Hayatta kimsenin değiştirmeye gücünün yetmeyeceği bazı olgular vardır. İlk günden beri aramızdalardır ve onlardan nefret ederiz. Özellikle bunlardan biri var ki elimizi kolumuzu bağlar: Yaşlanmak. Evrenin bu kanunu fena halde canımızı sıkar. Belki de bunun sebebi geçmişi unutmayan ve anılarının üstüne düşünen tek canlı olmamızdır. Doğamız gereği yaşlandıkça istediğimiz bazı şeyleri yapamaz hale geliriz. İsteklerinin aynı, bedeninin farklı olduğu koşullarda karamsarlaşmamız doğaldır. Bazı insanlar bu süreçten diğerlerine göre daha çok etkilenir. Efor sarf edilen meslek gruplarında çalışanlar için daha can sıkıcı bir durumdur bu. Özellikle psikolojik açıdan yıkıcı sonuçlar doğurabilir, eski ışıltılı günlerden hızla uzaklaşmaya ve dibe vurmaya sebebiyet verebilir. Profesyonel güreşle uğraşan “eski toprak” bir sporcunun yaşadıklarını anlatan The Wrestler (2008) yukarıda çizdiğim karamsar tabloyu tamamlayan bir örnektir.
80’li yılların mega star güreşçisi Randy “The Ram” Robinson’ın (Mickey Rourke) kariyerinin şatafatlı zamanları geride kalmıştır. Oldukça düşük standartlarında yaşamını idame ettirmek için hafta sonları farklı farklı şovlarda güreşmekte, geri kalan günlerde ise bir markette çalışmaktadır. Eski durumundan gittikçe uzaktaki kondisyonunu korumak için ilaçlara başvuran Randy, bir şovdan sonra kalp krizi geçirir. Bir daha güreşemeyeceğinin söylenmesinin ardından sarsılan hayatını rayına sokmak için savaşır, ancak pek başarılı olamaz. Sonunda yine kendi bildiği yolda gidecektir.
Son dönem Amerikan sinemasında yarattığı yenilikçi melodramla ön plana çıkan Darren Aronofsky’yi Altın Aslan’a kavuşturan 2008 yapımı filmin oyuncu kadrosunda kariyerinin belki de en iyi performansını gösteren Mickey Rourke ile Marisa Tomei ve Evan Rachel Wood yer almaktadır.
The Wrestler aslında başlı başına karakter odaklı bir film. Randy’nin iç dünyasının katmanlaşması merak uyandırıcı bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Geçirdiği kalp krizi sonucu değişen ve banalleşen hayatını takip ederken izleyicinin karakterle kurduğu bağ gerçekten şaşılacak kadar derinleşiyor. Bunun sebebi her yaştan insanın kendisinden bir şeyi karakterde bulması olabilir. Herkesin kendini dipte hissettiği zamanlar olur. Değişen ve yaşlandıkça kötüleşen hayat koşulları, aşağıya doğru ivmelenmeye hız verir. Bu durumun değişilmez bir kaide olduğu onca meslek grubundan bir tanesi de profesyonel güreşçiliktir. Özellikle Amerika ve Japonya’da yaygın şekilde yapılan ve ülkemizde “Amerikan Güreşi” olarak bilinen spor ile uğraşan kişiler, 40’lı yaşlarının ortalarına kadar üst seviyede performans gösterebilirken sonrasında gözden kayboluveriyorlar. Ana akım sporlardan ayrılan tarafı birkaç büyük güreş şirketi dışında güreşen sporcuların oldukça az paralarla çalışmak zorunda olması. Hele ki kariyerinizde sıkıntı çeken bir güreşçiyseniz, arka bahçe organizasyonları denilen ve oldukça düşük paralarla oldukça yüksek efor sarf ettiğiniz oluşumlarda çalışmak, hatta yaşamak için ek iş yapmak bile zorunda kalıyorsunuz. Randy, profesyonel güreşe ilginin doruk yaptığı sıralarda büyük sükse yapmış olsa da sonrasında yaşadıkları sebebiyle, kariyeri rayından çıkmış bir sporcu olarak karşımıza çıkar. Geçmişte yaşadığı dengesiz hayattan dolayı ne bir aile kurabilmiş ne de bir arkadaş çevresi edinebilmiştir. Bir karavanda tek başına yaşamaktadır. Hafta sonları şovlarda çıkmaya devam ederken bir yandan da borçlarını ödeyemediği için bir süpermarkette çalışmaktadır. Yaşlanan ve tutunacak dalı olmayan bir insanın geçmişiyle birlikte yaşadığı tüm hayatı, dergi kapaklarından başlayıp geldiği duruma kadar olan süreçteki salınımını görmek oldukça üzücüdür. Karakterin yaşadıklarını acıklı kılan bir diğer nokta ise madalyonun öteki yüzüdür. On yıllardır performans göstererek hayatını kazanan ve şöhreti yakalayan birinin kendi çöküşünü aktif şekilde gözlemliyor olması kendisini daha çok yıpratmasına sebebiyet veriyor. Eski vücudunu ve atletizmini kazanmak için ilaçlar kullanmak zorundaymış gibi hissetmesi- ki bu ilaçlar kalp krizi geçirmesine sebep oluyor- insanın yaşlanma hususunda ne kadar aciz kaldığının ve bununla ne kadar savaşsa da doğanın son sözü söylediğinin kanıtıdır. Camia tarafından çok büyük saygı görse de Randy, asla eski Randy olamayacağının bilincinde olan birisidir.
Filmi farklı noktaya taşıyan nüanslardan biriyse Mickey Rourke. Kendisinin oldukça başarılı bir performans göstermesinin altında filmde kendisini canlandırması yatıyor. Randy “The Ram” gibi Mickey Rourke da 80’lerde büyük sükse yapmış bir oyuncuydu. Jenerasyonunun en iyilerden biri olarak gösteriliyordu. Ancak doksanlı yıllarda oyunculuktan önce bıraktığı boks kariyerine devam etmeye karar vermesi ve ardından geçirdiği estetik operasyonlar sebebiyle mahvolmuş bir kariyere sahipti. Rourke, Randy’nin canlandırıcısı olmaktan ziyade onun gerçek hayat personası olarak karşımıza çıkıyor. İzleyen, karakter ve oyuncu arasındaki doğal bağı bilmese de bu sayede katarsise ulaşıyor; ayrıca bu durum filmin kurg – belgesel estetiğiyle yaratıldığını hissettiriyor. Her ne kadar rol için Nicolas Cage ve Hulk Hogan gibi isimlerle görüşüldüğü söylense de yönetmen Aronofsky, rolün Rourke için yazıldığını belirtmiştir. Randy ve boksör Rourke’un kesiştiği bir diğer noktanın ise ikisinin de ringe giriş müziğinin Sweet Child O’ Mine olması olduğunu belirtelim.
The Wrestler, yönetmen Darren Aronofsky için de bir meydan okuma aslında. İlk uzun metrajı Pi (1998) ve ardından gelen Requiem For A Dream’de (2000) oldukça niş hikayelerle çok beğenilen işlere imza atmış ve kendine özgü bir anlatım dili oluşturmuş, ancak 2006 yapımı The Fountain ile genel anlamda eleştirmenler tarafından pek de olumlu yorumlarla karşılanmayan mistik bir hikâye yaratmıştı. Ardından gelen ve fazlasıyla realist bir tavrı olan The Wrestler ile yönetmen oldukça cesur bir denemeye imza atmış, kendisinden beklenilenin tam tersi bir hikayeyle karşımıza çıkmıştı. Önceki filmlerinden aşina olduğumuz yakın plan çekimlerden ve başta hip hop kurgu tekniği olmak üzere – aslında The Fountain’da da bunlara rastlamak zor- alıştığımız sinema dilinden büyük ölçüde uzaklaştığını görüyoruz. Elde taşınan kamera özellikle ringin içinde geçen sahnelerde muazzam görseller ortaya çıkartırken Randy’nin ringin dışındaki statik hayatına şairane bir dinamizm katıyor. Pi ve Requiem For A Dream’de olduğu gibi ilaç kullanımının yol açtığı sıkıntılardan ötürü hikâye şekilleniyor. Bu bakımdan Aronofsky’nin ilaç kullanımının yol açtıkları konusunda bir takıntısının olduğu aşikâr; ancak filmdeki ana sıkıntıyı buna bağlamamız yanlıştır. Karakterimiz üzerinden toplum hakkındaki bir gözlemini sunuyor Aronofsky: Hızlıca tüketiyoruz, sonrasında dönüp arkamıza bile bakmıyoruz; ihtiyacımız kalmayan şeylerle denk gelirsek belki bir fotoğraf çekiliyoruz, o kadar.
Karakterle seyircinin kenetlendiği, kurgu ile gerçeğin birbiri içinde kaybolduğu bir eser The Wrestler. İnsanların “sahte eğlence” kisvesi altında değerlendirdiği spora gönül vermiş insanların darmadağınık hayatlarının ve mücadelelerinin sesi.