınılı synthesizerlı ve soğuk telli enstrüman aranjmanlı film müzikleriyle sürekli yukarıda, filmin görselliğinin dikkatimizi yükselttiği zirvede tutmayı başarıyor. Aynı zamanda film müziğinin yalnızca korku filmlerine değil, herhangi bir filme kıyasla yalnızca aksiyonu koruyacak ve filmin akışına ayak uyduracak şekilde değil, çok sık ve uzun süreler kullanılması da filmin anlatımcı tarafından çok, gösteren tarafının etkileyiciliğinin artmasına yardımcı oluyor. Zira Suspiria anlatımcı olarak değil, gösteren olarak harika bir tür ve başarılı bir drama filmi olabiliyor.
Yeniden yapımı kapıdayken korku filmlerinin ne olduğunu ve neler verebileceğini tartışmış, bunlarla deneyler yapmış ve aradan 40 yıl geçmesine rağmen hâlâ türü içinde fazlasıyla özgün bir yer işgal etmeyi başarabilmiş olan Suspiria; korkmak için değil, korkuyla ilgili konuşmak için izlenebilecek harika bir film. Fimlerin türleri üzerinden kategorize edilerek her filmin az çok neler sunabileceğinin kaide haline geldiği film endüstrisinde, filmin bir görsel deneyim olduğunu kabul ederek hareket eden Suspiria; türünü aşan zenginlikte ve yaratıcılıkta tasarım, renk, kurgu ve müzik kullanımlarıyla tabu kıran işlevselliği üzerinden ilham vermeye devam ediyor.