Russell (Tom Cullen), kızına vaftiz babalığı yaptığı bir arkadaşının partisine gitmiştir. ‘Bekârlığa veda’ için striptizci çağırmanın gelenek olduğu muhabbetinin çevrildiği partide arkadaşıyla baş başa kalamaz, kaldığındaysa konuşabildiği yalnızca iş olur. Yaşam biçimine saygıyla, anlayışla, korumacılıkla yaklaşıldığını bilse de duygularını, özelini onunla pek paylaş(a)mamaktadır. Birbirlerine değer vermelerine rağmen yakınlık seviyeleri örtük, psikolojik duvarlarla çevrilidir ve Russell ortam içinde sessiz sedasız şarj edilir. Deşarj içinse, bulunduğu çevrede kabul gördüğünü bildiği, kendince bir sığınak/kaçış planı olan işini bahane ederek partiden ayrılır ve soluğu aidiyet hissettiği bir gay barda alır. Tek başına dans ederken bakıştığı Glen’in (Chris New) peşinden tuvalete gider ancak onunla tanışamadan Glen, tuvaletten ayrılır. Öylesine konulmuş hissi uyandıran bu sahneye dair Glen’in gecenin ardından itiraf edeceği gibi, filmin devamında da vereceği kararlar ilişkilidir: Onun aklında hep bir başka (kişi, şey vb) vardır ve Russell ikinci tercihtir.
Cumartesi sabahına birlikte uyanırlar. Glen bir sanat projesi için cinsel ilişkilerinin ardından partnerlerinin yorumlarını kaydetmekte; projesinin, ‘‘Kim bir eş cinselin seks sonrası yorumlarını dinlemek ister ki? Ancak eş cinseller; onlar bile istemezler’’ diye sorgulanacağını bilmesine rağmen ilgilenenlere dinletmeyi hedeflemektedir. Bu sorgulamanın, realitesine hak vermekle birlikte zeminini ortadan kaldırmaya katkı sağlamaktır asıl amacı. Russell onun kayıt cihazına konuşmaya çekinir. Glen’in aksine cinselliğinde, hareketlerinde ve ifadelerinde içe kapanıktır. Dışarıdan “ibne” diye bağırışlar duyarlar; Glen on dördüncü kattan aşağı öfkeyle karşılık verir. Russell ise zarar göreceği endişesiyle ona engel olmaya çalışır. Yaşadıkları hemen her olayda hissettirdikleri, ikisini de kapsayan (çoğu zaman da aşan) genel ve yerleşik bir algı/davranış yapılanmasının varlığıdır. Sekans sonunda; özgürlüğüne ve tercihlerine düşkün Glen filmin referanslarından Saturday Night and Sunday Morning tişörtüyle dış kapıda Russell ile asansör bekliyorken, yanlarında bir kadın ve bir erkek sarmaş dolaş vedalaşır. İki erkekse duygularını yansıtabilecek bir vedalaşma yaşayamadığı için el sıkışır, az konuşur.
Weekend (2011), Ece Ayhan’ın ‘‘eş cinsellik yoktur, cinsellik vardır’’ sözünü hatırlatırcasına ‘eş cinsel sinema’ tabirinin sınırlandırıcılığına ve kolaycılığına yenilmemizi engelleyen yumuşak bir politik tavırla, sıradan sayılabilecek bir aşk öyküsünü, sade bir anlatım ve doğallığıyla güçlü mizansenleri/diyaloglarıyla aktarıyor. Yavaştan klişe bir tabire evrilen ‘öğretilmiş çaresizliği’, görünme hâlleri ve fikirleriyle sınarken de naifliği elden bırakmıyor. Nesnelerini bile görünürlük meselesi üzerinden kurguluyor Andrew Haigh’in filmi. Russell’ın işe gidip gelirken kullandığı bisiklet, Glen sigara içip yorulduğu için iki erkeğin birlikte binmesiyle bir anlatım aracına dönüşüyor. “Binmesek mi?” sorusunu öncesinde akıllarından geçirirken, şüphelerini doğrulayan reaksiyonlar da peşi sıra gelmekte gecikmiyor: Tersine sürdükleri ‘arabalar’ şaşkınlıkla duruyor, kornalar çalıyor, Glen de mizacı gereği bir el hareketiyle karşılık veriyor.
Özellikle ikilinin farklı karakterlerinden beslenen, genişleyen çok sayıda kişisel ve toplumsal analiz bulunuyor Weekend’de. Kimseye anlatamadığı için yazarak arınmaya çalışan, koruyucu aileler tarafından büyütülmüş bir yetim olan Russell’a kurmaca bile olsa ‘aileye açılma’ yaşatır tecrübeli, özgüvenli Glen. ‘Eş cinsellik’ üzerinden nefret ve hakaret söylemlerinin dile getirildiği bir otobüste utanç içinde de olsa sessizce kalabilen birisidir Russell. Hemen her ortamda bu tür davranışlara posta koymaktan çekinmeyen Glen’i ise gay bar olmadığından rahat edemediği bir mekânda bulur. Glen’in kendini ‘ana akım’laştırdığını ve böylece güçlendiğini zannettiği bir heteroseksüel tavırla seks maceralarını anlattığına şahit olduğunda oradan uzaklaşır. Zira Russell, iki adamdan birinin diğerine, bir kadınla cinsel münasebetini en mahrem anlarına varıncaya dek anlatmasını da tiksintiyle dinliyordu.
Hızlı geçen aksiyonlarla dolu hafta sonunu ve sonrasını zehir edebilecek Glen’in İngiltere’den en az iki yıllığına ayrılacağı haberidir. Glen yaşam biçiminden ötürü toplum tarafından bir çimentoya yapıştırıldığını hissetmekte ve bu kıstırılmışlık içinde öfkeyle debelenmektedir. Sanatsal kariyerini gözeterek Portland’a okumaya gitme veya göçme düşüncesinin temelinde, kendini ‘yeniden çizme’ hedefiyle birlikte cinsel ve kişisel haklar yönünden gelişeceğini iddia ettiği hayatının arka fonu yatar. Mazideki trajik ilişkisinin travmalarını üzerinden atamasa da, Russell’la geçirdiği iki gün boyunca ilişkilerle ilgili dogmalarıyla yüzleşir. Topluma iade edemediği baskılanmayı madde kullanımı ve yazarak dönüştürmeye çalışan Russell ise yükselen duyguları sonucu görünme biçimleriyle kendini yüzleştirerek bir kamusal alanda, yani tren istasyonunda romantizmi gönlünce yaşayabilecek hâle gelir.
Arkadaşının Russell hakkında partide anlattığı, “çocukken yanlışlıkla bir ateş yaktı, sonra diğer çocuklar ateşe odun attı, o ateş çok büyüdü, herkes oradan kaçarken, o donup kaldı” anısı, aslında en başından filme ve finale dair ipuçları veriyor. Kullanılma fikrinin moral bozukluğu ve ne olacağını görmenin merakıyla, “Kendimi bok gibi hissediyorum” diye mesaj atarken sonuna nokta mı, üzgün surat mı koyacağını bilemeyen Russell’ın, Glen tarafından kullanılmayışını naifçe anlatan ve seyircisine hafta sonunun muhakemesini yaptıran bir kayıt cihazı bırakıyor Weekend; yer seviyesindeki tehditlere karşı korunaklı olduğu düşüncesiyle seçilmiş beton blokların birinden, on dördüncü kattan veda ederek.
bu filmi yaklaşık 5-6 kere izledim, bazı sahnelerini defalarca daha hatta, ama bu okuduğum yorum bana filmin gördüğümden çok daha harika olduğunu farkettirdi. Kaçırdım birçok ince nüans varmış, çok teşekkürler.