Filmin başlarında; yakışıklı, genç, zeki, karizmatik kahramanımız yeni girdiği işindeki ‘yoda’sıyla yemek yemektedir. Yoda(Matthew McConaughey), ‘genç padawan’ına ‘çılgınca’ öğütler vermekte; rahatlaması için türlü uyuşturucuyu kullanması ve düzenli olarak fahişelere gitmesi gerektiğinden bahsetmektedir. Evli kahramanımıza haftada kaç kez mastürbasyon yaptığını sorar sonra. Kendince düşük rakamları duyunca hiç de hoşnut olmaz. İşin yükü üstüne çökmesin diye mastürbasyonu arttırmasının şart olduğunu vurgular. Öğütlerinin aksi istikametinde, fersah fersah diplerden; yoğunluğun ve stresin altında ezilerek başarısızlığa uğramış pasif insanların soluk, hatta batık tablosunu çıkarır ve öğrencisinin eline tutuşturur.
Yoda’yı tuhaf huylu ama zeki buluruz. Tuttuğu tempoya eşlik edilebilecek, saygı duyulası bir borsa gurusudur o. Nitekim verdiği öğütlere başta şaşırıyor, hatta aktörümüzle birlikte yadırgıyor; ama zamanın ötesindeki hakkını da er geç teslim ediyor olacağız. Zira karakter çılgınlıkları; ortamın çılgınlığıyla önce dalgalanacak, sonra desteklenip dengelenecek. Zemin her türlü pespayeliğe müsait bir teraziye geldiğindeyse; garipsemekten makul bulmaya, yadırgamaktan kıskanmaya evrilecektir algılar. Davet ettiği ama dahil etmediğini bildiği dünyanın ve duygusal dönüşümlerin kapılarını da bize sempatik, esprili, hırslı, yetenekli Bay Jordan (Leonardo Di Caprio) açacak.
Filmin ortalarına geldiğimizde; başlangıçta ‘padawan’ken, edindiği öğütler/yöntemler üzerine artık ‘master’ konumuna ‘yükselmiş’ Jordan için kendi deyimiyle hayat muhteşemdir. Gitgide büyüyen şirketi ve şöhreti, ultra lüks malikanesi ve yatı, fahişeleri, hizmetkarları ve kodamanlaştırdığı dostlarıyla kendisine ait güç ve para imparatorluğunu kurmuştur. Parayı bulunca eski püskü, sıradan kuaför parçasını atmış; yerine son model, sarışın ve seksi eş almıştır. Bravodur ona! Her şey mükemmel giderken bile bir ‘ama’ vardır işte. Eşi kıskançlık yapmaktadır; erkeğinin çapkınlıklarına yeterince göz yummamaktadır! Azıcık kavga ederler ama sonra kendi de, eşi de yelkenleri suya indirir. Aşk ya da sevgi değil, para ve fizikselliktir bunun nedeni. ‘Ailenin’ pek çok karede olduğu gibi önemsizleştirildiği, evin içerisindeki mahremiyeti içermektense erotik tonda işlenen(ve yine kadını metalaştıran) barışma anında; olaya kameralar vasıtasıyla dahil olan ve sahneyi izleyen güvenlik görevlilerine(yani ‘seyirciye’) kahramanımız gülümseyerek özür diler. Selamı alırız.
Paranın nelere kadir olduğu hemen her detayda gözümüzün içine sokulurken, Steve Madden markasıyla işbirliği esnasında kahramanımız savunmasını sunar. Buna göre; bazılarımız onu materyalist bulabilir ama hangimiz düz göğüslü eşimizle, yemek artıklarıyla dolu vasat bir arabada kırmızı ışıkta dururken; yan şeritte dolgun göğüslü eşiyle, gıcır gıcır bir spor arabada oturan güçlü ve zengin erkeğin yerinde olmak istemez ki? Güzelliğimiz kaç par’ eder? Ne kadar da Aşık Veysel’ane!
Karakter(ler)ini ve belli bir yaşam tarzını sürekli yüceltmesiydi, Wolf of Wall Street’i anlattıklarının ahlaki temellerinden ayrı değerlendirmek mümkün olabilirdi. Oysa şimdi ne bundan bir kaçış, ne de filmin kendi tavrına sirayet eden kartonluğunda herhangi bir eleştirellik var. Üstelik zengin olma pahasına kirli işlere bulaşılabileceğine, çünkü buna değdiğine; yalnızca abartmamak ve tadında bırakmak gerektiğine ikna edilmeye çalışılıyor gibiyiz. Aktörümüz hapsi boylar ama çıktığında ‘nasıl zengin oldum?’ anlatımlarıyla şovunu sürdürür; onurlu, gururlu(ama aptal!) polis ise aşağılandığı üzere metrosunda mutsuz gözüken yüzüyle yoluna devam eder. Tüm bu süreç boyunca; kuaför eski eşi görmeyiz, rastlamayız, hatırlamayız bile. Filmin çekimleri ve kurgusu hiçbirine müsaade etmez; çerçevesini çirkinleştirecek detaylarla, dramatik ve sahici hislerle(ihanet esnasında peçeteye yazılan ‘dostluk nişanı’ hariç) ilişki kurmak istemez. Bunu da kasıtlı ‘seçer’.
Wolf of Wall Street; favori yönetmenlerimden biri olmasına rağmen ‘eğlenceli, akıcı, stilize’ görünüşü altında ‘kralı çıplaklaştıran’, mutluluğu yalnızca maddiyata-materyale indirgeyen ahlaki yapısıyla Martin Scorsese’nin parayı pazarlayıp, adeta askerliğini yaptığı acı bir tecrübe; beyaz adamın (paranın yenmediğini hala anlayamadığından olsa gerek) damakta bıraktığı, yıllar boyu unutulmayacak bir pas.
yeni sex-sell modasına uygun vakit kaybı bir film daha…
Çok tek taraflı bir bakış açısıyla yazılmış yazı. Yazarın sunmaya çalıştığı doneler alaycı üslubun altında kaybolmuş. Yazıyı okuyunca yazarın son paragrafın başında söylediği -favori yönetmenlerimden biri olmasına rağmen- cümlesini Scorsese’ye karşı kindar üslubunu yumuşatma çabası olarak gördüm.
Bence asıl mesele filmin gerçek bir yaşam öyküsü ve daha da ötesi Jordan Belfort ‘ın otobiyografik kitabının uyarlaması olduğunun bilinmiyor olması
Scorsese’i yönetmen kimliğinden almış da senarist kimliğine bürümüşsünüz sanki.