“Mantığın ötesindeki tek gerçek aşktır.” cümlesiyle başlayan Les Amours Imaginaries (2010), Xavier Dolan’ın hem yönettiği hem de başrolünü Monia Chokri ve Niels Schneider ile paylaştığı, izleyicisine ilişkilerin yapısını sorgulatma gücüne sahip bir film. Yönetmenin ikinci uzun metrajı olmakla birlikte, kendi tarzını ve Dolan dünyasının kimliğini ortaya çıkaran filmlerden biri demek de mümkün. Elbette, yönetmenin diğer filmleri gibi queer sinemanın kendisinden en çok bahsettiren örneklerinden de biri.
En özet hâliyle, iki yakın arkadaşın aynı kişiye âşık olmaları üzerine gelişen süreci anlatan film, aşkı ve arzuyu cinsiyetten bağımsız; ama bir o kadar cinsellik vurgusu yaparak işliyor. Bu tezatlığı son derece başarıyla yansıtan Dolan, karakterlerinin üzerine aynı adama âşık olmanın normatif yapısını giydirirken, onları cinsellikleri ve cinsiyetleriyle de ön plana çıkarıyor. Karakterlerin bireysel yönlerine; kim olduklarına, ne iş yaptıklarına, gündelik yaşamlarına dair neredeyse hiçbir şey görmüyoruz. Birey olmaktan ziyade, içinde bulundukları ilişkilerin birer parçası gibiler daha çok. Kişilik özelliklerini bile, bu ilişkilerde verdikleri reaksiyonlardan anlayabiliyoruz.
Marie (Monia Chokri) ve Francis’in (Xavier Dolan) aynı anda tanıştıkları Nicolas’ya (Niels Schneider) âşık olmaları son derece sıradan bir olay olarak yansıtılırken, aşklarının itirafına kadar geçen süreçte yaşadıkları duygusal devinimler, filmin iskeletini oluşturuyor denebilir. Öyle ki; slow motion çekimlerden, ani kamera hareketlerine ve hatta oyuncuların mimiklerine kadar her bir ayrıntı, bu süreci tuhaflaştırmak için kurgulanmış hissi uyandırıyor. Bu araçlar yardımıyla başta Nicolas, diğerlerinin onun etrafında döndüğü bir tanrı gibi yansıyor ekrana. Bir aşk üçgeni izleyecek gibi olurken; asla olamayan, kotarılamayan, bir türlü başlayamayan ilişkiler silsilesini izlemeye başlıyoruz. Aralara giren bölümlerde, ana hikâyeden bağımsız farklı konuşmacılar görüyoruz. Bu konuşmacılar kendi hikâyelerini ve ilişkilerini anlatıyorlar. Biten ilişkileri, hiç başlayamayan ilişkileri ve bunların kişiler üzerindeki etkilerini konuşurken, karakterlerin iç aksiyonlarıyla paralel kamera hareketleri kullanmayı seçiyor Dolan. Ani ve öfkeli, yaklaşıp uzaklaşan, bazen kararsız hareketler bunlar. Bu konuşmalarla bir ilişkinin farklı evrelerini de izliyoruz aslında; tanışma, tutku dolu ilk zamanlar, ayrılık aşaması, terk edilme, unutamama, unutma gibi. Konuşmalar, hikâyeyle paralel bir şekilde ilerliyor. Hikâyenin akışı bu konuşmalarla bölünse de, aslında film lineer bir çizgide ilerliyor. Tanışıyor, âşık oluyor, kıskanıyor, çatışıyor ve en sonunda reddedilmenin öfkesiyle vazgeçiyorlar. Aralardaki bölümlerde konuşanlar da aslında kendi ilişkilerindeki bu evreleri anlatarak, ilişkilerin benzer yönlerini açığa çıkarmış gibi oluyorlar.
Nicolas’nın ikisine karşı aynı olan yakın tavırları, hem Marie ile Francis’in hem de izleyicinin kafasını karıştırıyor. Nicolas günün ve anın tadını çıkartıp haz odaklı yaşarken, Marie ve Francis arkadaşlıklarını bile unutup tanrılaştırdıkları Nicolas’yı elde etme peşinde bir yarışın içinde buluyorlar kendilerini. Arkadaşlıkları samimiyetsizlikle; aşkları tek taraflılıkla sınanıyor. Nicolas ikisinden birine sarıldığında, diğerinin memnuniyetsizliği yüzünden okunur hale geliyor. Nicolas’nın birini seçmemesi ve bu belirsizliğin yarattığı buhran hâli, filmin atmosferine yansıyor. Marie daha hırslı ve yorucu; Francis daha sakin ve durgun. Ama Nicolas’ya sahip olma istekleri aynı. Başta soğuk savaş olarak süren bu rekabet, hafta sonu gittikleri çiftlik evinde gök gürültülü bir kavgaya dönüşüyor. Böylece duygusal anlamda yorucu anlar, filmin en yüksek sahnesinde zirve yapıyor. Bu sahneden itibaren hızla çözüme yaklaşan filmde, Marie ve Francis, Nicolas’ya karşı olan duygularının tek taraflılığıyla yüzleşiyorlar. Zamanla her ikisi için de, tutkunun yerini nefrete bırakmasına tanıklık ediyoruz. Francis’in tutkuyla peşinde olduğu adamı bir yıl sonra gördüklerinde verdiği tepki; alenen nefretinin dışa vurumu oluyor. Francis ve Marie’nin kendi hayatlarına ve arkadaşlıklarına dönmeleri çok sürmüyor, kaldıkları yerden pek de bir şey olmamış gibi devam ediyorlar. Bunu görsel anlamda insanın damağında tat bırakan bir kadrajla, yağmurda şemsiyeyi paylaşarak yürüdükleri sahneyle görüyoruz. Bu sahne, yönetmenin diğer filmlerini izlemek için sabırsızlanmaya yetiyor. Aynı zamanda, her şeyin geçiciliğini anlatır gibi insanın aklına takılıyor. Filmin sonundaki partide, Marie ve Francis’e doğru göz kırpan adamın hangisine göz kırptığını bilmememiz ve ikisinin de aynı anda ona doğru yönelmesi de; benzer bir hikâyenin tekrar yaşanabileceğine göz kırpıyor sanki. Böylece filmin son saniyesinde de döngüsellikle ilgili bir pencere aralanıyor.
Filmin renkleri, müzikleri, kostümleri yine kurulan dünyaya hizmet eden çok doğru seçimler. Bu seçimler; dönemi anlatıyor, filmin atmosferini oluşturuyor ve izleyiciyi Dolan’ın dünyasına çekiyor. O, bu seçimleri tıpkı birer oyuncuymuş gibi kullanıyor filminde. Kostümler, müzikler ve renkler de birer oyuncu gibi anlam taşıyor. Her bir detay, estetik bütünün bir parçası olarak filmi tamamlıyor. Böylece “Hayalî Âşıklar” olarak dilimize çevrilen film, izleyicisine bütünsel bir haz yaşatıyor.