The Intern (2015), “Sevin çalışın, çalışın sevin.” sözüyle başlıyor. Söz Freud’a ait ama filmin devamı, psikanalizin babasından devralınıp ‘her şeyin kurtarıcısı ve koruyucusu’ babaya teslim ediliyor. Etrafında havarilerinin toplandığı bir ‘ulu insan’ portresi çiziyor Ben Whittaker (Robert de Niro). Ama bu kararı vermek için henüz erken.
Günümüzün çok hızlı değişen dünyası seçeneklerle dolu. Whittaker da seçeneklerden kendine uyanı bulma yetisine ve bulduktan sonra da seçeneğin sunduğu içeriği zenginleştirme yeteneğine sahip. 40 yıl boyunca sabit bir işte çalışmış; yerini koruyarak ve istikrârlı şekilde yükselerek. Hayatındaki en önemli insanı kaybettikten sonra da, emekliliğin rehavetine kapılmadan, çeşitli hobiler edinmiş. Hobiden çok yaşam tarzına dönüşen yoga ve tai chi gibi… Lâkin onun asıl isteği, bir şekilde iş hayatına geri dönmek. Hayatlarının sonbaharındaki yetişkinlere yönelik stajyer ilanını görünce, daha iş görüşmesine gitmeden bu şekle bürünüyor. Kendini tanıttığı videodan giyeceği ayakkabıya, hatta kravatına kadar.
Tüm çözümler onda sanki. Ben, “Kendimi buradaki herkesin amcası gibi hissediyorum.” derken, sanki kıraathane diline kendini kaptırıp gitmiş bir karikatürize tipleme izliyoruz. Robert de Niro’ya mı, yoksa biz seyredenlere mi daha fazla yazık, buna film bittikten sonra karar verecek olan sizlersiniz. “Bittikten sonra…” diyorum çünkü dakikalar ilerledikçe bir zıplama bekliyor insan; ileri ya da geri, yukarı ya da aşağı. Yok, olmuyor. Film, kendi e-ticaret işini kuran ve bunun sunduğu fırsatlar kadar zorluklarla da baş başa kalan bir kadının, hedefinden dönmemesi gerektiğiyle ilgili bir kamu spotu gibi. Kadın, yol gösterici ‘amca’, destekçi gözüken ama karısını aldatan koca, şirketteki ‘üç silahşör’lerin zoraki şakacı ve gereğinden fazla sempatik hâlleri… Hele de kadın, yani Jules, The Devil Wears Prada’daki (2006) rolünün ters köşeden bir versiyonunu, “Oynadım, oldu işte!” dercesine gözümüze sokan ve genelde de sinema seyircisine doğallık hissini tam veremeyen Anne Hathaway olunca, gelin siz düşünün devamını!
Jules’un kocası da ana akım sinemadaki ‘erkeğin ikinci derece önemli eşi’ tiplemesinin tersyüz olmuş hâli. Koca, en başta fazla iyimser gözüküyor ama “Bu silik karakter bir noktada çözülür nasılsa.” demekten alıkoyamıyor insan kendini. Bir de, koca rolündeki Anders Holm’den bahsedelim. Workaholics (2011-) dizisinin yaratıcılarından ve oyuncularından biri olan Holm, bu filmin kimyasına biraz hafif kaçmış sanki. Filmin yapımcıları, Hathaway’den rol çalmasın diye böyle bir seçim yapmış olabilirler. Mesela, kocayı hiç görmezdik ama Jules kocasından bahsederdi. ‘Baby-daddy’ olarak adlandırılan , zamane ailesinin evde oturup, daha doğrusu evde koşturup çocuğa bakan erkek tarafı. Ve bir gün geliyor, karısının onunla ve kızlarıyla yeterince ilgilenmemesini bahane ederek karısını aldatıyor. Silik oyuncu sorunsalı, fiziksel bir aracıya gerek kalmadan, böyle özet bir anlatımla aşılabilirdi.
Ben Whittaker, “Mendil taşımanın en iyi yanı ödünç vermektir.” deyip, üstüne “…ağlayan kadınlar için.” diye eklediğinde, filmin düzlüğü şaşırtıcı hâle geliyor. Dümdüz, engebesiz bir arazi; Amerika’nın uçsuz bucaksız, çöl iklimli sarı coğrafyaları gibi. Ama o sarılarda bir arayış vardır. Bu rengârenk gözüken filmde ise arayışlara çözümler şirketin amcasından geliyor. Ya, yoksa bu, televizyonlarda yayınlanan bir yerli dizi olmasın?!
Ben, karısı Molly’den “Hayatla çok kolay başa çıkıyordu. Her zaman. En zor durumlarda bile.” diye bahsederken, Jules “Keşke ben de öyle olsam…” diye cevap veriyor. Dolaysız anlatıma devam ediliyor.
Eski ve yeni jenerasyon farkına da değinilmeden geçilmiyor. Ben, “Borcundayım.” diyor, Jules da bu deyişin eskilerde kaldığını belirterek adamın borcunu arttırıyor sanki. Oysa ki, Ben ile Jules’un küçük kızı arasında geçen diyalog çok daha rafine. “Yola vuralım kendimizi.” diyen Ben’e küçük kızdan gelen cevap basit: “Bu gitmek anlamına geliyor değil mi?”
Jules’un annesiyle yaptığı telefon konuşmaları, onun sevgi sözleriyle, annesininse bu sevgiye soğuk ve duyarsızca cevap verişleriyle sonlanıyor. Yani, filmin yönetmeni ve romantik komedilerin bilinen ismi Nancy Meyers, Jules’un annesinden alamadığı sevgi ve ilgiyi, Ben’den görüyor olmasının sebebini gözümüze soka soka, yoluna devam ediyor.
Ben, “Hayatımı 10 saniyede anlatabilirim.” dedikten sonra gerçekçi davranıyor ve hayat hikâyesini gerçekten de 10 saniyede özetliyor. Hızlı üretim ve hızlı tüketim felsefesi paralelinde kendini gösteren, çok hızlı şekilde kelimelere dökme hâli. The Intern’ün seyircisine, özellikle de Amerikalı kitleye en basit denklemleri sunmayı kendine görev edinmiş bir yapısı olduğu kesin.
Jules, yaşıtı kadınlardan, Oprah seyreden ‘you go girl’ (yürü be kızım!) jenerasyonu olarak bahsediyor ve ekliyor: “Bizler; çalışan, para kazanan genç kadın olma yolunda çabalarken, erkeklerle ilgilenmedik, onları kendi hallerine bıraktık.” Dünya bu kadar tersine döndü mü, pek emin değilim ama filmin, ‘kadın çalışır-erkek fedakârlık yapar ve çocuğa bakar’ yeni çağ düşüncesinin bir promosyonu olmasına olumlu bakabiliriz.
The Intern’de ‘şirket içi e-ticaret masözü’ rolünde Rene Russo’yu görmek iç rahatlatıcı bir avuntu. Russo deyince, akla Lethal Weapon 3 (1992) ve Pierce Brosnan ile başrolleri paylaştığı The Thomas Crowne Affair (1999) geliyor. Onun için, ‘ironik diyalogların kadını‘ diyebiliriz ama bu filme kattığı ironi minimum düzeyde kalıyor. Yine de, hiç yoktan iyidir.
Ben ve Jules’u yan yana oturup, şampanya içerken ve kahkahalar atarken gördüğümüz uçak sahnesi, tıpkı bir hava yolları reklamı gibi. Onlar, o anki sorunlarından kopup eğleniyor görünümündeler. Bizse, gerçek ya da gerçeğe yakın herhangi bir hissiyata giremeden, sahne önümüzden akıp geçerken esnemeye başlıyoruz. O şampanyaları içen biz miydik yoksa?
Uçak demişken… Uçak yolculuğu sonrası, kaldıkları otelde dertleştikten sonra televizyonda karşılaştıkları filmde, Gene Kelly You Were Meant For Me şarkısını söylüyor. O sırada, salondaki seyircilerden biri sıkıntıdan bayılıyor. Mesela…
İlginç olan nokta şu: Jules’un, yanında çalışanlara nasıl hediye paketi yapmalarını gösterdiği sahnede, aklıma Diane Keaton’ın Baby Boom (1987) filmi geldi. O an filmin ismini hatırlayamasam da, geri kalan dakikalarda Baby Boom ile karşılaştırma yapmaya devam ettim. Sonra baktım ve gördüm ki, 1987’de çekilen Baby Boom‘un yönetmeni de Nancy Meyers’mış. 28 yıl geçmiş, Baby Boom akılda kalmış ama, aynısını The Intern için söyleme olasılığı pek yok gibi.
Film, Ben’in Jules’a “Derin nefes al!” demesiyle bitiyor. Biz de sonunda derin bir nefes alıyoruz ve aklımıza Silver Linings Playbook’un gerçekçi babası de Niro düşüyor. Yapımcılar! Robert’ı öldürmeyin. Lütfen.