“Tıpkı bir güvercin gibiyim… Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli… Ve anında dönecek denli de süratli. İşte size bedel …. Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet, biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.”
Bu satırlar, hepinizin bildiği gibi, Hrant Dink’in 19 Ocak 2007 tarihinde, Agos gazetesindeki son yazısından satırlar. Ancak sadece bir benzetme değil güvercin, aynı zamanda kanatlarında özgürlüğü taşıyıp uçtuğu her toprağa serpen bir çağrı; yalnız demirden parmaklıkların gölgesine tutulan ışık değil, aynı zamanda adaleti yeniden filizlendirecek bir güneşe davet. Biz de üzerine gölgelerin karası düşmüş tüm bakışlara sesleniyoruz, Hrant Dink’i kaybettiğimiz 10. yılda, özgür kuşların uçtuğu, kuşların bizim yarattığımız mutsuz diyarları terk ettiği; didişmelerimizi, sevgisizliğimizi tedirginlikle izlediği filmlerden bir listeyle sizleri baş başa bırakıyoruz.
(Seçil Karagülle)
Abluka (2015, Yönetmen: Emin Alper)
Emin Alper’in Tepenin Ardı’nda (2012) olduğu gibi rüya ile gerçeği iç içe geçirdiği Abluka filmi, insanın özgürlüğü üzerine düşündürten filmlerdendir. İnsan ne kadar özgür olabilir ya da seçimlerimizle kendimizi ablukaya alan biz miyiz? Bize yansıtılan dünya ne kadar gerçektir, insan köpek öldürmek zorunda kalabilir mi, köpek öldüren insanla empati yapabilir miyiz, bir insanı ölü ele geçirmek ne demektir, hapishanede olmakla dışarıda olmak tam olarak neyde ayrılır gibi sorular kafamızda birike birike izleriz. Bu sorular doruk noktasına ulaşmışken, başkarakter Kadir (Mehmet Özgür) değişen ve fakirleşen şehre bezginlikle bakarken, o şehrin üstünden kuşlar, acı çığlıklarıyla göç ederler. İşte o sahnede kuşlara öykünürüz. Onlar tedirginlikle ama özgürce giderler bu diyarlardan.
Bird People (2014, Yönetmen: Pascale Ferran)
Günümüzde ne kadar risk alıyoruz? Alamadığımız riskli kararlar, özgürlüğümüzü bizim elimizden alıyor mu? Ne kadar özgürüz? Ne kadar fedakârız? Bird People, modern insanın varoluşsal problemleri ile harmanlanıp izleyiciye kendi hayatını sorgulatan, ayna görevi üstlenen bir film ve bir bakıma, Kafka’nın Dönüşüm romanının sinemadaki çağdaş bir uyarlaması. 2014 Cannes Film Festivali’nde Un Certain Regard bölümünde gösterime sunulan Bird People, ülkemizde izleyiciyle 2015 İstanbul Film Festivali’nde tanıştı. Pascale Ferran’ın yönetmeni olduğu filmin başrol oyuncuları ise Josh Charles ve Anaïs Demoustier.
(Atakan Özkan)
The Song of Sparrows (2008, Yönetmen: Majid Majidi)
Tanpınar’ın dediği gibi, ne içinde olabilmek zamanın ne de büsbütün dışında… İran sinemasının usta yönetmeni Majid Majidi de bir halkaya, halka, bütüne dâhil olabilmenin öyküsünü satırlardan beyazperdeye taşıyor. Bir devekuşu çiftliğinde çalışan Kerim, işitme engelli kızının tedavisi için gittiği Tahran’da adeta bambaşka bir dünyaya yeniden gözlerini açar. Ne memleketinin topraklarına dönebilir artık ne de adım atmayı henüz öğrendiği bu yabancı topraklarda kök salabilir. Kararları, yüreği, kimliği ikiye bölünmüştür; arada kalmışlıkla aidiyet duyguları arasında varlığını bir arada tutup onu yaşama bağlayan tek şey, önünde bir yol gösterici ışık gibi parlayan, güneş bellediği özgürlüktür. İnsanî duyguların bütünleştiriciliğine karşın kültürel farkların ayrımcı tutumunu karşılaştıran The Song of Sparrows, tüm öfkeli kelimelere rağmen her cümlenin sonuna nokta mahiyetinde yine ve ancak “insan”ın, “insanlığın” geldiğini bizlere hatırlatıyor.
(Rabia Elif Özcan)
No (2012- Yönetmen: Pablo Larrain)
Bu yıl Natalie Portman’ın başrolü oynadığı Jackie (2016) filmiyle tekrardan gündeme gelen yönetmen Pablo Larrain’i, geniş kitlelere tanıtan yapımı hiç kuşku yok ki, 1988 Şili Referandumu’nu anlattığı No (2012). 1973’te Amerikan’ın destekleriyle sosyalist lider Salvador Allende’yi deviren Augusto Pinochet, diktatörlüğünün on beşinci senesinde rejimi yasallaştırmak adına bir referanduma gitmek zorunda kalır. İstikrar ve daha güzel bir gelecek vaatleriyle halktan EVET oyu isteyen Pinochet’ye karşı, onun dikta rejimine son vermek isteyen muhalif kesim ise HAYIR’ın tarafında yer alır. Bu aşamada HAYIR kampanyasını yürütenlerin başarılı reklamcı René Saavedra (Gael García Bernal) ile anlaşmaları, birbiri ardını izleyen birçok optimist propagandayı da beraberinde getirir. No, 1988 referandumunda %54 oy alan HAYIR’cıların izlediği yolu, dönemin ruhunu an ve an hissettirerek anlatırken, özgürlük için izlenmesi elzem olan yolu da en ince şekilde aktarmayı başarıyor. Özellikle günümüz Türkiye’sinin koşullarıyla birçok ortak özelliği barındıran No, ilerleyen dönemlerde daha çok gündeme gelecek ve adından söz ettirecektir.
(Polat Öziş)
Uçurtmayı Vurmasınlar (1989, Yönetmen:Tunç Başaran)
Özgürlüğün simgelerinden biri olan uçurtmanın bir hapishanede annesiyle beraber yaşamaya çalışan küçük Barış’ın umudu olduğu filmi kim unutabilir? O uçurtma sırf Barış’ın değil, onu sevgiyle kucaklayan tüm izleyicinin umududur aslında. Tunç Başaran’ın en iyi filmlerinden biri olduğu su götürmez bir gerçek olan filmde Nur Sürer, Füsun Demirel, Güzin Özyağcılar, Meral Çetinkaya gibi isimler yer almaktadır. Türkiye sinema tarihinin en akılda kalıcı çocuk performanslarından biri de bu filme nasip olmuştur. Ozan Bilen, beş yaşında hepimizin göz peteklerini dolduran ve umudunu hiç kaybetmeyen Barış’ta müthiştir. O, İncisinin de çıktıktan sonra uçurtma olarak kendisine döneceğine inanmıştır. Dedikleri gibi, “bir umuttu yaşatan insanı” Barış’ta o güzel kalbindeki umudu hiç kaybetmez. Dört duvar arasında olan sadece küçük bedenidir çünkü…
(Hande Sönmez)
Güneşe Yolculuk (1999, Yönetmen: Yeşim Ustaoğlu)
Mehmet, saçlarını sarıya boyatırken tek istediği insanların ona kötü gözlerle bakmamasıydı. Yaşayabilmek için kendisi olmaktan vazgeçmek zorunluluğunu acıyla hissediyor, onu var eden topraklarda bir yabancı gibi yürümenin kederinden kaçamıyordu. Mehmet’in güneşe yolculuğu uzak bir yıldıza değil, silinip yok edilmek istenen kendisine, doğduğu günden beri içinde yaşayan ülkeye yaklaşma çabasıydı. On yıl evvel Hrant Dink, içindeki güneşi kâğıda döktüğü Agos gazetesinin önünde katledildiğinde, ardında uzun bir yolculuğun ve mücadelenin izlerini bıraktı. Bedeninde ve ruhunda taşıdığı toprağın sesiyle konuşan Hrant, onu susturduğunu sananların dahi kulaklarında yankılanmaya devam ediyor. Mehmet’in ve Hrant’ın güneşi hepimizin içinde ziyaret edilmeyi beklerken, aksini kim iddia edebilir ki?
(Deniz Berk Sayınhan)
Land and Freedom (1995, Yönetmen: Ken Loach)
Ken Loach’un yönetmenliğinde İspanya İç Savaşı’nın anlatıldığı Land and Freedom (1995), ortaya çıkan birkaç eşyanın içinden kırmızı bir eşarbın hikâyesini, 1936’da İspanya’da kurulan koalisyon hükümetinin ardından, işçilere demokratik hak verilmesini istemeyen faşist kitlenin Franco önderliğinde ayaklanma başlatmasından sonra olanlar ile anlatır. Bunun üzerine faşistlerin karşısında durabilmek ve hükümete destek çıkabilmek için silahlı birlikler oluşturulur. Bir savaşta kazanan tarafın asla olamayacağı gibi, arada sıkışıp kalmış ve politik amaç gütmeyen masum halkın en fazla zarar gören taraf olduğu da apaçık ortadadır. İdeolojilerin kendi içinde yaşadığı çelişkileri de ortaya dökmesiyle ünlü olan Land and Freedom, getirdiği ideolojik eleştirilerin yanı sıra kendine tutulması gereken taraf olarak halkı seçiyor.
(Özlem Yenilmez)
Kes (1969, Yönetmen: Ken Loach)
Yorkshirelı işçi sınıfına mensup bir ailenin çocuğu: Billy Casper. Evde abisiyle aynı yatağı paylaşacak kadar özel alandan mahrum, okulda şiddet gören bir “uyumsuz.” Ergenliğe geçtiği bu dönemde kimliğini ortaya koymasına izin vermeyen bir çevrede büyüyen Billy’nin karşısına yaralı bir atmaca çıkar. Sahiplenir; uçurmak, uçmak ister…
(Çınar Ünal)