Trajik bir yaşam süren Edgar Allan Poe’nun babasının, o henüz bir yaşındayken evi terk etmesi üzerine annesi Elizabeth, üç çocuğuyla tek başına kalır ve yaşadığı acıyı kaldıramayarak ertesi yıl hayatını kaybeder. Böylece farklı ailelere verilen çocuklar içinde Edgar’ın kötü olmayan, çok iyi eğitimli ama yalnız ve arkadaşsız bir çocukluğu olur. Diğer kız kardeşlerinden birisi ise Usher’ler isimli bir aileye verilir. İşte “Usher’in Evinin Çöküşü”, Poe’nun yazarlığının olgunluk dönemlerinde bu anıya verdiği bir selam niteliğindedir.
“Pek az öykünün bu ölçüde doğurgan bir serüven yarattığına inanılır, yazın tarihlerinde” demektedir Enis Batur, “Usher’in Evinin Çöküşü” hakkında. Edgar Allan Poe’nun 1938 yılında Philedelpia’da Burtons Genteleman’s Magazine dergisinin editör yardımcısı olduğu dönemde yayınlanan bu önemli öyküsü yine Enis Batur’un yerinde saptamalarıyla, hakkındaki genel tespitleri doğrular bir yapıyı barındırır. Batur şöyle devam etmektedir:
“Usher’lerin Çöküşü hem imgesel yanıyla, hem de sezgisel boyutuyla büyük bir sanrı deposunu çağrıştırır. Gerçeklikler dünyasıyla kuruntular, kurgular, kurmacalar dünyası ne ölçüde birbirinden ayrılabilir, ayrıştırılabilirler?”
1960 yapımı, Poe’nin aynı adlı eserinden uyarlanan “Usher’in Evinin Çöküşü”nün yönetmen koltuğunda Hollywood’un kadim emektarlarından Roger Corman var. Başrolde ise Poe uyarlamalarının vazgeçilmez oyuncusu Vincent Price oynamakta. Roedrick Usher rolünde izlediğimiz aktöre, Usher’in kızkardeşi Madeline’nin nişanlısı olarak Mark Damon ve Madeline rolünde Myrina Fahey eşlik ediyor.
Öykünün orijinal metninde Usher’in yıllardır görüşmediği çocukluk arkadaşı olarak geçen ve hatta kendisinin yazdığı bir mektup ile oraya gelen Philipe, filmde Madeline’nin evinden ayrı iken Boston’da tanışıp nişanlandığı kişi olarak karşımıza çıkar. Öykü ile film arasındaki bu azımsanmayacak fark nedendir bilinmez, ama genç Philipe bu eve adım atar atmaz kendini bir gariplikler ağının ortasında bulur.
Madeline’nin ağbisi Roedrick, tuhaf hassasiyetleri olan, sürekli hastalıklı, tedirgin mizaçlı ve giderek bütün duyuları da hassasiyet kazanan bir melankoliktir. Benzer semptomları ve özellikle katalaptik beden dili ile Madeline’nin karakteri de bu garip atmosferi daha da tedirgin hale getirmektedir. İki kardeşin bu tuhaf davranışları ve gizemli olaylar dizisi giderek önüne geçilmez bir acıya varacaktır.
Usher’lerin soyu oldukça köklü olmasına rağmen çok fazla dallanıp budaklanmamıştı. Aile hep tek koldan ilerlemişti. Dışarıdan bir evlenme pek olası sayılmamaktaydı. Öyküdeki bu ayrıntıya filmde, Roedrick’in kız kardeşine hitap şekli, adeta varlığını sahiplenici davranışları ve ısrarla Philip’in gitmesini isteyişi eklenince, olayların altındaki korkunç gizem de kendini belli eder. “Usher’in Evinin Çöküşü” üzerine olan birçok incelemede ısrarla saptandığı üzere Roedrick ile Madeline arasında ensest bir ilişki vardır. Usher’i bu kadar korkuya düşüren, soyunun son üyesi olmasından çok, affı olmayan bir günahın vicdan azabının getirdiği kuruntulardır. Madeline’nin en az Roedrick kadar katılımcı olduğu bu günahın tahribatları iki kardeşin de hayatını cehenneme çevirmiştir. Böylece, bu sapkınlık ve yanlış düzen, Usher’lerin laneti olmuştur.
Aslında çevre köylülerin hem Usher’i hem de bu konağı kastetmek için isterken kullandıkları bu ismin kötü şöhreti çok eskilere dayanmaktadır. Yüzyıl önce İngiltere’den göç eden Usher’lerin sülalesinde bol sayıda, sapkın, dolandırıcı, katil, hırsız ve fahişe vardır. Geldikleri toprağın bereketini kurutan ve oturdukları malikaneyi de bir kötülükler yuvasına çeviren bu insanların ölümcül günahları kendilerinden sonraki kuşaklara aktarılmakta gecikmez.
Edgar Allan Poe’nin toplumca kolay anlaşılmamış, takıntılı, melankolik ve aristokrat karakterlerinin bir iz düşümünü Roedrick Usher’in kişiliğinde buluruz. Ayrıca tekinsizlik ve doğaüstü arasındaki gelişmeler yine onun problemli kişiliğinde yankılanırken, 19.yüzyılın aydınlanmacı ve bilimsel tutumunu ise Madeline’nin nişanlısı, sağduyulu Philippe üstlenmektedir. Poe’nun bu anlamda karşıtlık yaratmada ki ustalığı, bu karşıtlıkların hikayenin sonuna kadar birbirlerini paralel olarak izlemesinde üsluplaşır.
O yılların düşük bütçeli korku filmlerinden birisi olan yapım dönemine göre oldukça göz doldurucu bir estetik yapı içeriyor. Özellikle üzerinde durulduğu belli olan renk seçimleri ve detay zenginliği filmi güçlendiren unsurlar olarak göze çarpıyor. Net, sade ve etkili planların egemen olduğu yapım renklerin düzenlenişiyle de simgesel bir yapıyı dahi çağrıştırma olasılığını hissettiriyor.Tıpkı Roedrick Usher’in kendince özgün ama dışarıya yabancı bir kontu andıran halini destekleyen, üzerinde taşıdığı kıpkırmızı kostümünde olduğu gibi. Bütün uyarıcılığı ile tedirgin edici bir titreşim yayan kostümü ile Usher’i Bram Stroker’in Dracula’sına benzetmeden duramıyoruz. Siyah fuları, kırmızı kıyafetinin yakıcı kudretinin kaynağını işaret edercesine boynunu sarmaktadır. Genç nişanlı Philipe ise aydınlığı ve engin ufukları simgelercesine mavi takım elbisesiyle, film boyunca misafirliğini sürdürür.
Filmin estetik unsurlarına değinmişken bir başka çok önemli detay var ki eserin plastik sanatlardan direk olarak aldığı en büyük paydayı oluşturuyor: portreler. Film boyunca çeşitli sahnelerde İsa’nın yaşamından kesitler de dahil bir çok tabloya rastlıyoruz. Fakat Usher’lerin atalarını temsilen yapılmış tablolar, filmle ilgili görsel kaynaklarda, filmin kendisi kadar yer tutuyor. Bu meşhur detaylar gerçekten hem boya kullanım ustalığı, hem de illüstrasyon kalitesi açısından bugün bile azımsanmayacak bir estetik düzeye sahip. Günümüz çizerlerinin ve tasarımcılarının Poe’ya çok yakıştırdığı o biraz karikatürize ve illüstratif tat burada da karşımıza çıkıyor, hatta resimlerdeki abartılı ifadecilik duruma biraz daha ironi katıyor. Gerek benzerlerini anımsatan klişeleri itina ile öne çıkarışıyla gerekse tepkilerdeki ince yapaylıklarla bu ironi filmin sonuna kadar sürüyor. Bütün bunlara Vincent Price’in zaman zaman son derece abartılı olabilen tiyatral mimikleri eklenince kendimizi hikayenin içinde değil de seyrinde bulmamız gibi değişik bir mesafede buluyoruz. Böylece bir Edgar Allan Poe uyarlamasının yaşatılmasından çok izlettirilmesi söz konusu oluyor. Bu durumun, karşı karşıya olunan ürünün bir gerçeklik değil de bir sanat yapıtı olduğu duygusunu beslediği ve böylece Poe’ya olan saygıyı da içerdiği rahatlıkla söylenebilir.
Filmin ana söylemine tekrar dönecek olursak Poe gibi bir dehanın, üzerinde en çok kalem oynatılan eserlerinden birisinde çok net saptamalarda bulunulmadığını fark etmek erken gelen bir sonuç oluyor. Çünkü “Usher’in Evinin Çöküşü” temelde yazgı ve insan ilişkisine eğilmekle beraber anlatısal düzeyde birçok kilit noktayı belirsiz bırakarak tekinsizliğini sürdürüyor.
Poe’da sıkça rastladığımız üzere bir hayat kavgasının değil de bireyin benlik ve tekil varlığının durumlarının işleniyor olması burada da çok aşikar. Fakat bütün bunlar gerçek midir, değil midir, orijinal metinde anlatıcı rolünde olan genç nişanlı Philipe’nin güvenilirliği bile acaba ne kadar kesindir? Film onun eve gelmesiyle başlar ve evden ayrılmasıyla biter, sonrasında ne olduğu bilinmez. Ayrıca kendisi evdeki bütün doğaüstü olayların gerçekliğine direnç göstermektedir. Zaten onun da varlığı Usher’in evinin çöküşü ile sona erer. Böylece anlatıcının da varlığı bir gizem kazanır. Her şey Roedrick’in mektubuyla başlar ve biter. Bütün hikayenin bir buğu içerisinde eriyip gitmesi veya puslu bir anı gibi geçip gidişiyle acaba yazar bize sadece kendi zihnini mi aralamıştır? “Usher‘in Evinin Çöküşü” lanetli genetik mirasına boyun eğen ve kendi günahlarının hezeyanlarını yaşayan bir sanatçının öyküsüdür. Bu yüzden olsa gerek film, Roedrick Usher’in “başka yolu yoktu, başka yolu yoktu” repliğiyle biter.
Evren Gül