Kızıl saçlarıyla nam salmış, agresif ve bir o kadar da tatlı rollerin kadın oyuncusu Derya Alabora ile Hollywood yapımı filminden, ilk kez denediği korku filmine kadar keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
E.U. Oynadığınız filmlerin ortak özelliği bol ödül almaları. Bunu nasıl açıklıyorsunuz? Zaten iyi projelerde mi rol alıyorsunuz yoksa sizinle mi ödüle kavuşuyor bu filmler?
D.A. Açıkçası kendime göre bir kıstasım var, çok ticari olan filmlerde oynamamıştım aslında bir iki sene öncesine kadar, ama son olarak Deliha’da (2014) oynadım farklı bir rolde, yine bu sene çekimleri yeni tamamlanan Ata Demirer’in Olanlar Oldu (2016) filminde konuk oyuncu olarak yer aldım. Daha önce oynadığım filmler benim sinema görüşümü yansıtan, bir felsefesi, dünya görüşü olan filmler oldu. Kendi hayat görüşümü yansıtan, oyuncuların iyi olduğu, iyi yönetmenlerle çalışabileceğim projelerde yer almaktan hoşlanıyorum. Senaryo ve yönetmenle enerjim tutuyorsa o projeyi kabul ediyorum.
E.U. Aslında iyi olan işler, sizinle daha iyi oluyor ve başarıya ulaşıyor diyebiliriz o hâlde.
D.A. Evet, belki tesadüf diyebiliriz (gülüyor).
E.U. 2014 yapımı A Most Wanted Man filmi ile bir Hollywood yapımında yer aldınız. Sizinle nasıl bağlantı kurdular?
D.A. Aslında bu projede yer almam çok enteresan bir şekilde gelişti; Harika Uygur bir gün beni aradı ve heyecanla “Derya neredesin? Bir e-posta aldım, hemen sana yolluyorum.” dedi ve kapadı telefonu. O dönem Joe Wright Anna Karenina’yı (2012) çekiyor, Jude Law ve Keira Knigthley oynuyor filmde, e-postada da Ekim ayında benim boş vaktim olup olmadığı soruluyor. Biz önce, galiba biri bizimle dalga geçiyor diye düşündük. Ancak talihsizlik bu ya, tam o dönemde dizimden bir ameliyat geçirmem gerekiyordu ve buna rağmen Joe Wright ile Londra’da buluşacaktık. Her şey ayarlanmıştı; fakat bu sefer de vize ile ilgili sıkıntılar baş gösterdi. Tam vize çıktı derken, ameliyat oldum ve ayağımın üzerine tam olarak basamıyordum. Yine de yönetmenle yeni bir randevu ayarlanacaktı ama koltuk değnekleriyle adamın karşısına çıkmak bir hayli tuhaf kaçacağı için iptal oldu.
E.U. Aslında Anna Karenina gibi bir projede yer alma fırsatı bulacaktınız yani, öyle mi?
D.A. Evet, fakat olamadı. Neyse dedim, en azından ileride anlatacak anılarıma bir yenisini ekledim diye düşündüm (gülüyor). A Most Wanted Man’e gelirsek, bana Anna Karenina’yı getiren aynı ajanstan geldi bu teklif. O ara da biz Die Fremde (2010) filmini çekmiştik Almanya’da, Feo Aladağ’ın filmi, sanıyorum orada beni görüp yeniden geldiler, oynadığım rol bir Türk anne idi o filmde. Sonrasında tekst geldi ajanstan, okudum ve çok heyecanlandım. Bana gelen proje Berlin’deydi ve Anton Corbijn tarafından çekiliyordu. Türkiye’de tanınan biri olduğum için herhangi bir deneme çekimine vs girmiyorum; ancak yurtdışında tabii sizinle bir deneme çekimi yapmak istiyorlar haklı olarak. Ama o an için bu hiç aklıma gelmedi. Arkadaşımla gidiyorduk görüşmeye ve arkadaşım birden acaba çekim olur mu, dedi; bende bir anda şimşekler çaktı. Metni okumuştum ancak metin İngilizceydi ve tam olarak ezberlememiştim. Kafede oturup metni ezberleyeyim diye düşündüm ama çevrede hiç kafe-restoran vs yok. En son bir yüncü bulduk, bildiğiniz yün mağazası (gülüyor), onlardan rica ettik ve bir yarım saat kadar oturup metni ezberledim.
E.U. Derya Hanım, biliyor muydunuz sizinle hangi rol için konuştuklarını?
D.A. Evet evet, biliyordum ve okumuştum da senaryoyu; ancak tam olarak ezberlememiştim metni. Kamera önünde her zaman sakin ve emin görünmeniz gerekir, bu sebeple deneme çekimindeyken sükûnetimi mümkün olduğunca korumaya çalıştım. Çekim bittiğinde Anton geldi ve bana tamam dedi, bu projede senin olmanı istiyorum. Böylece A Most Wanted Man filminde rol aldım.
E.U. Peki Anna Karenina’da oynayacağınız rolü biliyor muydunuz?
D.A. Evet, evde yardımcı olarak çalışan bir kadın vardı, evin çocuğunu büyütmüş bir kadın, o rolde yer alacaktım; ama o proje olmadı, bu proje oldu (gülüyor).
E.U. Hollywood yapımı bir işin içinde olmak nasıl bir duyguydu? Philip Seymour Hoffman ile bir araya gelme şansını yakalayabildiniz mi?
D.A. Çok güzel bir duyguydu, çok önemli insanlarla çalışma fırsatı yakalayabiliyorsunuz. Örneğin Philip Seymour Hoffman’la çalışmak – her ne kadar kendisiyle bir sahnemiz olmasa da – onunla birlikte aynı projede yer almak müthişti, çok büyük bir oyuncuydu kendisi. Onun dışında Robin Wright, Rachel McAdams, Willem Dafoe hepsi çok yetenekli oyuncular.
E.U. Bizim sinemamızla Hollywood arasındaki farklar nelerdir?
D.A. Yurtdışında çok fazla prova alınmıyor mesela çekim öncesi, çok iyi bir oyuncu olsanız dahi bir koçunuz olmak zorunda ve bu yüzden herkes sete zaten çalışıp geliyor. Herkes sette görüyor birbirini, açıkçası her yerde böyle midir emin değilim, ama en azından Anton Corbjin bu şekilde çalışıyordu. Öyle bir araya gelip çekim öncesi bir film okuması vs olmuyor yani.
Bunun dışında, Türkiye’de mesela bir erkek bir de kadın oyuncular için karavan olur, ha bir de belki başrol için ayrı bir karavan olur ve daha zorlu şartlar altında çalışırsınız. Ama orada her bir oyuncu için ayrı ayrı alanlar oluşturuluyor; metninizi okuyabilir, rolünüze çalışabilirsiniz veya konsantrasyon sağlamak isteyebilirsiniz kendi özel alanınızda ve bu da Türkiye’ye kıyasla çok büyük bir lüks.
Ayrıca setlerde bir de yemek karavanı olur, yapım şirketi ne kadar büyük olursa olsun, bu yemek karavanları Türkiye’de çok fazla yaygın değil. Biz oyuncular ve kamera arkası çalışanlar çok ağır şartlar altında çalışıyoruz ve bazen bütün gün çalıştığımız için beslenmeye ihtiyaç duyulan zamanlar oluyor. Bu açıkçası çok da parayla ilgili olmayan, bana kalırsa tamamen zihniyetle ilgili bir durum ve yurtdışında da böyle birtakım farklı muameleler görmek size kendinizi iyi hissettiriyor.
E.U. Geçtiğimiz aylarda Edebi Şeyler ve Fil’m Hafızası işbirliği ile Türk sinemasında 100 Unutulmaz Karakter adlı kitap yayımlandı. Bu kitapta Masumiyet (1997) ve Kader (2006) filmlerindeki Uğur karakteri de Gülengül Altıntaş tarafından tanıtıldı. Kitabı inceleme şansınız oldu mu acaba? Zeki Demirkubuz sizce Uğur üstünden nasıl bir kadın anlatmak istedi?
D.A. Evet kitaptan haberim var ve inceledim. Biraz aslında hayatta parçalanmış, kimlikleri yok olmuş insanlar bu üç karakter de. Uğur’un gücü, gördüğüm ve takdir ettiğim de bir şeydir mesela, böyle insanlar öyle bir iman ederler ki inancın da ötesindedir. Bir baş koymadır adeta ve o güç oradan gelir aslında; sevgisinden, karşısındaki adama olan bağlılığından ileri gelir. Aslında orada bir paradoks var: Sevdiği adamın peşinden hapishaneleri şehir şehir dolaştıkça, hayatta kalabilmek için kendi bedenini satarak sevdiği adama bağlı kalıyor. Bu paradoks beni çok heyecanlandıran bir kavram mesela. Hem müthiş bir masumiyet var ortada hem de kadının bedenini para karşılığı satarak hayatına devam etmesi var, ama bunun bir önemi yok. Bizde insanı ahlâk kurallarıyla sınırlarlar. Yani bedenini satıyorsan ahlâksızsın demektir. Hiç insani değil. Ahlâk, toplumların sonradan ortaya çıkardığı bir şey. Bu tamamen duyguyla ilgili bir durum. Birine veya bir inanca böylesine bağlanabiliyorsan kötü bir şey yapmazsın. Ahlâkla ilgili bir durumdan ziyade, ben bunu sevdiği adama olan sadakati ve bağlılığı karşısında her şeyi yapabilecek olmak olarak görüyorum.
Zeki Demirkubuz da bence filmde, bir kadının böylesine kendini yok sayarak, adeta kendini yok ederek, başkası için yaşayabileceğini anlatmak istedi. Diğer iki erkek karakter de aslında Uğur’u kendi çaplarında seviyorlar, ama karşılık göremediklerinde Bekir ve Yusuf kaybolup gidiyor.
E.U. Zeki Demirkubuz ile yeni bir proje söz konusu mu peki?
D.A. Hayır şu an görünürde öyle bir proje yok ancak üç hafta sonra Hüseyin Karabey ile yeni bir filmin çekimlerine başlayacağız.
E.U. 2015 yılında Naciye (2015) adlı bir korku filminde oynadınız. İlk korku filminizdi sanırım. Korku filminde olmayı neden kabul ettiniz? Sizi çeken şey neydi?
D.A. Korku sinemasını çok seviyorum aslında, Hitchcock hayranıyım mesela; ancak testere, makas vs yerine daha çok psikolojik gerilim izlemeyi seviyorum. Hitchcock’un Psycho (1960) filminin önceli dizi yapıldı, Bates Motel (2013) diye. Dizide Norman Bates ve annesi Norma’nın hayatı anlatılıyor, mükemmel bir kurgu. Yurt dışındaki işlerde müthiş karakterler yaratıyorlar. O adamın, otelde annesinin kılığına girerek kadınları nasıl öldürdüğünü o kadar iyi anlıyorsun ki. Oradaki anne rolünü oynamayı çok isterdim.
E.U. Öyleyse korku filmlerine devam edebileceğinizi söyleyebiliriz.
D.A. Evet, ederim. Bayılıyorum korku filmlerine.
E.U. Son zamanlarda izlediğiniz ve beğendiniz bir korku filmi oldu mu?
D.A. Son zamanlarda izlediğim bir korku filmi olmadı ancak Japon korku filmleri müthiş oluyor mesela. Çok korkak bir kadın değilimdir ama Japon korku filmlerinde ciddi anlamda geriliyorum.
E.U. Mahinur Ergun ile Şaşıfelek Çıkmazı (1996) ve Aşk Meydan Savaşı (2002) adlı iki tane çok başarılı TV dizisi çektiniz. Mahinur Ergun şu anda Hayat Şarkısı adlı bir dizinin senaristliğini yapıyor ancak sizi yeniden bir araya getirecek bir proje söz konusu olabilir mi?
D.A. Mahinur Ergun çok başarılı bir yönetmen; ancak şu an için böyle bir proje söz konusu değil. Zaten kendisi tamamen senaryo üzerine yoğunlaştı son zamanlarda, tabii zaman ne gösterir bilinmez.
E.U. Şaşıfelek Çıkmazı’nda Mahinur Ergun’dan sonra Çağan Irmak’la çalıştınız. Öncesinde de Bana Old and Wise’ı Çal (1998) filmini çekmiştiniz. Son olarak da Karanlıktakiler (2009) filminde yine bir araya geldiniz. Sizi yaptığınız işlerde genelde başka başka yönetmenlerle çalışıyor görürken, Çağan Irmak ile üç kez bir araya geldiniz. Kimyanız mı tutuyor? Özel bir tercih mi Çağan Irmak ile çalışmak?
D.A. Aslında Yeşim Ustaoğlu ve Tomris Giritlioğlu ile de pek çok kez çalıştık. Çağan Irmak’la Şaşıfelek Çıkmazı’nın ikinci yılında çalışma fırsatı bulduk, o dönem Çağan Irmak yönetmenliği üstlenmişti ki hâlen dostluğumuz devam ediyor kendisiyle, kanımız tutuyor diyebiliriz bir nevi.
E.U. Peki dünyada hangi ülkelerin sinemalarını takip edersiniz? Beğendiğiniz yönetmen ve oyuncular kimlerdir?
D.A. Yönetmen olarak Ingmar Bergman ve Andrey Tarkovski hayranıyım. Lars von Trier benim en büyük yönetmenlerimden biridir, Trier’in tüm yapımları beni müthiş bir şekilde etkiliyor. Kişilik olarak da bir hayli arıza bir adam bildiğim kadarıyla, zaten öyle olmasa ortaya çıkan işler bu kadar iyi olmazdı sanıyorum. Ayrıca kendisi müthiş bir kadın düşmanı, Antichrist (2009) filminde ilk sahnede kadınla adam sevişiyordur. Bebek yattığı yerden kalkar ve pencereye doğru gider, kadın bu arada bebeği göz ucuyla takip eder ve kendi bebeğinin düşmesine göz yumar. Finalde de yine kadına yüklenir. (İzlemeyenler için çok fazla detaya girmek istemiyor.)
E.U. Bizim sinemamızdan kimleri beğenirsiniz? Son zamanlarda beğendiğiniz filmler oldu mu?
D.A. Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerini beğeniyorum, Uğur’un (Yücel) kendi projesi olan iki filmi de – Yazı Tura (2004) ve Soğuk (2014)– çok başarılıdır.
E.U. Daha önce bir röportajınızı okumuştum, eşinizin yönetmenliğini üstlendiği bir filmde oynamak istediğinizi belirtmiştiniz ancak şimdiye kadar Uğur Yücel’in çektiği bir filmde rol alma fırsatı bulamadınız, ileriye dönük bir proje söz konusu mu?
D.A. Yok, olmadı henüz (gülüyor). Bir defa Uğur (Yücel) iyi bir sinemacıdır, oyuncu yönetimi inanılmazdır, ama Türkiye’de maalesef yapmak istediğiniz şeyleri tam anlamıyla yapamıyorsunuz, engelleniyorsunuz.
E.U. Tam da şimdi Uğur Yücel Ayvalık tarafında bir dizi çekiyor.
D.A. Evet, oğlum da yönetmenliğini yapıyor.
E.U. Peki takdir ettiğiniz diziler var mı şu sıra?
D.A. Açıkçası isim vermek doğru olmayacaktır, ama iyi olan şeyleri seviyorum. Biz mesela Çıplak Gerçek (2012) diye bir dizi yapmıştık. Çok hoşuma gitmişti öyle bir projede yer almak. Karakterler üzerine, İsrail formatlı bir proje idi, 16 bölüm sürdü. Ümit Ünal ile orada çalışma fırsatı buldum ve çok iyi bir dizi çıktı ortaya.
Şaşıfelek Çıkmazı’nda da yer almak çok hoşumuza gitmişti, o dizide de karakterler vardı ve bence karakterler üzerinde yoğunlaşan yapımlar, eh tabii oyunculuklar da iyiyse, ortaya kötü bir iş çıkması mümkün olmuyor. Biz biraz karakteri es geçiyoruz galiba.
E.U. Siz hiç senaryo yazdınız mı? Bir gün sizin yazdığınız bir hikâyeyi izleyebilecek miyiz veya yönetmenlik yapmak gibi bir idealiniz var mı?
D.A. Yok, yapmadım. Ama hep düşünmüşümdür. Bazen karalarım bir şeyler kendi kendime, kalemim kötü değildir fakat bunun bir disiplini olduğuna inanıyorum. Belki benim dışımda bir kişinin düşünceleriyle birleştirerek ortaya güzel bir iş çıkabilir ya da benim bütün gün evde oturup tamamen yoğunlaşmam gerekir. Yönetmeliği ise hiç düşünmedim.
E.U. Son olarak tiyatro çalışmalarınız hakkında konuşmak ister misiniz? Şu anda sahnelediğiniz veya üstünde çalıştığınız bir oyununuz var mı?
D.A. Açıkçası şu an yok. Bundan bir iki yıl önce niyetlendik; ama maalesef kısmet olmadı. Ondan sonra da tiyatroya küstüm sanıyorum. Türkiye’de bir şeyler yapmak çok zor. Benim biraz da aykırı metinlerde oynamak hoşuma gidiyor. Aslında sinemada da öyle ama tiyatroda daha uç noktayı görmeyi seviyorum. Mesela en son oynamaya çalıştığımız ama oynayamadığımız Howard Barker’ın Gertrude-The Cry (2002) adlı oyunu çağdaş Shakespeare olarak nitelendirebileceğimiz bir tatta. Hamlet uyarlaması zaten oyun. Bir Jean Genet oynamak, Albert Camus, Jean Paul Sartre gibi felsefesi olan ve hayata garip bakan yazarların oyunlarını oynamak çok hoşuma gidiyor; ama galiba artık izleyicisi kalmadı bu tarz oyunların. İnsanlar daha laylaylom şeyler görmek istiyor sanırım sahnede. Ben de tiyatroda onu sevmiyorum ama hep konuşuyoruz, umarım ileride olur. Tiyatro yapmak da zorlaştı, herkesin dizisi var ve insanları tiyatro için bir araya getirmek pek mümkün olmuyor.
E.U. Derya Hanım içten sohbetiniz ve bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
D.A. Rica ederim, asıl ben teşekkür ederim.