Uygarlıklar boyunca insanlar kendilerini güvence altına almak için topluluk oluşturmuş, yaşam pratiklerini bu çerçevede geliştirmişlerdir. Çeşitli insan fenotipleri, sonrasında sosyoloji olarak anılan toplumbiliminin gelişmesini sağlamış, toplum hakkında bilimsel araştırmalar yapılmaya başlanmıştır. Günümüzde kültürün, inancın, geleneklerin çıkış noktalarının yine insan ve toplum merkezli olduğunu bilmekteyiz. Bu bağlamda kültlerin ve ritüellerin farklı olması, zamanla yeni oluşumları beraberinde getirmiş ve inançları revize etmiştir. Özellikle semavi inanışların öncülü olan doğaya tapınma sonraki dönemlerde yeni çağ dinlerine dönüşmüş birbirinden farklı yapılanmaları barındıran yeni tarikatlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Tarikat, her ne kadar yol manasına gelse de Türkiye’de bu kelimenin kullanım alanı genelde olumsuz anlamları ifade etmektedir.
Tarikata göre daha ılımlı olan komün kelimesi birliği temsil etmektedir. Ancak komünlerin ve tarikatların çokkültürlü yapısı zamanla inanç sömürüsünü ve manipülasyonları da beraberinde getirmiştir. İnsanlık var olmaya başladığı günden itibaren hayatta kalmak için birçok nesneye ihtiyaç duymuş, anlamlandıramadığı doğa olaylarına karşı kutsiyet atfetmiştir. Özellikle tapınma anlamına gelen kült (cultus) sanattan antropolojiye, folklorden dinler tarihine farklı anlamlar taşımaya başlamıştır.* Tanrısal güç ya da tanrı ile iletişim hâlinde olan bireylerin gölgesinde konuşlanılmıştır. İçsel huzur getirdiği kadar bireysel ve toplumsal yıkıma da sebep olan tarikatlar günümüzde gizemli yapılanmalarıyla hâlâ popülerliğini korumaktadır. Hazırlamış olduğumuz bu özel dosyamızda komünlerin ve tarikatların sinemaya nasıl yansıdığı hakkında bir çalışma gerçekleştirmek amaçlanmaktadır. Keyifli okumalar dileriz.
*Onur Köse (2023), Türk Şamanizminde Yer-Su Kültleri.
Yurt (Yön. Nehir Tuna, 2023)
İlk uzun metraj filmine imza atan Nehir Tuna’nın 80. Venedik Film Festivali’nin Orizzonti (Ufuklar) bölümünde yarışan Yurt (2023) isimli filmi, doksanlı yılların ikinci yarısından sonra ülkeyi gölgesi altına alan siyasi İslam hareketi ile laik kesimin kutuplaşmış durumunu odağına alıyor. Fakat Tuna, tüm bu çatışmalı, kargaşa ortamını genel bir perspektiften yansıtmak gibi zorlu ve yer yer de ikircikli bir yola girmiyor. Tuna, o yıllarda çocuk olan kendisinin gözünden aktarıyor her şeyi. 1996 yılında Türkiye’de siyasi ortam vesilesiyle yaşanılanları o günkü Nehir’in deneyimleri, yaşanmışlıkları üzerinden aktarmayı tercih ediyor. Zira Nehir Tuna filmde Ahmet’in yaşadıklarını geçmişte neredeyse benzer noktalardan yaşamış biri. Bu nedenle de Yurt, spesifik bir tarihte Türkiye’nin siyasi ortamını perdeye yansıtmasıyla geniş bir kapsama alanına sahip ama diğer yandan da tek bir kişinin gözünden yaşanılan ve hissedilenlere yer verdiği için de fazlasıyla bireysel bir filmdir.
Tuna’nın gençlik yıllarına ayna tutan Ahmet, doksanlı yıllarda bir tarikatla yolları kesişen ve ekonomik nüfusunu da kullanarak zamanla tarikatın hiyerarşik kademelerini bir bir tırmanan bir babanın oğlu olarak bir yandan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi kurumu olan yabancı dil odaklı eğitim veren bir koleje devam ederken bir yandan da radikal dini eğitim veren bir tarikat yurdunda kalmaktadır. Tuna, o günlerde yaşadığı bu çift kutuplu dünya arasında gidip gelen günlerinde onda iz bırakan yaşanmışlıkları perdeye yansıtırken asla kişisel bir hırsın veya intikamın peşinden koşmuyor. Ahmet karakteri üzerinden ergenlik yıllarında yaşadıklarını anlamaya, geçmişiyle yüzleşip iyileşmeye çalışıyor. Filmde Ahmet rolünde izlediğimiz genç oğlan çocuğu, sıkı bir dini eğitim almadan ergenliğe kadar gelmişken birdenbire babasının yaşantısını değiştirmesi üzerine hiç bilmediği bir dünyanın içine sürükleniyor. Ahmet, katı dini eğitimin verildiği, hiyerarşi düzeninin titizlikle işlendiği bu dünyada bilmemenin verdiği bir saflıkla anlamaya, öğrenmeye, sevilip kabul edilmeye çalışıyor.
Ahmet; ailesi, arkadaşları ve karşı cins tarafından sevilmek, kabul edilmek isteyen ve bunun için de elinden gelen çabayı göstermeye hazır bir kişiliktir. Annesi tarafından zaten karşılıksız sevilen Ahmet; karşı cins tarafından kabul edilip sevilmek için seküler, arkadaşı tarafından sevilmek için ekonomik anlamda verici, babası tarafından sevilmek için râbıta almış, râbıta almak için hocalarının gözüne ve dolayısıyla çembere girmiş, hocalarının onayını almak için ise en başta varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğmamış olmalıdır. Ahmet, bu büyük ve zorlu lâbirentin içinden çıkmak için adeta bir deney faresi gibi hiç durmadan çabalayıp durur. Ta ki yaptıklarının sonucunda beklediği sevgiyi bulamadığını ve asla bulamayacağını fark edene kadar… Ahmet, ne çemberin içine kabul edilip râbıta aldığında ne klasik müzik dinleyip çağdaş bir Türk genci gibi davrandığında, ne elinde avucunda ne varsa karşılıksız bir şekilde paylaştığında ne de tüm kuralları mantığını sorgulamadan sadece yerine getirdiğinde sevgiyi bulur. Ne söylendiği gibi içinde Allah sevgisini hissedebilmiş ne de sevilmek istediği kişilerden karşılık görmüştür.
Ahmet; ne sâlikin kâmil bir mürşide gönlünü bağlaması, onun sûret ve sîretini düşünmesini ifade eden ‘râbıta’ kelimesinde olduğu gibi Allah ve onun kulları ile arasında bir bağ oluşturabilmiş ne de sevgisizleştirilen/sevimsizleştirilen İslam dinini düşünür olabilmiştir. Ahmet; ona sevgisini bahşetmeyen herkese ve her şeye mesafe koyarak kendini tüm bağlardan, çemberlerden azade kılmıştır. Doksanlı yıllarda çocuk ve genç olan ben ve benim gibi birçok insanın kafasında doğan soru işaretlerinin cevabını bulmaktan vazgeçen, arafta yaşamak zorunda olduğunu geç de olsa anlayan Ahmet; tüm saflığından sıyrılarak yola devam eder ama ne yazık ki siyasal İslam’ın bir kurbanı olmaktan da kendini kurtaramaz.
Midsommar (Yön. Ari Aster, 2019)
Ari Aster’in yönetmenliğini üstlendiği Midsommar (2019), hafızalardan kolay silinmeyen bir koku filmi olarak öne çıkar. İsveç’in izole bir köyünde yaz ortası festivali sırasında meydana gelen rahatsız edici olayları konu alır. Korku unsurları, hem psikolojik hem de folklorik temalarla iç içe geçerek izleyiciye derin ve rahatsız edici bir deneyim sunar.
Yüzeyde uyumlu ve barışçıl görünen Hårga komünü, altında karanlık ve tehlikeli ritüeller barındıran modern bir tarikat olarak resmedilir. Hårga’nın izolasyon, sıkı kontrol, karmaşık inanç sistemleri ve manipülasyon yöntemleri, klasik tarikat özellikleri taşır. Bu topluluk, üyelerine güçlü bir aidiyet duygusu sunarak, dış dünyada yalnız ve kaybolmuş hisseden bireyleri kendine çekecektir.
Hikâye, ailesini kaybetmenin acısını henüz atlatamayan Dani’nin etrafında döner. Dani’nin erkek arkadaşı Christian, Dani’yi destekleme konusunda yetersiz hisseder ve ondan ayrılmayı düşünür ancak vicdan azabı ve sorumluluk duygusuyla hareket ederek arkadaşlarıyla gideceği festivale Dani’yi de davet eder. Filmin dramatik yapısı, Dani ve Christian arasındaki ilişkiye dayanır ancak bu ilişki derinlemesine işlenmez. Dani’nin zihinsel durumu ve yas süreci, onun savunmasızlığını artırır ve Hårga komününe karşı onu daha açık hale getirir.
Dani ve arkadaşları, komünün büyük bir kucaklamasıyla karşılanır; çiçekler, danslar ve lezzetli sofralar eşliğinde sıcak bir karşılama yaşarlar. Komün üyeleri arasında geçen İsveççe konuşmalar ve misafirlerin bunları anlamakta zorlanması, izleyicinin de aynı yabancılaşma hissini yaşamasına neden olur. Ve bu sıcak karşılamanın ardından kendilerini giderek yabancı ve tehditkar bir kültürün içinde bulurlar. Bu kültürün gelenekleri, şiddet ve ölümle iç içe geçmiş ritüelleri içerir.
Hårga komünü, bireyselcilikten ziyade topluluk ruhunu ve ortak yaşamı vurgular. Komün üyeleri, bir aile gibi birbirlerine bağlıdır ve ortak ritüeller ve geleneklerle birleşirler. Yaşlıların intihar ritüeli; bireysel hayatın, topluluğun iyiliği için feda edilmesini simgeler.
Filmin rahatsız ediciliği, Dani ve arkadaşlarının bilinçlerinin bulanıklaştırıldığı ve kendi iradeleri dışında ritüellere katıldığı sahnelerle zirveye ulaşır. Bu ritüeller, doğurganlık ayinleri ve insan kurban etme gibi korkutucu uygulamaları kapsar. Bu yabancı ortam, izleyicide hem merak hem de derin bir rahatsızlık hissi uyandırır. Tanıdık olmayan bu dünyada, neyin tehlikeli olduğunu ve hangi sınırların aşılacağını kestirmek zorlaşır.
Aster’in filmi, korku atmosferini yaratırken alışılmadık bir yaklaşım benimser. Çoğunlukla parlak gün ışığında geçen sahneler, geleneksel korku filmlerindeki karanlık ve gölgeli atmosferden uzak bir deneyim sunar. Sürekli aydınlık ortam, izleyicide sürekli bir huzursuzluk hissi yaratır ve gerilimin üst seviyede tutulmasını sağlar. Yönetmen Aster, geniş ve açık bir doğa ortamında bile sıkışmışlık hissini vermeyi başarır.
Captain Fantastic (2016, Yön. Matt Ross)
Tarikat (İng.cult) denilince akla ilk gelenler tüyler ürpertici dini tarikatlar veya kendine politik misyon edinmiş şiddet yanlısı topluluklar oluyor. Halbuki, bir tarikata, tanım gereği, farklı anlamlar yüklenebilir. Bir tarikat, belirli bir figür veya nesneye yönelik içsel bağlılık sistemi olabileceği gibi, toplumun diğer kesimleri tarafından garip veya kötü niyetli olarak görülen inanç veya uygulamalara sahip nispeten küçük bir grup insana yönelik de kullanılabilir. Matt Ross tarafından yazılıp yönetilen Captain Fantastic‘de (2016) gözlemlediğimiz aile, ikinci kategoriye giriyor.
Captain Fantastic, Ben Cash (Viggo Mortensen) adlı bir baba ve ailesinin hikâyesini takip eder. Ben, altı çocuğunu modern toplumdan uzak, Amerikan Pasifik Kuzeybatısı’nın vahşi doğasında yetiştirmeyi seçmiştir. Çocuklarını geleneksel okul yerine entelektüel ve fiziksel becerilere odaklanan bir eğitim felsefesiyle yetiştirir. Bu noktada, Ben’in kurduğu aile ve dolaylı olarak tarikat, iyi bir amaca hizmet ediyor gibi görünmektedir. Kendilerine kurdukları huzurlu yaşam, Ben’in karısının ölümünden sonra aile fertlerinin ölüm gerçeğiyle ve dış dünyayla yüzleşmek zorunda kalmalarıyla paramparça olur.
Ben’in “peygamberi” olduğu “tarikat” (Babalar ailelerin peygamberleri midirler?) idealisttir ve doğa içindeki yaşam tarzını benimseyerek tüketim odaklı kapitalist dünyaya savaş açmıştır. Ben’in ailesine dayattığı doktrin, idealleri sebebiyle mantıklı gözükse de kendi içinde çelişir ve farklı bir suistimal düzenine sırtını dayar. Bu iki dünya arasındaki gerilim, alışılmışın dışındaki tarikat anlatısının temelini oluşturur ve toplumsal normların dışında yaşamanın birey üzerindeki etkisini de gözler önüne serer.
Ben’in tarikatının yazılı olmayan en önemli kuralı, çocukların dış dünya ve diğer insanlarla olan iletişiminin bütünüyle yasaklanmış oluşudur. Ben’in “müritlerinin” takip etmek zorunda olduğu katı ilkeler, pratik gerçeklerle sıkça çatışır ve kriz anlarına ve içsel sorgulamalara yol açar. Bu çatışma, özellikle çocuklar dış dünya ile iletişime geçmek zorunda kaldığında kendini hissettirir. Filmin tam olarak bu noktasında Ben’in kurduğu dünyanın toz pembe olmaktan uzak olduğunu ve bizi, iliklerimize kadar rahatsız eden diğer tarikatlardan pek de bir farkı olmadığını fark ederiz. Hikâye, bu dünyanın sürdürülebilir ve faydalı olmayışına yönelik eleştirel bir bakış atar.
Mortensen’in yani sıra oyuncu kadrosunda Frank Langella, Kathryn Hahn ve Steve Zahn’in de bulunduğu film, ilk gösterimini Sundance Film Festivali’nde yapmış ve 2016 Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilmiştir. Mortensen, buradaki tek kişilik dev performansıyla Altın Küre, BAFTA ve Akademi Ödülü’ne aday gösterilmiştir.
Colonia Dignidad (Yön. Florian Gallenberger, 2015)
Dinler, ideolojiler, siyasi oluşumlar ve kitleleri yönetme amacıyla yapılanmış her türlü kurum; gücün, sınırlarını ülküsüyle çizdiği, yine aynı hedefle ona inananları dilediğince yönlendirdiği bir kontrol alanıdır temelde. Bireyler biat eder, kitleler yekvücut hâlde örgütlenir, gücün işaret ettiği her şey kutsal addedilir. Yeter ki güç dilesin, kuralları tanımlamak için yepyeni bir dil yaratılır. Gücün egemenliği altında ve egemenlik alanında yalnız bu dilin kuralları geçerlidir. Böylelikle fiziksel bütünlük oluşturan örgüt, kendine artık sembolik düzende de bir çerçeve tanımlamış, geçerliliğini bir başka boyutta daha kanıtlamış olur. Bir nevi uygulamadaki yaptırımlarına soyut bir dayanak sağlar. Ve işte gücün gelebileceği en tehlikeli nokta da budur.
Zehirlenmiş bir siyasi güç ve onu pekiştiren, sözümona dinî bir örgütü konu alan Colonia Dignidad (2015), yani Haysiyet Kolonisi, Pinochet’nin askeri diktatörlüğü döneminde geçer. 1973 yılında Şili, ABD destekli bir askeri darbeye tanıklık eder. Bu sırada Şili’de bulunan fotoğrafçı Daniel (Daniel Brühl) ve hosteslik yapan sevgilisi Lena (Emma Watson) da darbenin yapıldığı kentte bulunur. Pinochet karşıtı Allende’yi savunan Daniel, darbe ayaklanmaları sırasında tutuklanır ve Colonia Dignidad’ın gizemli duvarları ardına götürülür. Sevgilisini kurtarmak için komüne gizlice sızan Lena, burada insanların uğradığı akıl almaz muameleyle yüzleşir.
Bir tarafta Daniel ile Lena’nın bir araya gelme mücadelesini anlatan film, tarihî ve ideolojik bağlamda kültlerin, bireyleri bünyesine nasıl katıp erittiğini, ardından zihinsel ve fiziksel boyutuyla yok ettiğini gözler önüne serer. Nitekim eski bir Nazi subayı tarafından yönetilen Colonia Dignindad’da herhangi bir kuralı sorgulamak söz konusu değildir. Dinsel yaptırım yahut “Tanrı kelamı” adı altında yapılan cinser istismarlar, işkenceler, kimyasal deneyler ve beyin yıkama süreçleri meşrulaştırılmıştır. Bu sorgusuz sualsiz sistemde var olmanın tek yolu boyun eğmektir. Lena da kuralları çabuk öğrenir: Colonia Dignidad’ın diskurunda merhamet yoktur, suçu dillendirmekse en büyük suçtur. Zira kulların payına düşen sabretmek, katlanmak, sebat etmek, ölümü mutlulukla karşılamaktır.
Tüyler ürpertici muamelelerin alenen sergilendiği duvarlar çerçevesinde Lena’nın gözleri, tarihî gerçekleri kayda alan bir belgesel objektifi niteliğindedir film boyunca. “Güç yozlaştırır; mutlak güç mutlaka yozlaştırır” diyen Lord Acton’ın sözleri, komünün her sokağında yankı bulur. Dinî vecibe adı altında din yetkilileri, köleleştirdikleri insanları maddî-manevî yönden dilediğince sömürebilecekleri bir bağlam yaratmışlardır kendilerine. Gerçek olaylardan kurgulanan yapım, bu özelliğiyle dünya üzerindeki gizli örgütlerin içyüzüne örnek bir ayna tutarken sahnelenen her şeyin yaşanmış olması, yansıyanların duygusal şiddetini daha da artırır. Ne yazık ki filmin sonunda Şili’de durumun hâlen değişmemiş olduğuna dikkat çeken bir not düşülür.
Çünkü gücü ellerinde tutan insan hâlâ nefes almaktadır.
Çünkü avuçlarının arasındaki yetki, mutlak gücü gözüne kestirmiştir bir kere.
Colonia Dignidad, Şili’de bir örneğinin temsil bulduğu tüm karanlık örgütleri gün yüzüne çıkarmak üzere insanlığa seslenen bir kıyım hikâyesidir.
Faults (Yön. Riley Stearns, 2014)
İnsanların kendi seçimlerini yapma ve kendi kaderlerini belirleme yeteneğine sahip olduğu fikri olarak tanımlanan özgür irade, geçmişten günümüze varlığı hakkında tartışmaların hararetle sürdüğü bir konudur. Bir yanda özgür iradenin basitçe bir yanılsama olduğu ve davranışların genler ve çevre koşulları etkisindeki bilinç dışı beyin aktivitesi tarafından belirlenerek kontrol edildiği görüşü vardır. Bu görüş, önbelirlenim ve kontrol mekanizmalarının atfedildiği herhangi bir sisteme uyarlanarak da tekrar edilebilir. Öte yandan bireylerin belirli bir zamanda birden çok seçenek arasında özgür bir şekilde seçim yapabildiği ve böylelikle hayatlarının gidişatı üzerinde farklı olasılıklardan bazılarını belirleyebileceği fikrini benimseyenler hiç de az değildir.
Dahası, özgür iradeye dair görüşlerin manipülasyonu bireylerin sosyal bilişlerini ve davranışlarını derinden etkileyerek toplumların değer yargılarının ve işlevselliklerinin belirleyicisi konumuna gelebilir. Belirli bir kişiye veya şeye adanmışlığı merkezine alan, kendine özgü kurallar ve değerler sistemine sahip tarikatlar, bireyin özgür iradesi fikrinin bir nevi ekarte edildiği oluşumlardır. Kendisini belirli bir tarikatın üyesi olarak gören bireyler, yollarının bir şekilde “öyle olması gerektiği için” kesiştiğine inanır, varoluşlarının söz konusu oluşum tarafından anlam bulduğunu ve dolayısıyla bu tanışıklık sonrası bir çeşit “yeniden doğuş” yaşadıklarını düşünürler. Özgür irade fikri ne giriş noktasında ne de “ilerlenen basamaklar” sırasında işlevseldir. Teslimiyet ve adanmışlığın getirdiği duygusal dinginlik, yaşamı komplike edebilen anksiyete gibi zorlukların üstesinden gelmenin anahtarı oluverir.
Bireyin tarikat yolculuğunu sıra dışı bir perspektiften ele alan Faults (2014), geçmişte yolu tarikatlardan geçmiş ancak onlardan bir şekilde “kurtulmuş” olan bir deprogramming –zihin kontrolü- uzmanı Ansel Roth’un hikâyesini konu alır. Bu terim, tarikatlar tarafından etki altına alının kişilerin bu etkiden kurtulmalarını sağlayan bir yöntem olarak kullanılmaktadır. Ansel, bu kişileri öncelikle bulundukları mekânsal ve zamansal bağlamdan koparmakta, onları götürdüğü izole bir yerde diyalog kurma yoluyla düşünce sistemlerini gözden geçirmelerine ve sonuç olarak tarikat öğretilerinden uzaklaşmalarına yardımcı olmaktadır. Bu uğurda yazdığı kitap pek ilgi görmese de kitabın tanıtım etkinliklerinden birinde Faults isimli bir tarikatın etkisi altında yaşamını sürdüren Claire’in kızları için endişelenen anne-babasıyla tanışır. Ansel’den yardım isteyen çaresiz çift, kızlarının kendini iyice kaybetmesinde korkmaktadır. Paraya ihtiyacı olan Ansel, Claire için özel bir deprogramming seansı yapmayı kabul eder.
Psikolojik gerilim türünde mizahi ve absürt bir seyir sunan Faults, beklenmedik sonuyla insan hayatında özgür iradenin anlamını bir kez daha düşündürmektedir.
The Sacrament (Yön. Ti West, 2013)
Tarikat ve dini ögeler denilince akıllara sinema perdesinde ilk olarak kırsal bir yaşam alanı ve peder gelir. Bu tür filmler, genellikle tarikatların ve komünlerin cazibesini ve etkilerini inceler. Dolayısıyla toplumda önemli bir rol oynamakla birlikte seyirciye bu tür grupların iç dinamiklerini ve toplumsal etkilerini anlamaları için farklı bir pencere açar. Bireysel özgürlük, inanç, manipülasyon ve güç gibi temaları da sorgulatarak, daha geniş kapsamda toplumsal ve kültürel meseleleri tartışmaya teşvik eder.
Bu filmler aynı zamanda izleyicilere uyarıcı nitelikte de olabilir. Tarikatların ve komünlerin tehlikeleri hakkında farkındalık yaratırken aynı zamanda bu tür grupların çekim gücünün altında yatan psikolojik ve sosyolojik faktörleri de araştırır.
Ritüel (2019) gibi o dönemi yansıtan bir dini liderin ayin sonunda kendisini uçurumdan atması gibi bireysel, The Devil All The Time (2020) filminde kırsalda yaşayan bir topluluğu yöneten peder eşliğinde, dini ritüellerin esasında bir yozlaşma olduğunu anlatan toplumsal ve hatta Dogville (2003) gibi tiyatro sahnesinde geçen ancak yine de kırsalda yaşayan cahil bir topluluğun sebep olduğu kişisel bir hırsın akabinde kültürel etki bırakan dini ögeli filmlere baktığımızda sinemadaki yansımaları, izleyiciye her alanda derin bir düşünme alanı sunar.
Modern bir dünyada dahi her şeyden kopuk, kırsal kesimdeki ufak topluluğu anlatan, yönetmenliğini Ti West’in yapmış olduğu The Sacrament’te (2013) bu kapsamda dikkat çeken önemli bir yapım olarak öne çıkar.
Film, 1978’de yaşanan Jonestown katliamından esinlenerek tarikatların gücünü ve bireyler üzerindeki yıkıcı etkilerini gözler önüne seriyor. Konusuna gelince, Vice Media çalışanları Sam ve Jake’in arkadaşları, Patrick’in kaybolan kız kardeşi Caroline’ı bulmak amacıyla Eden Parish’e gider. Gözlerden uzak bir tarikat kolonisinin lideri Father (Baba) tarafından yönetilen ve üyelerinin huzur ve mutluluk içinde yaşadıkları bir komünün tarikatı elbette ki karanlık sırları ve manipülatif yapısıyla öne çıkar.
Belgesel tarzında izlediğimiz filmle izleyiciyi olayların tam ortasına yerleştirir ve karakterlerle özdeşleşmemizi sağlar. Kameranın soğukkanlı ve tarafsız bakışı, bizleri koltuğumuzda huzursuz ederken tarikat üyelerinin yaşadığı trajediyi daha da derinden hissetmemize yol açar.
Eden Parish’in sakinleri, dış dünyadan tamamen izole olmuş, “Father”ın otoritesine tamamen teslim olmuş durumdadır. Father’ın karizmatik ve manipülatif yapısıyla orada yaşayan komünü nasıl etkisi altına aldığını, onların zaaflarını nasıl ustaca kullandığını görürüz. Bu noktada da The Sacrament sadece bir korku filmi olmanın ötesine geçerek, liderlerin gücünü ve bu gücün nasıl istismar edildiğini anlatan bir psikolojik inceleme fırsatı da sunar.
Seyirciye tarikatların iç yüzünü ve bu tür yapılanmaların ne kadar tehlikeli olabileceğini etkileyici bir şekilde anlatan film, tarikat liderlerinin karizmatik kişilikleri, izole yaşam alanları ve katı kuralları, üyelerin iradesini nasıl kırdığını ve onları nasıl tamamen kontrol altına aldığını gösterir.
Ti West’in bu filmde yarattığı atmosfer, hem sinematografik açıdan hem de konu işlenişi bakımından oldukça başarılıdır. İzleyiciyi, tarikatların karanlık dünyasına sürüklerken bu tür yapıların ne kadar yıkıcı olabileceğini hatırlatır. The Sacrament, dini tarikatlar ve komünler üzerine yapılan filmler arasında özel bir yere sahiptir.
The Master (Yön. Paul Thomas Anderson, 2012)
Psikoloji tarihi, erken dönem fizyolojik etkiler göz önünde bulundurularak incelendiğinde beynin içeriden haritalanmasını içerir. Extirpation tekniği, klinik metot veya elektriksel stimülasyon; beynin belirli bir bölgesinin çıkarılmasını veya uyarılmasını içeren yöntemlerdir. Bu yöntemlerle beyin bölgelerinin lokalizasyonu sağlanır. Öte yandan beynin dışarıdan içeriye haritalanması dediğimizde aklımıza gelen ilk figür frenolojinin kurucusu Franz Joseph Gall’dur. Cranioscopy de denen bu sözdebilim, kişinin kafatasındaki girinti ve çıkıntıların kendisinin entelektüel ve duygusal özelliklerini yansıttığını öne sürer. Yukarıda bahsedilen metotları kullanarak edindiği saygınlığı Gall, frenoloji ile yitirir ve bilim camiasında bir şarlatan olarak görülür. Ancak frenoloji, Amerika’da pratik problemlere uygulanabilir göründüğünden ötürü popülerlik kazanır. Bu konuda dergiler, sosyeteler oluşur. Frenolojinin – kısa sürede yanlışlanmasına rağmen- getirdiği bu büyük sesin temelinde ise dönemin Zeitgeist’ına uygunluğu yatmaktadır.
The Master (2012) filminde Lancaster Dodd tarafından uygulanan geçmiş yaşam terapisi ise esasen sözdebilim ile tarikat yapılanmalarının iç içe geçtiği bir tedavi metodu olarak The Cause (Türkçesi: Sebep)’u işliyor. Psikoloji tarihinden pek çok referans bulmak mümkün, hatta bu yöntem filmdeki bir karakterin de öne sürdüğü üzere hipnoz ile yadsınamayacak benzerlikler içeriyor. Freddie Quell, İkinci Dünya Savaşı sonrasında topluma karışmakta güçlük çeken bir denizcidir. Freddie herhangi bir öğretiden veya öncüden medet umacak birisi de değildir aslında fakat Dodd ile tanışınca ikisi arasında alkolizm ekseninde başlayan, sapkın cinsel fantezilerin ortaklaştığı bir bağ oluşur. Bir kimlik ve aidiyetten yoksun olan Freddie, sınırsız davranışlarının ardında bir ruhunun olduğundan haberdar değildir. Tam da bu nedenle birisinin bu ruhun içini gördüğünü iddia etmesi son derece çekici hâle gelir. Psikolojik ve spiritüel bağlılığının temelinde de bu yatar.
Geçmişe dokunmak mümkün olmadığı gibi geçmiş yaşamlara dokunmak da olanaksızdır. Freddie’nin travmasını saptamak için de geçmiş yaşamlara kadar gidilmesine hiç gerek yoktur. Geçmiş yaşamı terapi ve tedavi alanı olarak işaret eden Dodd; açmazlar arasında, başka şansı kalmamış insanların çaresizliğinden yararlanmaktadır. Ahşap duvar ile cam arasında gözü kapalı gidip gelerek geçmiş yaşamdaki dokunuşların tekrarlanarak kemikleşmiş tepkilerin araştırılması gibi bir yöntemin, güvenilirliği ve geçerliliğinden bahsetmek nafiledir. Ancak bir akımın öncüsü olmak niyetiyle makaleler yayımlayan, topluluklar kuran, okullar açan karizmatik biri; şarlatan olsa bile dönemin ruhuna uygun bir fikri pazarlıyorsa güvenilirlik ve geçerlilik gibi elzem terimlerin esamesi okunmaz. Yalnızca bir kişinin iradesine dayalı bilim olmaz. Bu tarikatın temelidir.
Takva (Yön. Özer Kızıltan, 2006)
“Ben sadece iyi bir insan olmak istedim.”
1997 yılında Serdar Akar, Önder Çakar, Mehmet Aksın, Sevil Demirci tarafından kurulan Yeni Sinemacılar Kolektifi, çektikleri Gemide (1998), Laleli’de Bir Azize (1998), Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (2000) gibi arthouse filmlerle kısa sürede dikkatleri üstlerine çekmeyi başarmıştır. Ne var ki 2002 yılında çektikleri Maruf filminin ardından Serdar Akar’ın kolektiften ayrılmasıyla grup dağılma aşamasına girmiştir. 2006 yılında çektikleri Takva (2006) filmi ise içinde Önder Çakar’ın olduğu son filmdir. Baştan beri kolektifte yer alan Özer Kızıltan Takva’nın çekimlerinde yönetmen koltuğuna oturmuş ve kariyerinin en önemli yapıtını oluşturmuştur. Film, aynı yıl Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu dalları da dâhil olmak üzere toplam dokuz ödül almış, ulusal ve uluslararası pek çok festivalden ödülle dönmüştür.
Takva filmi için dini bir film diyemeyiz ancak odağına dini ve özellikle çilecilik denen akımı aldığını söyleyebiliriz. Filmi çeken ekip gerçekleştirdikleri söyleşilerde, amaçlarının tarikatların artısını veya eksisini göstermek olmadığını, yalnızca Muharrem’in hikâyesini anlatmak istediklerini belirtmiştir. Zaten bu nedenle filmde herhangi bir tarikatı temsil eden renkler ve kıyafetler kullanılmamış böylelikle filmin bilinen bir tarikatla doğrudan ilişkilendirilmesi istenmemiştir. Film, bir tarikat mensubunun dönüşümünü anlatması nedeniyle seküler kesim tarafından tarikatları normalleştirdiği, muhafazakâr kesim tarafındansa kendilerini kötü gösterdikleri yönünde eleştirilere maruz kalmıştır. Bu haliyle aslında kimseye yaranamamış ama aslında gücünü ve etkileyiciliğini tam da bu özelliğinden almıştır. Marksist ideolojiye sahip olduğunu bildiğimiz senarist Önder Çakar, son derece ince bir ip üstünde ustalıkla yürümüş ve faize girmemek için kul hakkına giren, fitre ve zekatını verdiği için kazandığı haksız paranın haram olmadığını zanneden ve zor durumdaki birine yardım etmek için dua etmenin yeterli olduğunu düşünen mütedeyyin kesime dozunda bir muhafazakârlık eleştirisi getirmiştir. Aynı şekilde sermayenin elinde yükselen inanç sistemi ile tarikatlar ve iktidar arasındaki ilişkilere de değinen filmde, özellikle dergâh şeyhini canlandıran Meray Ülgen’in karizmatik ve aklı başında itikat sahibi birini canlandırması ise sekülerleri kızdıracak türdendir.
Eminönü’nde bulunan Büyük Han ve Mimar Sinan’ın İstanbul’daki ilk eseri olan Haseki Külliyesi, filmde kullanılan mekânlardır. Söz konusu mekânların varlığı filmin sinematografik anlatımını muazzam kılmıştır. Film, çekimlerinden önce uzun bir hazırlık sürecinden geçmiştir. Yaklaşık üç yıl süren bu hazırlık sürecinde, ekip birçok dergâhla görüşmüş ve zikir meclislerine katılarak gözlem yapmış, bu sayede Türk sinema tarihindeki en güzel zikir sahneleri çekilebilmiştir.
Film, dünyadan elini ayağını çekerek kendini tamamen Allah yoluna adayan bir bireyin neo-kapitalist İslam dünyasıyla çatışmasını anlatır. Küçüklüğünden beri bir handa bulunan çuval tüccarının yanında çalışan Muharrem, düzenli olarak bir dergâha gitmektedir. Bağlı bulunduğu dergâhın şeyhi bir gün Muharrem’i yanına çağırır ve bundan sonra dergâhın mali işleriyle onun ilgilenmesini ister. Buna göre Muharrem dergâhın sahibi olduğu taşınmazların kira gelirlerini toplayacak ve yapılması gereken işlerini halledecektir. Bu durum zamanla Muharrem için çok büyük bir sınava dönüşür. Kendi küçük dünyasında küçük paralarla idame ettirdiği hayatına bir anda çok büyük meblağlar dâhil olunca Muharrem, yıllarca gönül verdiği tarikatın akçeli işlerle olan ilişkisini kaldıramaz boyuta gelir. Filmin başrollerini Erkan Can, Güven Kıraç, Meray Ülgen ve Erman Saban paylaşmaktadır.
On the Silver Globe (Yön. Andrzej Zulawski, 1988)
Sinemanın felsefi boyutta yeni bir bakış açısıyla incelenmesinde ve görüntülerden anlam yaratımının arka planında düşünce üretimi dikkat çeker. Bu üretim sanatı felsefeye yaklaştıran en önemli adımlardan biridir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem, gündelik yaşamdan siyasi otoritelere küresel çapta değişim getirmiştir. Özellikle bireylerin yaşadığı buhran, iç huzursuzluk kolektif bir yıkıma dönüşmüş, halkı depresif ruh hâline sürüklemiştir. Toplumun yansıması olan sinema da bu yıkımdan etkilenmiş, yönünü sorgulamaya ve anlam arayışına çevirmiştir. Savaş sonrası dönem sinema için adeta küllerinden doğan bir Anka Kuşu değerindedir. Polonya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası yükselen sinemasında üçüncü kuşak yönetmenlerinden en dikkat çeken ismi kuşkusuz Andrzej Zulawski’dir. Zulawski sinemasının; bireyden topluma yönelen, tedirginlik yaratan bir anlatı yapısı vardır. Kimi zaman filmlerinde gri atmosferin yoğun olduğu kasvetli bir ortam dikkat çeker. Zamanla oturan sinematografik dili henüz ikinci filmi olan Diabel’de (1977) tüm ülkede yasaklanarak kendisini Polonya’yı terk etme sürecine götürür. Zulawski, On the Silver Globe’u (1988) ağır sansür altında çeker. Filmin neredeyse yarısı kayıptır. Elde kalan parçalarla oluşturulan kurgu On the Silver Globe’u hikâyede geçen yeni bir yaşam üssü arayan gezici astronotlarla bağdaştırır. Bu yaklaşım Zulawski’nin göçmen psikolojisiyle birlikte ele alınmalıdır. Keza bulunan yeni yaşam alanı, yeni insanlar, yavaş yavaş yeni bir tarikatı oluşturmak üzeredir. Parçalardan oluşturulan bütün ve filmdeki karakterler adeta yapbozun boşluklarını doldurmaktadır.
On the Silver Globe, yönetime, hiyerarşiye ve sınırlara bir başkaldırı filmi olarak dikkat çeker. Herkes için eşit şartların mümkün olduğu yerlerin zamanla mülkiyet hâline gelmesini, dünyanın başlangıçta tüm insanlara ait olduğunu; ancak sonrasında pay edilmesini eleştirmektedir. Orantısız anarşist görüşün bir seviye üstünün faşizm tonuyla birleştiğini ima eder. Yeni gezegene ayak basan astronotlar yöredeki uygarlıkla iletişim kurmak için yollar geliştirir. Yaşlı ve bilge adam kültünden kutsal doğurgan kadına dek tüm motifler bu gezegende de mevcuttur. Yönetime karar veren yaşlı erkek ve nüfusu çoğaltmak için sürekli doğum yapmak zorunda olan kadın, kainattaki cinsiyet eşitsizliğinin evrensel bir tartışma konusunu oluşturmaktadır. Zamanla homojen bir hâl almaya başlayan astronotlar ve ötekiler aynı komüne mensup bir şekilde yaşamaya devam ederler. Dünyanın ötesinde kayda değer bir şeyin olmadığının anlaşılması tüm mücadeleyi bozguna uğratır. Gezegene yeni gelen Marek bu komünde kurtarıcı olarak görülür. Aynı gezegende Szernler olarak bilinen başka bir tarikat daha vardır. Mesihyen özelliklerle kutsanan Marek, çok geçmeden komün tarafından dünyadan sürgün edildiği düşüncesiyle dışlanmaya başlar.
Tekinsizliğin dünya formu haricinde mekânsal bağlamda irdelenmesi tüm evreni global bir yaşam ağı olarak ele alır. Silver Globe (gümüş küre) burada önemli bir detaya sahiptir. Sümer mitolojisine göre dünyada medeniyeti başlatan antik uzaylılar, Jüpiter ve Mars arasında bulunan Nibiru gezegeninde yaşamaktalardır. [1] Nibiru’nun zarar gören atmosferini onarmak için altından yapılma kalkanlara ihtiyaç duyarlar. Yedinci gezegen olan Dünya, altın rezervleri açısından tek kurtuluş yoludur. Altın işlemek amacıyla ilk kez dünyaya gelen Anunakiler burada medeniyeti başlatırlar. Öte yandan gümüş olarak adlandırılan Zulawski’nin filmsel gezegeni ise distopik bir dünyanın karşı okumasıdır. Dünyalı insanların başka gezegenlerde yaşam arayışı değerli madenler ve üstünlük açısından ustalıkla tartışılmaktadır. Film, uzaylı ya da insan ırkları arasındaki gerilimi ve kimin daha medeni olduğuyla ilgili düşünceleri topyekün bir şekilde reddetmektedir. On the Silver Globe, belli bir komünü, tarikatı işlemek yerine tüm kâinatı birbirini sömüren bir parazit olarak düşünmemizi sağlamaktadır. Aslında bütün varoluş bir tarikattır.
[1]https://viamaris.com.tr/gokturk-ramu-ve-anunnakiler/