Lumiere Kardeşler
Beyazperdeye yansıyan film türlerinin ilklerinden, ilk yönetmenlik deneyimlerinden, ilk ses ve görüntü tekniklerinden söz etmeden çok daha önce sıranın başında sinemayı bir sanat dalı hâline getiren ilk adımı tanımak gerekir. 1800’lerin ortalarına Amerika ve Avrupa; görüntünün yansıtılması, ışığın dönüştürülmesi gibi konularda açılacak bir çığırın eşiğindeydi. Zira Aydınlanma Çağı, özellikle bilimsel gelişmelerin önünü açmış, ışıkla ilgili geliştirilen pek çok buluş, çağın gerçek bir aydınlanma dönemi olmasını sağlamıştı. Takvimler 13 Şubat 1895’i gösterdiğinde Fransız kardeşler Louise ve Auguste Lımiere, bu çağa ve sonrasında bir sanat dalı hâline gelecek olan buluşa imzalarını attı: sinematograf.
Lumiere kardeşler, görüntü ve ışıkla ilgili meraklarına küçük yaşta, resim öğretmeni olan babaları Antoine Lumiere’le birlikte başlamışlardı. Babalarının daha sonra fotoğrafçılıkla ilgilenmesi, kardeşleri mercekle ve anlık yakalanan görüntünün sabitleştirilmesiyle, yani sinemanın mutfağıyla tanıştırdı. Bir süre sonra işlerini geliştiren baba Lumiere, günde 4000 metre fotoğraf kâğıdı üretebilen kurumsal bir yapıya dönüştü. Bu sayede imkânlarını geliştiren kardeşlerse elde ettikleri görüntüleri hareketli hâle getirmenin yolunu aramaya başladı.
Bir süre sonra pek çok icadın art arda üretildiği Paris’e gerçekleştirdikleri bir seyahatte Edison’un keşfettiği kinetoskobu satın alarak arayışlarının ilk cevabına ulaştılar. Bu alet, sinemanın atası sayılan, tabiri caizse tek kişilik bir perdeydi. İzleyici, 35 mm’lik kısa filmleri mekanizmanın yerleştirildiği kutunun üzerindeki bakraçtan görebiliyordu. Bu cihazdan esinlenen Lumiere kardeşler, küçük kutudan yansıyan görüntüyü büyüterek dev bir perdeye yansıtmayı tasarladı. Böylelikle geliştirdikleri sinematograf, 1985 yılında “Cinematopgraphe Lumiere” adıyla patent kazanarak sinema tarihini başlatmış oldu.
Cihazın çalışma prensibi, alıcı işleviyle elde ettiği görüntüyü yansıtmak üzerine kuruluydu. Sinematografın içinde gerçekleşen tüm bu işlem, yine kardeşler tarafından geliştirilen hız mekanizmasıyla art arda sıralanan görüntüleri birbirine ekleyerek tek bir algı üretmeye çalışıyordu. Bu şekilde sıralanan 15 görüntü, tek bir saniyeye sığdırılmış; 1900’lere gelindiğindeyse bu, 16 ve sonrasında 18 görüntüye çıkarılmıştı. Başlarda sessiz sinemanın ilk örneklerinde kullanılan bu teknik, sesli sinemaya geçişle birlikte saniyede 24 görüntünün gösterildiği küçük filmlere dönüşmüştü.
İlk film denemelerinin ortaya çıkması, sinemaya ilişkin haberlerin hızla yayılmasıyla sonuçlanırken ilk film gösterimi, Fransız halkının merakla beklediği bir konu olmuştu. 28 Aralık 1895’te Paris’te bulunan Grand Cafe adlı özel bir mekânın bodrum katında tarihin ilk filmi Arrival of a Train at La Ciotat izleyiciyle buluştu. Yirmi beş kişinin izlediği bu gösterimde birkaç dakikalık on film sergilendi. Perdeye yansıyan dev görüntüyle ilk kez karşılaşan Parisliler, alışık olmadıkları bu teknoloji karşısında filmde üstlerine doğru gelen trenden kaçmaya dahi çalıştı! Şaşkınlık, hayret ve büyülenmiş bakışlar eşliğinde böylelikle dünyaya kapılarını aralamış olan sinema, daha sonra başlı başına bir sanat dalı olarak insan uğraşlarının başında gelecekti.
Ne var ki ilk film gösteriminin ardından sinema geleceği üzerine pek de umutlu olmayan Lumiere kardeşler, çalışmalarını bir süre daha çeşitli coğrafyalarda sürdürmeye devam etti. Üstelik bunun için uğradıkları yerlerden biri de İstanbul’du; Boğaziçi ve Haliç çevresinde kaydettikleri görüntülerle oluşturdukları filmler dâhil, iki yıl içinde yüzlerce film üretmişlerdi. Sinema tarihinin de birer belgesi/belgeseli niteliğindeki bu filmler, birtakım siyasi durumlar nedeniyle bazı devletler tarafından sansüre uğratılmışsa da her birinin uzun soluklu sinema tarihine mâl olduğu bir gerçektir. Dolayısıyla bu büyülü dünyanın kapağını kaldırmadan önce Lumiere kardeşlere selam eder, sinema yolculuğundan geçmiş olan her göze onlar adına iyi seyirler dileriz.
Rabia Elif Özcan