Mustafa Koca
Daha dünyaya geldiğimiz andan itibaren bize hayat veren iki iksir vardır bu dünyada: Biri bizzat varlığıyla yaşamı var eden, şeffaf, tatsız, tarafsız, dürüst ve saf olan “su”. Diğeri ise gelişmemize yol veren, o beyaz ve masum… “Süt”. Belki de bu yüzden ne zaman tadını alsam bir insan yavrusu belirir gözlerimin önünde. Eminim bu sadece benim için değil, birçok insan için de böyledir; tadıyla ve beyaz rengiyle çocukluğumuzun yitirilmemiş masumiyetinin simgesidir çünkü o.
Her filmin başlangıcı sonuna dair birtakım kehanetlerde bulunur, kimi zaman açık seçik kimi zamansa gizli ve gizemli ipuçları verir bizlere. Konumuz “süt” olduğuna göre ben de hayatımızda hep büyük öneme sahip olmuş bu neredeyse “kutsal” içeceğin çeşitli yönleriyle bir sembol ve dikkate değer bir ipucu olarak kullanıldığı iki filmden bahsedeceğim.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından işgal edilmiş, Fransa’nın kırsalında yer alan bir evde başlar Inglourious Basterds (2009). Tüm Avrupa’da “Yahudi Avcısı” olarak ün yapmış ve korkulan bir Nazi askeri olan Hans Landa saklanan Yahudiler hakkında aldığı duyum üzerine Perrier La Padite’in süt çiftliğine gelir. Biz aslında kaba, sinirli ve maço bir canavarla karşılaşmayı bekleriz ama bu Nazi askeri son derece kibar davranışları ve düzeyli konuşmasıyla başta bizi şaşırtır. Aynı ev sahibi La Padite’in yaptığı gibi piposunu içmek için bile izin ister ve -benim için en önemlisi- içecek teklif edildiğinde özellikle süt içmek istediğini söyler. Tam burada bir not düşmek gerek. İzleyicinin gözünden baktığımda iki yüzeyi olan bir ayna gibi geliyor “süt” bana; ya önceden bahsettiğim gibi masumiyeti yansıtır bize ya da o kutsal beyazıyla maskelenen kararmış ruhları simgeler. Bu sahne ikinci ifadeye daha çok uyuyor elbet. Hans Landa içinde yatan karanlığı, “güzel” diye niteleyebileceğimiz davranışlarla maskelemeyi seçen ve böylece ortaya çıkan karşıtlık üzerinden gerginlik yaratmayı başaran bir karakter. Baştan itibaren aradığı kişileri sakladığını bilmesine rağmen ev sahibinin kibarca elini sıkışı, ailesine ettiği iltifatları ve şarap yerine süt içmekteki ısrarı elbette pasif-agresif bir yöntem, beyaz bir maske ardından yankılanan bir karanlık ve dehşet adeta. Hans Landa sakin sakin sütünü içip Yahudilere karşı beslediği nefretten bahsederken bir yandan da bodrum katında saklanan korku içindeki insanları görürüz tabii ki. Sahne sonunda ise evin salonundan bodrum katını tarayan Alman askerlerin elinden kurtulmayı başaran tek kişi ise 18 yaşındaki Shosanna olacak ve çocukluğu ile birlikte masumiyetini de koşarak kaçtığı bu süt çiftliği gibi arkasında bırakacaktır.
Aynı zamanda “süt”ün bir Nazi ile bağdaştırılması başka çağrışımları da akla getirmiyor değil. Mesela sütün doğası gereği beyazlığı, saflığı ve özü temsil eden bir içecek olması ve bir Nazi askerinin alkol yerine özellikle bu içeceği tercih etmesi, Nazi Almanyası’nın –her ne kadar karanlık bir amaç olsa da- beyaz, saf ve kutsal bir ari ırk yaratma takıntısına elbet bir gönderme olarak algılanabilir.
Benzer bir tema Stanley Kubrick’in başyapıtlarından A Clockwork Orange’ın (1971) açılış sahnesinde de karşımıza çıkar. Gelecekte geçen bu distopik hikâye, Korova isimli bir barda açılır. Beyaz ve çıplak kadın bedeni heykelleriyle dekore edilmiş bu barın tek tuhaf yanı dekorasyonu değildir elbet, burada insanlara içki olarak içine narkotik maddeler katılmış bir çeşit “süt” satılmaktadır. Filmimizin başkarakteri Alex ve çetesi ile ilk kez bu grotesk mekânda karşılaşırız. Akıllarımızda çocukluğu, saflığı ve masumiyeti temsil eden sütün bir tür şiddet aracına dönüştürüldüğü bu mekân daha baştan seyircinin aklında bir kavram çatışması yaratır. Özellikle bu “kirletilmiş” sütün kadın heykellerinden bardaklara servis ediliyor olması annenin ve anne sütünün temsil ettiği masumiyete karşı şiddet ve suç kavramlarının aynı potanın içine atıldığını bize gösterir.Tek bir odanın içinde hem saflık hem de şiddet bir arada sunulur seyirciye, bir nevi çocukluk fikrini yeniden uyandırır aklımızda, aynı bir çocuk gibi saf, aynı bir çocuk kadar acımasız, tıpkı Alex’in kendisi gibi. Yalnızca sütün dönüşümü değil, mekanın siyah duvarları ile heykellerin ve içilen sütlerin beyaz renkleri bu karşıtlığı daha da körükler, hem görsel hem de anlamsal olarak sert bir kontrast yaratır. Absürt ve perspektifi bozulmuş bir dünyadır bu, her şey tersine dönmüştür sanki, içilen süt saflığı değil karanlığı getirecektir beraberinde.
Öyle veya böyle, büyüdükçe uzaklaşırız sütün saflığından ve beyazlığından. Büyüdükçe öğreniriz şekerli meyve sularını, kola ve gazozları, biraları, şarapları ve rakıları… Biz yaş aldıkça kir de girer vücudumuza, geri dönülemez şekilde değişiriz artık. Evet, yaşamak için “su”ya muhtacızdır ama süt eskimiştir, toleransımız da artmıştır artık. İlla içmemiz gerekiyorsa başka şeyleri karıştırırız ona, kakao gibi, alkol, kahve gibi. Ya da hâlâ temiz olduğumuzu, hâlâ saf olduğumuzu söylemek için içeriz, saklanmak için, kendimizi ve başkalarını kandırmak için içeriz, aynı Nazi askerinin yaptığı gibi. Ama sonunda arada sırada geri dönmek üzere de olsa geride bırakırız onu, aynı hayata atılmak için geride bıraktığımız çocukluk evi gibi.