“İçinizdeki gerizekalıyı özgür bırakmak ister miydiniz?”
Hepimiz toplumun bize dayatmış olduğu birtakım kurallar ve davranışsal normlar çerçevesinde davranmaya çalışırız. Öyle ki kalıplaşmış davranışların ve konuşmaların yanı sıra en yakınlarımıza dahi kendimizi olduğumuzdan daha farklı gösterir, veyahut duygularımızı içimize bastırıp -mış gibi davranmaya devam ederiz. Halbuki bizi biz yapan tüm özelliklerimizle, özgürlüklerimizle birlikte yaşamaya hakkımız vardır. Ancak diğer taraftan da akıllara ‘aslında özgürlük, her şeyi dilediğimiz gibi yapabilme hakkını verir mi?’ sorusu gelir. Aksi bir durumda belirli sınırların dışına çıkarak, toplum kurallarının da ötesinde davranışlar gerçekleştirebilir, dahası kendimize başta olmak üzere çevremize de bu kuralsızlığın yansımalarını özel alan ihlaline girerek de gösterebiliriz.
Öyleyse özgürlüğü, özgür yaşamayı nasıl tanımlayabiliriz? bürünmek istediğimiz davranışlar ve tüm benliğimizle birlikte dilediğimiz zaman dilediğimiz gibi davranabilmek midir, yoksa belirli normlar çerçevesinde başkalarının da sınırları, başkalarınınkini de ihlal etmeden belirleyebilmek midir özgürlük?
The Idiots (1998), esasında bu soruların çok daha ötesinde bir gerçeklikle baş başa bırakır bizleri. Film boyunca yönetmen bizi oradan oraya savurur durur. Grup, birini kaybedip birini kazanırken orta sınıf ahlak değerlerine karşı duruşlarını, iğneyi kendilerine de batırarak göstermeye devam eder. Bir haklıyızdır bir haksız. Bir suçluyuzdur bir de suçsuz. Peki ya bu soruların cevapları kimde saklıdır? Aslında Trier bu filmde, gerizekalılıkla alay etmekten çok hem kendimize hem de birbirimize bu tutum karşısında ayna tutmamıza aracı olur.
Kural tanımayan, adından sıkça söz ettiren namıdiğer Lars Von Trier, yine yapmış yapacağını diyebileceğimiz bir film bırakır bizlere. Filmleriyle pek çok tartışmaları beraberinde getiren Lars Von Trier’in varoluşsal sancıları içine çeken karakterleri The Idiots’ta da yerini alır.
Genel olarak sosyal ve siyasi konuları işleyen ve filmlerinde pornografik yaklaşıma (burada cinsellikten bahsetmiyorum) yer veren Trier, yine yapıyor yapacağını!
Ne yapacağını bilemeyen ve nerede görsek tanıyacağımız kaybolmuş bir ruha sahip Karen’le bir restoranda açılış yapan film, öğrenme güçlükleri varmış gibi davranarak bir çeşit deney yürüten bir grupla karşılaşmasıyla devam eder.
Esasında amaçları toplumsal engelleri yıkmak ve özgürleştirici bir birleşime sahip olmak olan grupla beraber Karen, kendini ilk kez bu kadar kendisi olarak çıplak bir deneyim yaşayacaktır. Filmde asıl tartışılan konu ise Karen’ın sorduğu soruyla beraberinde bir çatışma yaratır. Zihinsel engelliymiş gibi davranan bu grup, toplumsal engelleri yıkmak adına mücadele ederken aslında zihinsel engelli olan bireylerin engeline takılır mı takılmaz mı? Ya da şöyle de diyebiliriz; taklidin sınırları ve bu bireyler üzerinden elde edilen gelir ya da özgürlük ne kadar etiktir ne kadar değildir?
İşte aslında esas soru da grubun içerisinde bireylerin başta kendilerinden yola çıkarak, sosyal çevresi ve ailesine karşı gösteremediği benliklerini çıplak bir şekilde kendi aralarında ya da bilmediği mahallelerde gösterirken ne kadar özgür bir deneyim yaşadıklarıdır.
Toplum tarafından dışlanan engelli bireylerin karşısında sosyal deney diyebileceğimiz türden olaylara şahit olurken bir taraftan deneyin getirdiği sonuçlara kızarız; diğer taraftan da aslında kendilerinin de alışık olmadığı bu bireylerle karşılaştıklarında diğerleri gibi tepki vermeleri karşısında tereddüt yaşarız.
Peki film bize neyi anlatmaya çalışıyor? İçimizdeki gerizekalıyı özgür bırakarak gerçekten de yaşadığımız dünyadaki sosyal ve siyasi sorunlarla mücadele edebilir miyiz, yoksa yalnızca oyun mu oynuyoruz? Bu oyunun getireceği sonuçlara karşı hazır mıyız?
Sorumuzun cevabı grubun liderinin, ‘yalnızca burada değil işinizde, sevdiklerinizin yanında da taklit yapabilirseniz ancak size öyle inanırım’ demesiyle cevap bulmaya başlıyor. Bu tepki karşısında işinde ya da ailesinin yanında kendini tamamen özgürleştiremeyen grup ekipleri de bir bir dağılmaya başlıyor.
Bir cesaret, gruba henüz yeni katılan Karen, gruptan birisini yanına alarak bu sorunun cevabını bulmak adına soluğu ailesinin evinde alıyor. Ancak eşiyle bebeklerini henüz yeni kaybetmiş olduğunu evin içerisinde öğrenmişken, Karen’ın içindeki gerizekalıyı özgür bıraktığı sahnede ‘şimdi sırası mıydı? Yaşanamamış pek çok acı varken…’ demekten de kendimizi alıkoyamıyoruz. Belki de tam da sırası. Acının özgürleştirici dışavurumu engellerle açığa çıkıyor.
Benzer bir acı olmasa da kendisiyle birlikte bebeğini kaybetmiş olan eşinin yanında gerizekalı taklidi yapan Karen’ın eşinden yediği tokat darbesiyle beraber özgürlük kavramını yeniden ele alıyor ve kapanışı yapıyoruz.
Ancak yine de şunu söylemeden geçemeyeceğim; her ne kadar ortada trajik bir kayıp yaşanmış olsa da Karen, böyle bir durum olmasaydı ve içindeki özgürleşmek istediği benliğini özgür bıraksaydı ailesinden ve beraberinde eşinden o tokadı yer miydi yemez miydi? Bana kalırsa o tokat her şekilde bize atılacaktı.
Tüm bunların ardından film boyunca aklımdan geçip duran şu cümleyi de buraya bırakıyorum;
“Farklılığıyla ötekileştirilenlerin bir başkasına ötekiyi deneyimletmesi kadar, önce kendine de ‘ötekiyi’ yaşatabilmek ne kadar da özgürleştirici bir deneyimdir!”