Dünyamızda kronikleşmiş ve adeta toplumumuzun içinde yer edinmiş bazı hastalıklar vardır. Nefret suçlarıdır bunlar. Parazit gibi insanlığın içinde yaşarlar, her ne kadar derman bulmaya çalışsak ve karşısında dursak da bir virüs gibi çoğalırlar. Sosyolojik araştırmalara uzun yıllardır konu olsalar da herhangi bir çözüm yolu bulunabilmiş değildir.
Bu nefret suçlarının yaygın olanlarından biriyse şüphesiz kadına şiddettir. Kadına şiddet, her ne kadar ilk bakışta az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere özgü bir deformasyon olarak görülse de bu oldukça yanlış bir tespittir. Örnek olarak Fransa’yı verebiliriz. 2014’te yapılan bir açıklamaya göre her sene ortalama 201.000 Fransız kadın aile içi şiddete maruz kalmaktadır. 201.000 durumun ne kadar ciddi olduğunu gösteren oldukça yüksek bir sayı. Yaşanan bu sıkıntıyı Fransız sinemasının görmezden gelmesini tabii ki bekleyemezdik. Son zamanlarda bu konuya eğilen pek çok ortalama üstü filme imza atmış olsalar da hiçbiri yönetmenlik koltuğunda Xavier Legrand’ın oturduğu 2017 yapımı Jusqu’à la Garde kadar etkileyici ve başarılı değil.
Şiddet gördüğü kocası Antoine’dan boşanan Miriam’ın ve arada kalan çocuklarının hikâyesine odaklanan film, yönetmeninin ilk uzun metrajı olmasına rağmen kazandığı ödüller ve elde ettiği adaylıklarla ön plana çıkıyor. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’ı kucaklamasının yanında César Ödülleri’nde 10 dalda aday gösterildi ve “En İyi Film” ile “En İyi Senaryo” dahil 5 ödül kazandı. Filmin başrollerindeyse Denis Ménochet, Léa Drucker ve eşsiz çocuk oyuncu performansıyla Thomas Gioria var.
Film hakkında konuşmaya başlamadan önce üstünde durmamız gereken önemli bir nokta var: Filmin esin kaynağı olan Avant Que De Tout Perdre (2013) isimli kısa film, yazımıza konu olan film ile aynı evrende geçiyor. Karakterler aynı, yalnızca hikâyenin anlatıldığı zaman farklı. Jusqu’à La Garde, hikâyenin başlangıcına çocukların velayet davasının son duruşmasını alırken; kısa filmdeyse çift halen evli, Miriam evi terk etmek ve ailesinin yanına sığınmak için çocuklarını da yanına almaya çalışıyor. İki filmin oluşturduğu seri, aslında seyirciye önemli bir deneyim yaşama fırsatı tanıyor. Uzun metrajı izlemeden önce yalnızca Miriam’ı tanıma şansı bulan izleyici, Antoine’ın davranışlarını ve düşünce tarzını bir bütün olarak merak ediyor ve merakını gidermek için uzun metraja başvuruyor. Kısa filmi izlemeyenler ise yönetmenin tarafsız ve gözlemci kamera kullanımı sayesinde işler çığırından çıkıncaya kadar Antoine ile empati kurabiliyor, hatta yer yer haklı olabileceği taraflar olduğuna kendini ikna ediyor. Ancak belirtmem gerekiyor ki hikâyenin derinlerine doğru inildikçe Antoine’dan korkmaya başlıyor ve koltuklarınızın aralarına sığınma ihtiyacı hissediyorsunuz.
Legrand’ın, ilk uzun metrajı olmasına rağmen oldukça olgun bir sinema dili geliştirdiğini söylememiz gerekir. Oldukça realist çehrede oluşturulan bu eseri karakterlere yaklaşımına bakarak natüralist olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. Bu yaklaşımın yanında anlatım diline kattığı satirik üslup yapıtın yer yer Robert Bresson’a öykündüğünün önemli bir göstergesidir. Ayrıca sanat yönetimindeki kusursuz işçilik, şüphesiz ki bu sonuca ulaşılmasını sağlıyor. Karakterlerin giydiği kıyafetlerle, sürdüğü arabalarla, yaşadığı evlerle, kullandığı aletlerle, kısacası her şeyiyle, izleyen herkesin- ülke fark etmeksizin- en az onlar kadar Fransızmış gibi hissetmesine yardımcı oluyor.
Filmin önemli esin kaynakları arasında The Shining(1980) öne çıkıyor. Özellikle gerilimin doruğa ulaştığı son sahnenin Kubrick’in şaheserinin ünlü kapı parçalama sahnesiyle arasında benzerliğini görmek mümkün. Antoine’ın dairenin kapısına tüfekle dayandığı sahnede yakalanan ritim ve Miriam ile çocuğunun kendilerini banyoya kilitlemesiyle birlikte filmin atmosferinden yayılmaya başlayan buram buram korku kokusu, izleyenin adrenalin ve stres seviyesini en üst düzeye taşıyor; tıpkı The Shining’in anksiyetemizi tetikleyen muazzam sonu gibi. Sinirlerini ve davranışlarını kontrol etmekte zorlanan- hatta kontrol yetisini kaybeden- erkek karakterler, ailelerine bir gece vakti dünyada cehennemi yaşatıyorlar. Legrand’ın bu sahneyi bir imitasyondan kurtarıp özgün bir çizgiye oturtan tercihi kamerayı konumlandırma biçimidir. Karşı komşunun kapısının arkasından olayları incelemek ve küvete siper almış, ölümden kaçmak için çırpınan anne-oğulun pozisyonlarına tepeden bakmak, seyircinin, aile içi şiddet kavramına bir gözlemciymiş gibi yaklaşmasını ve olayların bir parçası olmadığı için rahatlamasını sağlar; ancak küvetteymiş gibi hissetmekten kendini alamamasına sebebiyet verir. Bu açıdan, Legrand’ın işçiliğinin ne kadar olağanüstü olduğunu anlayabiliyoruz.
Rejideki başarıların yanında oyunculuklardan da bahsetmemiz gerekiyor. Son dönem Fransız sinemasının en önemli aktörlerinden Denis Ménochet, sosyopat koca Antoine rolünde parıldıyor. Kıskançlığını, öfkesini ve duygu patlamalarını öyle güzel sahneliyor ki, yalnızca hayran kalabiliyorsunuz. Ancak Ménochet’nin performansını Léa Drucker’in korumacı anne personası olmadan düşünmek olanaksız. Miriam karakterinin korkularını ve çekincelerini yansıtmakta olağanüstü bir iş çıkarmış. Çiftin çocukları rolündeki Thomas Gioria’nın kusursuza yakın oyunculuğunun da diğerleriyle birleşmesiyle ortaya enfes bir ansambl oyuncu performansı çıkıyor. Bu açıdan yönetmeni bir kere daha tebrik etmemiz gerek çünkü elimizde oyuncu yönetimini ne denli başarılı biçimde kotardığını kanıtlayan bir eser var. Ek olarak, büyük performans gerektiren sanat eserlerinde mizansen kusursuz olmak zorundadır. Sahneye koyma yeteneği sayesinde sinemada yönetmen “motor” dedikten sonra en az bir oyuncu kadar aktif rol alır. Filmin, bu düşünceleri kanıtlayan bir son dönem Fransız sineması başyapıtı olduğu söylemek mümkündür.
Evrensel nefret suçlarının en adilerinden birine üçüncü bir gözden ışık tutan Jusqu’à La Garde, çocuklarını korumaya çalışan bir annenin tüm kaygılarını 90 dakikaya sığdırmakla kalmıyor, sizi bir boşanma davasının evrelerini yaşamaya davet ediyor.