“Direkler eğik, burnumuz batmış suya.
İnsan düşmanının sillesinden kaçar ya,
Soluğunu ensesinde duya duya.
Ve koşar başını hiç kaldırmadan,
Gemi öyle koştu, rüzgar öyle coştu.
Kaçtık güneye hiç durmadan.”
Samuel Taylor Coleridge
Sarmaşık (2015) son dönem Türkiyesi’nde çekiliyor. Beş yıldır yazımıyla uğraşıyor filmin hem senaristi hem de yönetmeni olan Tolga Karaçelik. Filmin yapım süreciyle ilgili olan her şey yakın zamanda olup bitiyor. Ama yıllar boyu süregelen ve sürmeye devam eden sorunları anlatıyor: Devlet, iktidar, hırs, güç, hiyerarşik yapı… Bütün bu kavramları buluyoruz filmde fakat bu kelimelere dair ne bir kelime ne bir görüntü geçiyor. Anlatımı bu kadar güçlü kılan da budur belki. Ne kadar politik değilse o kadar politik, ne kadar duygusal değilse o kadar duygusal, ne kadar erkekse o kadar kadın ve aslında her şey ne kadar yoksa o kadar var Sarmaşık’ta. Simgelerin, cümlelerin yoksunluğu ve görünmezliği onların olmadığı anlamına gelmez sanıyorum. Radyodan gelen bir kadın sesi, sinirleri bozulmuş ve duygularını kontrol edemeyen çalışanlar, ortalıktan kaybolduğu sanılsa da gölgesiyle herkesi paniğe düşürebilen karakter; olmadığını sandığımız şeylerin varlığını fark ettiriyor.
Filme karakterleri tanıyarak başlıyoruz. En başta bir koca mürettebat. Hareketli, seyir hâlinde bir gemi. Maaşlarını alamadıkları halde itaat etmekten vazgeçmeyen sakin denizciler. İşler değişiyor yavaş yavaş, güç simgesi kendi kendini göstermeye başlıyor. Armatör yok oluyor ortadan ve gemi duruyor. O heybetli gemi, insanlara söz geçiremiyor ve olduğu yere demir atmaktan başka yapabileceği bir şey yok. Ama tek başına değil, yanına işlerini halledebilecek altı iş bilen kişi istiyor. Her şey ilk başta çok güzel gidiyor, herkes işini ve sorumluluğunu biliyor. Fakat işler yine değişiyor. Yemek stokları azalıyor, sigaraları bitiyor, sabırları tükeniyor… Kaçış noktası olmayan bir yerde birbirini sevemeyen altı adam daha ne kadar dayanabilir birbirine? Onları orada tutacak ne olabilir? Arkadaşlık, para, güzel yemekler, denizin mavisi, sonsuz gökyüzü mü? Hiçbiri değil elbette. Cevap belli; yukarıdan gelen emir.
Ben, sen, o, biz, siz ve onlar… Hepimiz o geminin içindeyiz aslında. Filmi izlerken senaryoya yedinci kişi olarak dâhil olmakta hiçbir çekince görmüyoruz. En az İsmail kadar tedirginiz uyurken, Cenk kadar deliyiz, Alper kadar arabulucu, Nadir kadar geri plandayız. Beybaba kadar güçlü müyüz bilmiyorum ama onunla birlikte gücün de bir yere kadar olduğunun farkına varıyoruz. Her güç böyle değildir elbette, kontrolsüz ve doyumsuz güç yolun sonunda çıkmaza girer.
Her tarafı denizlerle çevrili bir hapishane burası. Uçsuz bucaksız, demirleri olmayan, kaçmak için bütün imkânları olan; ama bir hapishane. Bütün bunlara rağmen kaçışın olmadığı. ‘Belki’ ölüm? Ama o da değil çözüm. İnsan olduğunu hatırlamak, bir gemiyi hareket ettirmek için insana insan gibi davranmak, vicdanınla hareket ettiğinde kazananlardan olmak… Tüm olay bundan ibaretken hırsına ve gücüne yenik düşmeyi seçmek de senin tercihin Beybaba. Sana söz geçirmek derdinde değil senin altında gördüklerin, seni onların yanlarında görmek bütün dertleri aslında. Evet güç sende, ama o gücün altında ne sen ezil ne de zaten ‘ezilen’lerin ezilmesine neden ol. Nadir, Cenk, İsmail, Alper ve Kürt istemişti ki; kutundan çık ve onları gör. Çünkü Beybaba; lafla duran gemiyi yürütemezsin.
Sarmaşık, bizi tüm olan bitenlere karşı iki elimizi havaya açıp inadına yürümeye teşvik eden bir film. Film salondan çıktıktan sonra başlıyor. Tüm hikâyeyi bize baştan kurduruyor sanki. Kendi gerçeğimizin içine girip bizi rahatsız ediyor. Evet çok rahatsız edici, çünkü çok gerçek. Kimi sadece altı denizcinin ‘zor’ hikâyesini izliyor, kimi ise söylemek isteyip söyleyemediği bütün dertleri filmde buluyor. Film, bizi koltuklarımıza sırtımızı yaslamaya korkutuyor. Peki bizi bu kadar tedirgin eden, korkutan nedir? Cenk’in saldırganlığı, İsmail’in üstüne olan itaati, Nadir’in travmaları, Beybaba’nın gücü ya da Kürt’ün sessizliği mi? Hepsi olabilir. Belki de hiçbirisi. Bizi tedirgin eden, o altı kişinin ‘biz’ olması. Bizi bizlikten çıkaran figürler olmaları. “Evet! İşte bizim yaşadığımız tam da bu.” dedirtmesi.
Yanımızdaki insanlara “Bi durun, bi nefes alalım, boğazımızdaki yumruyu indirelim, biraz susalım.” diyoruz ve belki de demeye devam edeceğiz Sarmaşık’la birlikte. Yalnızsak eğer bu filmi izlerken, işler daha da zorlaşacak. Yeterince sustuğunuzu anladığınız noktada kendi kendinize konuşmaya başlayacaksınız. İçinizdeki Cenk’i çıkaracak, onu Alper’le sakinleştirecek ya da İsmail’le yangına körükle gideceksiniz. Sonra da ‘İŞTE SİNEMA!’ diye bir haykırış ve salyangozlara basmadan yolunuzu buluş.
Sarmaşık, Türkiye’nin içinde bulunduğu politik durumunu neden çıkışsız olduğunu gemi mürettebatının arasındaki git gide artan krizle anlatmaya çalışıyor ve bu durumun krizinden “En hasarsız şekilde nasıl çıkabiliriz?” sorusuna sinemasal bir bakış açısıyla yanıt arıyor. Filmin yönetmeni ve senaristi Tolga Karaçelik’in de “Kendi derdimden yola çıkarak yazdım bu filmi.” dediği bir yapım ve bunu ‘kör göze parmak’ yapmadan metaforik anlatımlarla kuvvetlendiriyor.
Sarmaşık, bizi bize anlatan bir gerçek. İzlerken elimizi kolumuzu bağlayan bir sarmaşık. Ve yolda yürürken ayakkabımızın içine girip bizi rahatsız eden ve çıkartamadığımız o küçük taş parçası. Taşı çıkarıp atmak en kolay çözüm olur elbette ama bu bir daha girmeyecek anlamına gelmiyor. O taşı çıkarmadan önce, ‘bir daha girmesini engelleyecek neler yapabiliriz?’ sorusunun cevabını bulmaya çalışmalıyız belki de.
Nurbanu Gürsoy
Kürt ile ilgili metafor nedir? Neden sessiz ve ortadan kayboldu, hayaleti ve gizemi ile ilgili ne anlatılmak isteniyor?